Korkut Akın yazdı… Tam da bu günlerde yaşanan savaş ortamında, “Saul’un Oğlu” filmi, belli bir hedefi ve amacı işaret ediyor: Savaş insanlık suçudur!
İçinde yaşadığımız savaş ortamı, nasıl da iç karartıcı… .
Naziler, İkinci Dünya Savaşı’nda, Auschwitz’te, kadın erkek, küçük büyük, suçlu suçsuz demeden Yahudileri katletti. Bir milyon insandan söz ediyoruz, dile kolay. Sanatın bu katliamı görmezden gelmesi beklenemez; sinemanın da. Birilerinin, “çok işlendi, içimiz dışımız soykırım oldu; bundan nemalanıyorlar” demesi, şu an yaşananları görmeyecek denli siyasi kör oldukları anlamına da gelebilir. Çünkü bırakın uzakları, bizim ülkemizde insanlar öldürülüyor, bütün imdat çağrılarına rağmen kulaklar sağır, gözler kör!
“Saul’un Oğlu”, içeriden bir film. Auschwitz’te Naziler tarafından çalışmaya zorlanan (bir bakıma gönüllü, çünkü en azından dört ay daha yaşama olanağı yakalamış oluyorlar) ölüm işçilerinin iki günü anlatılıyor. Alabildiğine ağır bir film; alabildiğine çarpıcı, alabildiğine etkili. Etkisinden kurtulamıyorsunuz uzun bir süre.
Belgeler konuşuyor…
Auschwitz’te, eli kanlı SS tarafından tutsakları gaz odalarına yönlendiren, kendileri de Yahudi esirler arasından seçilen bir grup olan “Sonderkommando”ların, (ölüm işçilerinin) saklayabildikleri notlardan yola çıkan “Saul’un Oğlu”, ilk kez içeriden bakıyor bu yaşanan vahşete. Bu kez, yönetmenin özellikle seçtiği yakın planlarla belki de hiçbir şey görmeden sadece kişiye odaklanarak giriyoruz ölüm odalarının içine. Hepsi birkaç gün sonra öldürüleceklerinin bilincinde; bir yandan kaçma planları yapıyorlar bir yandan da geleceğe kalması için notlar saklıyorlar. Bir çocuğun cesedini gören Saul, onu oğlunun yerine koyuyor ve dini bir törenle gömülmesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Çünkü bütün cesetler yakılıyor ve külleri ırmağa savruluyor.
Bütün çocuklar bizim!
O çocuk, Saul’un oğlu mu, çok da önemli değil. Orada yaşamını yitiren herkes birilerinin oğlu, kızı, anası, babası… Orada öldürülenler suçsuz insanlar. Film bize savaşta masumların öldürüldüğünü anlatıyor. Canla başla mücadele eden, nasıl olsa öldürüleceğinin bilincinde olduğu için biraz da inat ve ısrarla çocuğun cesedini koruyan Saul, filmin içinden bize sesleniyor: Başarmak için mücadele etmek gerekir.
Odakta insan var…
Film boyunca Saul’u takip ediyoruz. Onun gözünden görüyoruz her ne yaşanıyorsa. Saul ile birlikte dolaşıyoruz ölüm kampının, gaz odalarının içinde. Yönetmen, biz izleyicilerin başka bir şeyle ilgilenmemizi istemiyor. Kuşkusuz içimiz daralıyor, nefes almakta güçlük çekiyoruz… Gerçekten çok ağır, çok önemli, insanlık tarihinin belirleyici bir dönemine tanık oluyoruz. Odağına sadece Saul’u alan filmde yönetmen, izleyicinin başka ayrıntılara takılmaması için hem yakın plan kullanmış hem de ölçeğini dikkatli seçerek fonda kalanların bulanık gözükmesini sağlamış. Film boyunca bir merak unsuru sizinle geliyor. Ne, nasıl, niye, kim, kiminle gibi soruları, acaba başarabilecek mi kaygısını daha ilk kareden yaşıyorsunuz…
Kimse kahraman değil…
Yönetmen László Nemes, basit bir dille Saul’un gördüklerini, ne bir eksik ne bir fazla, göstermeyi hedeflemiş. Film boyunca korkunun yüzünü görmesek de o korkuyu yaşıyoruz soluk soluğa. Saul’un hedefi neyse, biz de izleyiciler olarak o hedefe gidiyoruz birlikte. Saul, bir çarşafa sardığı oğlunun cesedini taşırken bizler, izleyici olarak umuda yolculuk yapıyoruz tüm iç sıkıntımızla, gerginlikle…
Tam da bu günlerde yaşanan savaş ortamında, “Saul’un Oğlu” filmi, belli bir hedefi ve amacı işaret ediyor: Savaş insanlık suçudur!
Saul’un Oğlu (Son Of Saul), yönetmen László Nemes, oyuncular Géza Röhrıg, Levente Molnár,
Urs Rechn, Marcın Czarnık, Todd Charmont… 19 Şubat’tan itibaren…