9-11 Eylül tarihleri arasında 90 ülkenin katılımıyla Güney Kore’de düzenlenen “Askerî Alanda Sorumlu Yapay Zeka Zirvesi”nin konusu “Yapay zekanın askeri kullanımında sorumlu bir yaklaşım ve asgari standartlar geliştirmek” olarak belirlendi. Türkiye adına Savunma Bakan Yardımcısı Şuay Alpay’ın katıldığı zirvede bir anlaşmaya varılıp varılmadığı, varılsa da bunun bağlayıcı olup olmayacağı bilinmiyor.
Aslında büyük devletlerin sorunu, bu tür silahların yasaklanması değil, “devlet dışı” güçler tarafından kullanılmasının engellenmesi. Son süreçte hızla gelişen, ucuzlayan ve kolay ulaşılabilir olan teknoloji, herhangi bir İHA ya da SİHA’nın dar imkânlarla yapılmasını da mümkün kılıyor ve böylece küçük askeri grupların da kullanmasına imkân sağlıyor. Devlet kullanımını zaten meşru sayan mantığın ‘sorumsuz kullanım’dan kastı da tam olarak bu.
Soyut konuşması kolay
Dolayısıyla, devletlerin muhaliflerini SİHA’larla yargısız infaza uğratması, sivil alanlarda düzenlenen katliamlar, elbette zirvelerin konusu olmuyor. Oysa yapay zekâ ve drone türü silahların kullanımının asıl sorunu bu. Uzun süredir, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok ülke, drone teknolojisini kendi sınırları dışındaki alanlarda kullanarak hiçbir yargı kararı olmaksızın ‘tehlikeli’ ve ‘terörist’ ilan ettiği insanları öldürüyor. Son süreçte, Kuzey ve Doğu Suriye ile Federe Kurdistan bölgesi bunun örnekleriyle dolu. Türkiye, genelde bu infazlarla ilgili açıklama bile yapmıyor; özellikle piknik alanı gibi yerler vurulup çocuklar öldüğünde ise tümüyle sessiz kalıyor ya da “Biz öyle şeyler yapmayız” gibi klişeleri tekrarlamakla yetiniyor. Bakan Yardımcısı Şuay Alpay’ın, zirvede yaptığı konuşmada “yapay zekânın askerî alanda sorumlu ve etik kullanımına dikkati çektiği” söyleniyor ama Alpay’ın Türkiye’nin saldırılarını nasıl açıkladığı bilinmiyor.
Klasik suikastlardan sonrası
Sınır-dışı suikastlar konusunda ‘uzman’ sayılabilecek devletler tabii ki öncelikle ABD, İsrail ve İran’dır. Uzun yıllardan beri özellikle İsrail ve İran, Avrupa’da ya da dünyanın başka köşelerinde yaşayan muhaliflere yönelik suikastlar yapsalar da, bunlar genelde ‘tetikçi ekip’lerle sokakta yapılan riskli işlerdi ve ekibin çuvalladığı, deşifre olduğu örnekler de yaşandı. İran’la ilgili olarak ilk elde Abdurrahman Qasımlo, Sadık Şerefkendi gibi önekler hatırlanabilir. İsrail ise 1956’da Mısırlı Yarbay Mustafa Hafız’ın katledilmesinden başlayarak, ünlü yazar Ghassan Kanafani’nin 1971’de Londra’da öldürülmesine, 1988’deki Abu Cihad suikastına kadar çok uzun bir listeye sahip. Türkiye’nin 1996’da Suriye’de PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik suikast girişimi ve tabii ki örneğin Fidel’e yönelik ABD’nin tasarlayıp beceremediği onlarca suikast planı da bilinen olgulardır.
Ancak doğrudan güdümlü füzeler, yönlendirilen roketlerle suikast işleri, yine de bir ABD-İsrail yöntemi olarak ortaya çıktı. Bunların en bilineni Ağustos 2001’de FHKC Lideri Abu Ali Mustafa’nın katledilmesiydi. Mustafa’nın Batı-Şeria’nın Eli-Bireh kentindeki ofisi, iki adet Apache helikopterinden atılan akıllı füzelerle vurulmuştu.
