SEÇTİKLERİMİZ – ALİCAN TAYLA’nın Birartıbir’deki yazısı: “[Sarı Yelekliler] Siyasi düzlemde sesini pek çıkarmayan, dolayısıyla da, başta iktidar olmak üzere, herkesin sesinin çıkmamasına alıştığı, ezici çoğunluğu daha önce hiçbir gösteri ve eyleme katılmamış, ne sendikalı ne de doğrudan belli bir parti sempatizanı olan bir kesim.”
“Yüksek görünürlük yeleği”: akaryakıt zammının tetiklediği ve Fransa’yı yaklaşık bir aydır kasıp kavuran kitlesel başkaldırı hareketiyle özdeşleşen ve her arabada bulunması yasal zorunluluk olan fosforlu sarı yeleklerin resmî adı bu.
Hiçbir koşulda sesini çıkarmayıp işine bakmasına alışılmış, daima eski kafalı, bencil, ırkçı ve cahil olarak yaftalanan taşralı Fransızlar sonunda seslerini duyurmak ve varlıklarını hatırlatmak için herhalde daha iyi bir simge seçemezdi. Tek tük yol kapama eylemleriyle başlayan dalga en ufak bir kurumsal örgütlenme olmaksızın kısa sürede Fransa geneline yayıldı, 17 ve 24 Kasım Cumartesi günleri yüzbinlerce kişinin katılımı ve birçok yerde polisle çıkan çatışmalarla tüm dünyanın dikkatini çekti.
Olaylar sırasında panikleyen bir sürücünün çarptığı bir gösterici ve Sarı Yelekler’in kurduğu barikatı aşmaya çalışırken kaza yapan bir motosiklet sürücüsü hayatını kaybetti, polisle yaşanan şiddetli çatışmalarda yüzlerce kişi yaralandı ve gözaltına alındı. Fransa’da tepkiler, özellikle sol içinde ciddi bir bölünme yarattı. Sağlam bir muhalif ideolojiye yaslanmayan, ekolojik endişeleri hiçe sayar gözüken, içlerinde aşırı sağ sempatizanları, homofobik muhafazakârlar barındıran, ama aslında Macron ultra-neoliberalizmine başkaldıran bu halk hareketini nasıl ele almalı?
Sarı Yelekler hareketinin özü büyük ölçüde taşralı, ortalama kırk yaşlarında, yaklaşık asgari ücretli bir işe sahip, Fransa’daki eski bir tabirle “aşağı Fransa” halkı.
Kimisi tepeden bakmaya devam ederken, kısa sürede Sarı Yelekler’e verilen destek büyüdü. Gelinen noktada tüm karşılıklı güvensizliğe rağmen sendikalar ve siyasi partiler hareketle diyalog kurmanın ve buluşmanın yollarını arıyor. Olaylar başlamadan önce dahi Fransa tarihinin en düşük memnuniyet oranına sahip Emmanuel Macron iktidarı belki de en beklemediği, çünkü en umursamadığı yerden gelen bu büyük tehdide nasıl karşılık vereceğini bilemiyor.
Bardak taşma noktasına nasıl geldi?
Akaryakıt fiyatlarına yapılan zammın bardağı taşıran son damla etkisi yarattığı, bunun üzerine halkın bir kısmının her arabada bulunması zorunlu fosforlu sarı güvenlik yeleklerini üzerlerine geçirip arkalarında hiçbir siyasal veya sendikal örgütlenme olmadan ve kısa sürede tüm Fransa’ya yayılan eylemler başlattığı artık bütün dünyanın malûmu. Buna rağmen, “kim bu Sarı Yelekler” sorusunun cevabı hep muğlak kalıyor. Zira bunun için önce bağlama, sonra da kim olmadıklarına yakından bakmak gerekiyor.
Önce bağlam. Sarı Yelekleri açıklarken hemen herkesin akaryakıt zammı için “bardağı taşıran son damla” ifadesini kullandığını gördük, fakat nedense bardağın niçin zaten taşmak üzere olduğunun izahına, özellikle ana-akım Fransız medyasında pek rastlanmıyor.