Daha sonra da dünyada bu tür “uzak operasyon” örnekleri görüldü; örneğin ABD 2000’lerin başında Predator ile suikastlar düzenliyordu. Ancak 2000’li yıllarda bu tür nokta vuruşlarını en zirveye çıkaran olay El-Kaide lideri Usama Bin Ladin’in Afganistan’da öldürülmesi oldu. Elbette bu olay bir drone saldırısı değildi, bizzat ABD askeri birimleri indirme yaparak olayı gerçekleştirmişti ama suikastın asıl önemi, devletlerin bu tür operasyonlarının meşrulaştırılmasına yaptığı katkıydı. Özellikle bu olaydan sonra, devletlerin başka ülkelerde bir şekilde beğenmediği insanları vurması, halka da naklen izletmesi, bir hukuk ihlali değil, “başarılı harekât” olarak algılanmaya ve halklara da böyle empoze edilmeye başlandı. O günlerde yapılan anketlerde Amerikalıların ezici çoğunluğunun operasyonu desteklemesi, bunun tipik tezahürüydü.
Yukarıdan gelen ölüm
Tam da bu noktada, “Kandil’i ele geçirme”, Federe Kurdistan’daki Kürt varlığını imha projeleri tutmayan, Kuzey ve Doğu Suriye’deki Özerk Yönetimi önce DAİŞ yoluyla, sonra da bizzat kendi askeri gücü ve cihatçı çetelerle tasfiye etme planlarını hem gördüğü direniş yüzünden, hem de bölgedeki güç dengeleri nedeniyle gerçekleştiremeyen AKP-MHP rejimi, drone teknolojisini yeni bir yol olarak keşfetti. İlk ‘gözetleme’ araçlarını İsrail’den temin eden, ardından Batı ülkelerinin açık teknolojik desteğini alan Türkiye, bir süre sonra bir ‘aile’ şirketi olan Bayraktar’a büyük kaynakları aktararak kurduğu ‘yerli’ üretim kompleksiyle drone araçları üretmeye, hatta başka ülkelere satmaya başladı. Böylece AKP rejimi, bölgedeki dengeler yüzünden açık kara harekatıyla yapamadığını ‘faili meçhul’ araçlarla yapma imkânına kavuştu ve bölgedeki altyapı tesislerini, hastaneler dahil sivil kurumları ve sahadan topladığı bilgilere göre “ölmesi gerektiğine” hükmettiği kişileri vurma eylemlerini özellikle 2018’den sonra sıklaştırdı. Bu arada, tabii ki bu araçları üreten aile şirketinin ihya edilmesi de gerçekleşti. Bayraktar ailesinin birkaç yılda Forbes’in milyarderler listesine girmesi rastlantı değildi. En sağlam müşterisi devlet olan şirketlerin bu ilişkileri tabii ki şeffaf değil; ‘ticari sır’dan devlet sırrına kadar bin tane yolla kapatılabilir bilgilere tam olarak ulaşmak zor. Ayrıca, Kuzey Afrika’nın baskıcı rejimleri başta olmak üzere bir dizi başka alıcısı da var bu oyuncakların ve tümü de ülkelerindeki kendi muhaliflerine karşı kullanıyor.