Öncelikle, öfke dalgasının esas hedefinde bulunan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bir buçuk yıl önce hangi koşullarda iktidara geldiğini hatırlamakta fayda var. Fransa’da daima iki partiyi öne çıkaran sistemin demirbaşları olan merkez sol (Sosyalist Parti) ve merkez sağ (Cumhuriyetçiler) partilerin tarihi bir hezimete uğrayacağı kampanyanın daha başında anlaşılmış, soldan Jean-Luc Mélenchon’un liderliğindeki Boyun Eğmeyen Fransa [La France insoumise – FI], aşırı sağdan da Marine Le Pen’in Milliyetçi Cephesi birçok ankette bu iki merkez partinin önüne geçmişti.
Eylemlere katılan kitlenin arasında aşırı sağ sempatizanları da bulunuyor, bazı durumlarda homofobik sloganlara rastlanıyor. İktidar ve ana-akım medya bu unsurların üzerinde çok durmuş olsa da bunların hareketin tamamına yayılmadığını, ne özünü ne de genelini temsil ettiğini aslında herkes biliyor.
1980’lerden beri böyle bir “tehditle” karşılaşmamış Fransız neoliberalizminin bir kurtarıcıya ihtiyacı vardı. Bu kurtarıcı rolü Emmanuel Macron’a bahşedildi. Fransa tarihinin en düşük memnuniyet oranına sahip François Hollande iktidarının ekonomi bakanı olduğu, ondan önce ünlü Rothschild Bankası’nda ortak olarak çalıştığı unutulmuşçasına bir “kopuş” sembolü olarak (“ne solcuyum ne sağcı”), ama aslında mevcut düzeni koruma misyonuyla cumhurbaşkanlığı yarışına sokuldu.
Kökeninde bu yenilir yutulur olmayan paradoks yatmasına rağmen, neredeyse tüm ana-akım medyanın ve büyük şirket patronlarının desteğini alan Macron, yüzde 77 katılım oranı olan ilk turda oyların yüzde 24’ünü alarak ikinci tura kaldı. Karşısında ilk turda Mélenchon’u burun farkıyla geçen ırkçı Marine Le Pen’i bulan Macron “cumhuriyet değerlerine” sahip çıkmak ve Le Pen’e baraj oluşturmak için çok farklı kesimlerin birleşmesiyle ikinci turu oyların yüzde 60’ını alarak kazandı. Başka bir deyişle, Fransız seçmenin yaklaşık yüzde 82’si, ilk turda Macron’a ve temsil ettiği programa oy vermemiş, ikinci turdaysa büyük çoğunluğu mecburiyetten desteklemişti.
Buna rağmen Macron, arkasında kitlesel bir destek varmışçasına, üstelik birçok durumda parlamenter tartışmaları devre dışı bırakmak için kararnameler yoluyla bir dizi ultra-neoliberal düzenlemeyi kısa sürede devreye soktu. Türkiye’de de gayet iyi bildiğimiz bu yönteme, Macron gibi sayısal çoğunluğu kazanamadan ABD başkanı seçilen Donald Trump da birçok kez başvurdu. Meclis dengelerinin aslında tam olarak sağlamadığı meşruiyeti olağanüstü yöntemler yaratarak adeta muhalefetsiz bir şekilde yönetmeyi mümkün kılan bu yol liberal demokrasilerde oldukça işlevsel bir eğilim haline geldi.
Servet vergisine son, işten çıkarmalara tam yol
Söz konusu düzenlemeler arasında en öne çıkanlar Fransa’nın en varlıklı kesimini kapsayan servet vergisinin kaldırılması ve temelde çalışanların işten çıkarılmalarını kolaylaştıran iş yasası oldu. İktidarın bu ultra-neoliberal icraatlarına ilaveten, muhalif medyanın Roma’da tanrıların efendisi olan Jüpiter lâkabını taktığı Emmanuel Macron’un benzeri görülmemiş kibri ve alt sınıflara karşı küstah tavırları da bardağı dolduran etkenlerden.