Yargısız infaz
Bu ‘vuruş’ların hukuki bir temeli var mı? Tabii ki yok. Ne vurulan yerlere ne de katledilen insanlara dair herhangi bir mahkeme kararı var. Dolayısıyla, işleyiş 90’lı yılların ‘Beyaz Toros’ yönteminden, ya da ‘Kürt işadamları listesi’ uygulamasından hiç farklı değil. 90’larda bir mekanizma, (istihbarat, Jitem, yerel polis, vs.) kendince ‘tehlikeli’ bulduğu isimleri belirliyor ve işi kimi zaman itirafçılara, kimi zaman Hizbullah’a ve başka tetikçilere ihale ediyor, neticede o şahıs öldürülüyordu. O dönemin itirafçılarından Murat İpek’in Bişeng Anık olayında anlattığı gibi: “Şırnak 92 olayları sonrasında Ünal Erkan Şırnak’a gelmişti. ‘Burada olaylara kimler katılıyor’ dedi. Polisler Bişeng Anık’ın ismini söyleyince, ‘bunu yok edin’ dedi. Bişeng Anık’ı evinden sivil polislerle birlikte aldık…”
İpek’in anlattığı yöntemin aynısı, şimdi SİHA’larla işliyor. Ankara’da bir yerlerde X mekanizması, Süleymaniye’deki ya da Kobanê’deki Y kişisinin ölmesi gerektiğine karar veriyor ve bu kez daha ‘temiz’ bir yolla, tetikçilerin kaprisleri, görgü tanıklarının olayı deşifre etmeleri gibi risklere girmeden bir araç ya da ev vuruluyor. Bu arada, yanlış bilgi varsa ya da hedef kişinin arabasında çocukları vb. varsa, onlar da ‘operasyon zayiatı’ sayılıyor. Yargı yok, delil yok, sadece “ölüm cezası”na hükmeden bir ekip var; o kadar! Yerel bilgiler alınıyorsa eğer, bu bilgiler de hukuki değil; herhangi bir şahsın kişisel husumetler yüzünden Türkiye’ye hedef gösterilmesi de pekâlâ mümkün. (Bu arada, Kuzey/Doğu Suriye’de tutuklanıp Türkiye’ye teslim edilenler konusu ayrı bir felaket. Cihatçı çetelerin alıp verdiği insanlara hangi kanıtlarla ceza yağdırıldığını kimse tartışmıyor!)
Bu bir savaş bile değil
Üstelik SİHA’lar, resmi savaş uçakları gibi kimlik bilgisi olmayan, kolayca harcanabilir ucuzluktaki araçlar olduğu için, skandal durumlarda reddedilebilen bir özellik taşıyor; çoğu zaman susmak bile “yanlış adam vurma” hallerinden paçayı kurtarmak için yeterli oluyor. Suikastların çoğunda vurulan şahıslar silahlı örgüt üyeleri ya da örgüt yöneticileri de olmuyor. Bugüne kadarki suikastların listesi incelendiğinde görüleceği gibi, öldürülen insanların büyük çoğunluğu hakkındaki iddia, Suriye ya da Federe Kurdistan bölgesindeki sivil Kürt kurumlarında üye ya da yönetici olmak. Kimi zaman bir Meclis üyeliği, kimi zaman bir kooperatif yöneticiliği, vb… Yani sonuçta, Türkiye tarafında tutuklansa, en kabasından 5-10 yılla yargılanacak insanlar; ‘yukarıdan gelen’ bir ölüm cezasıyla karşılaşıyor. Ve tabii son örneklerde görüldüğü gibi, yine Türkiye’de olsa, zorlaya zorlaya ‘örgüt propagandası’ndan hapis cezası istenebilecek insanlar olan gazeteciler de kolayca katlediliyor.
Bütün bu eylemlerin ‘kaotik’ denebilecek ülkelerde gerçekleşmesi de bir avantaj oluyor. Kimseden izin almıyorsun, kimse de seni suçlayamıyor. Hatta çoğu kez, bu devletler de operasyonların kolaylaştırılmasına katkı sunuyor, KDP gibi örneklerde de ise infaz mekanizmasına düpedüz istihbarat sağlıyor. Yani, zaten kendi ülkelerine hakim olmaktan uzak Şam ve Bağdat rejimleri, müdahale edebilecek güce sahip olmadığı gibi, zaten etmek de istemiyor. Böylece, söz gelimi Almanya topraklarında gerçekleşse hükümet düşürecek olan bu skandallar, düpedüz piknik alanı vurulup yemek yiyen insanlar katledildiğinde bile yaprak kımıldamadan geçiştiriliyor. Üstelik iç kamuoyunda da bütün bunlar meşrulaştırılıyor, sadece ‘güçlü devlet’ sarhoşu fanatik iktidar destekçilerinin değil, düzen muhalefetinin temsilcileri, hatta suskunluk biçiminde ‘ulusalcı’ solun bile onayını alıyor.