Bir gezi sırasında işsizlikten yakınan bir gence, “Şu sokakta karşıya geçsem size iş bulurum!” demesi (meali: Fransa’da yüzde 10 oranındaki işsiz nüfusun çoğunluğu aslında çalışmak istemediği için işsiz), ekonomi bakanıyken grevdeki bir sendika işçisine “Üzerinizdeki tişörtle beni sindiremezsiniz, çalışırsanız sizin de takım elbiseniz olur” diye nasihat vermesi… İş kanunundaki değişikliklere karşı gösteriler hakkında konuşurken, “tembellere, siniklere ve aşırılıklara” boyun eğmeyeceğini ilan etmesi, Paris-Rennes tren hattının açılışında yaptığı konuşmada “tren garları hem başarılı insanların hem de hayatta bir hiç olanların karşılaştığı yerdir” demesi… Danimarka’daki bir konuşmasında Fransız halkını “değişimi kabullenemeyen Galyalılara” benzetmesi ve dahası…
İktidarın ultra-neoliberal icraatlarına ilaveten, muhalif medyanın Roma’da tanrıların efendisi olan Jüpiter lâkabını taktığı Macron’un benzeri görülmemiş kibri ve alt sınıflara karşı küstah tavırları da bardağı dolduran etkenlerden.
Tüm bu cümleler ana-akım medyada birer anekdot olarak ele alındı, muhalif sol kesimlerde dahi pek üzerinde durulmadan prensip olarak eleştirildi. Fakat bu ifadelerin doğrudan haysiyetini zedelediği, onurunu kırdığı insanlara hiç söz verilmedi. Sarı Yelekler hareketi tam da bu kesimin içinden doğdu.
Sarı Yelekler kim değil?
Buradan hareketle, en azından başlangıç noktasında Sarı Yelekler'in kim olmadıklarını anlamak nispeten kolaylaşıyor: Büyük şehirli, eğitim düzeyi yüksek, üst-orta sınıf, oyları büyük ölçüde Jean-Luc Mélenchon’un FI’si, Sosyalist Parti’nin sol kanadı ve Yeşiller arasında dağılan, kısaca “elitist” diyebileceğimiz sol değil. Aksine, (hepsi Kassovitz’in düzeyinde olmamakla beraber) Sarı Yelekler’e en sert eleştirilerin de bu gruba dahil insanlardan geldiğini görüyoruz.
Bunun sebepleri arasında tabii ki eylemlere katılan kitlenin arasında aşırı sağ sempatizanlarının da bulunması, bazı durumlarda homofobik sloganlara rastlanması var. Her ne kadar iktidar ve ana-akım medyanın bir kısmı bu unsurların üzerinde çok durmuş olsa da bunların hareketin tamamına yayılmadığını, ne özünü ne de genelini temsil ettiğini aslında herkes biliyor.
Nispeten elitist sol kesimin Sarı Yelekler’i hor görmese dahi, neden bu kadar mesafeli durduğunu yine en güzel Mathieu Kassovitz’in bir başka tweet’i özetliyor: “Gülünçsünüz, çünkü mücadeleniz sapına kadar burjuva ve hiçbir anlamı yok.” Yani, başka bir deyişle, “diğer bütün olan bitene sesinizi çıkarmadınız, şimdi sizin cebinize dokununca isyan ediyorsunuz”.
Sarı Yelekler hareketi önemli bir sosyo-ekonomik gerilemeye işaret ediyor: Prekarya kavramı artık sözleşme güvencesi olan, kalıcı işlere sahip, ortalama asgari ücretle düzenli maaş alan sınıfı da kapsamaya başladı.
Benzer şekilde, aynı kesimden birçok kişiyse öfkenin sebebini anladıklarını söylemelerine rağmen, hareketi ve eylemlerini kınamayı sürdürüyordu. Cezayir asıllı Fransız gazeteci Mohamed Sifaoui’nin yüzlerce kez paylaşılan tweet’i bu bakışı gayet iyi özetliyor: “Eğer sorunları olan herkes (işsizler, vergi mağdurları, alım gücü düşenler, fakirler, evsizler…) ayaklansaydı bunun sonu felaket olurdu. Halbuki çok büyük çoğunluk başı dik, edepli ve sessiz. Bu vurdu kırdıyı yapanlar en varlıksızlar değil.” Ana fikir? Mesele gerekçeleriniz veya talepleriniz değil, mesele başkaldırmanız. Uslu uslu oturmayı reddetmeniz.