Yeni ‘Beyaz Toros’lar
Seul Zirvesi’nde şüphesiz Şuay Alpay, bunlardan söz etmiyor ve bütün bu uygulamaları “Türkiye’nin ihtiyacı” olarak sunuyor ama uluslararası toplum, riyakârca da olsa, epeydir konuyu tartışıyor. Geçtiğimiz aylarda ANF’ye konuşan Belçikalı Avukat Selma Benkhelifa, hayvanlarını otlatmaya götüren 70 yaşındaki yaşlı bir kadının dahi dron ile vurulduğuna tanıklık ettiklerini belirterek, Türkiye’nin bu yaptıklarını BM’nin meşru savunma hakkı maddesine dayandıramayacağını söylüyor ve “Eskiden silahla yapılan şimdi dronla yapılıyor. Emir veren devlettir ama o cihazı kullanan bir kişidir. Bir adam, bilgisayar üzerinden insanları takip ediyor ve öldürüyor. Bir video oyunu gibi” diyordu. Benkhelifa, “Kişi PKK’li olsa bile bu yapılamaz, hukuka aykırıdır. MİT yargı değil, hukuk değil. Bu idamdır, ölüm cezasıdır. Hukuk, yargı, mahkeme karar vermiyor. Bizzat MİT içindeki insanlar karar veriyor ve bilgisayar başındaki bir insana şunu yok et diyor ve dronlarla yok ediliyor” diyor ve uluslararası yasalardaki boşluğun kullanıldığını ifade ediyor.
Sonuç olarak, uluslararası hukuku zerre kadar umursamayan ve tek dertleri “devlet dışı organizasyonlar”ın bu araçları kullanması olan devletler, sözde ahlaki kurallar ve sorumluklar üzerine tartışadursun, AKP-MHP bloku, artık bunu bir sivilleri de kapsayan gayriresmi ölüm cezasına dönüştürmüş durumda. Uluslararası toplum diplomatik çıkarlar gereği bu açık suçu görmezden gelirken, iç muhalefet de ‘Yenikapı’ hizasına dizilmiş halde ‘Beyaz Toros” döneminin teknolojik devamı olan bu süreci onaylıyor. Bunun bir bilgisayar oyunu olmadığı, sonuçta insan öldürüldüğü ise kimsenin umurunda değil.
Yargılanmaları mümkün
Elbette uluslararası hukuk alanında tartışmalar sürüyor; özellikle hedefe kendi karar veren drone teknolojisi ‘ürkütücü’ bulunuyor. İki yıl önce, Hukuk ve Bilişim dergisinde “Dronlar insanları ve insan haklarını öldürüyor mu?” başlıklı bir makale yayınlayan Av. Nil Çolakoğlu, sivil alanda çok işlevli olabilecek araçların öldürme için kullanımına dikkat çekerek, “Dron saldırısına başvuran devletler genellikle hedeflerinin meşru askeri güçler olduğunu ileri sürerek, uluslararası yasal normlar bağlamında bu eylemlerini meşru hale getirmeye çalışmaktadırlar” diyor ve “Bir devlet insan haklarına ve insancıl hukuka yönelik sorumluluklarını hiçe sayarak insansız hava araçları ile saldırıda bulunuyor ve diğer devlet de ona lojistik destek veriyor, hedefleri gösteriyor ya da istihbarat sağlıyorsa; o devlet de uluslararası olarak sorumludur” ifadelerini kullanıyor. Çolakoğlu, Uluslararası Ceza Mahkemesinin “Bu araçlarla işlenen insanlığa karşı suçlara ilişkin yargılama yapabileceğini” vurguluyor. Ancak bu tür çalışmalar henüz çok yeni ve zayıf.