“Aşağı Fransa”
Gerçekten de Sarı Yelekler sistemin ya dışına itilmiş ya da iyice periferisinde yaşayan, büyük kısmı göçmen kökenli ve gettolaşmış banliyölerden gelen, en ufak bir güvencesi ve geleceğe dair neredeyse hiçbir umudu olmayan, günümüzün bir anlamda yeni en alt sınıfını oluşturan kesim değil. Sarı Yelekler hareketinin özü büyük ölçüde taşralı, ortalama kırk yaşlarında, yaklaşık asgari ücretli bir işe sahip, Fransa’daki eski bir tabirle “aşağı Fransa” halkı.
Siyasi düzlemde sesini pek çıkarmayan, dolayısıyla da, başta iktidar olmak üzere, herkesin sesinin çıkmamasına alıştığı, ezici çoğunluğu daha önce hiçbir gösteri ve eyleme katılmamış, ne sendikalı ne de doğrudan belli bir parti sempatizanı olan bir kesim. Hareketin süratle ve önlenemez bir şekilde saman alevi gibi yayılmasının sebeplerinden belki de en önemlisi buydu.
Yukarıda özetlediğimiz bağlama rağmen, kimse söz konusu kesimden böyle bir kalkışmayı beklemiyordu ve dahası, önce görülmemiş eylem yöntemleri, örgütsüz, hatta kaotik işleyişleri iktidarın işini iyice zorlaştırmıştı. Zira, dünyada belki de en sık muhalif eylem ve gösterilere sahne olan Fransa’da haliyle bu işler sofistike bir çerçeve içinde yürür:
Eylemler belli sendika veya siyasi partilerin çağrısı üzerine düzenlenir, eylemin yapılmak istendiği yer için valiliğe bildirimde bulunulur, gerekirse bu konuda müzakere yapılır, düzenleyiciler hem katılımcıları korumak hem de eylemin meşruiyetini kaybetmemesi için olası taşkınlıklara karşı önlemler alır, eylemin başarısı ve arkasındaki kitlesel destek talepler ve anlaşmazlıklar üzerindeki güç dengelerini belirler, buradan hareketle eylemin kurumsal sorumluları ve hükümet temsilcileri arasında müzakereler başlar ve bunun sonucunda da eylem ya sona erer ya da başarılı olana veya kendiliğinden sönene kadar devam eder (son yıllarda ikinci senaryo çok daha yaygın).
Sarı Yelekler hareketi ister istemez bu kontrol edilmesi mümkün çerçevenin dışında kalıyor. Çünkü hareket adına konuşabilecek ve müzakere yürütebilecek sorumlular olmadığı gibi, yürüyüşlerin yanısıra daha önce görülmemiş ve çok çeşitli eylemlere de başvuruyorlar: Büyük kamyonlarla işlek kavşakları tıkamak, konvoylar halinde aşırı yavaş araba sürerek trafik sıkışıklığı yaratmak, özelleştirilerek Vinci gibi büyük şirketlere satılan paralı otobanların bariyerlerini kaldırarak bedava geçiş sağlamak, sabahın erken saatlerinde Disneyland Paris’e “baskın” düzenleyip bütün gün girişlerin bedava olmasını sağlamak gibi…
Paris’te yoğun çatışmalara sahne olan 24 Kasım gösterilerinin başlangıcı da bu durumu gayet iyi özetliyor. Valilik Sarı Yelekler’in dünyanın en ünlü lüks ve zenginlik sembollerinden Champs-Elysées Caddesi’nde yürüyüş talebini reddederek bambaşka bir yer önerdi (Champ de Mars). Tahmin edilebileceği gibi, Sarı Yelekler bu kararı tanımadı. Bunun sonucu olarak da kontrollü bir büyük yürüyüş yerine, birbirinden kopuk grupların, farklı zamanlarda, caddenin farklı noktalarında, bambaşka tarzlarda, aralarına saldırgan provokatörlerin sızmasını engelleyecek en ufak bir tedbir alınmadan kaotik eylemler dizisi yaşandı ve kısa sürede güvenlik güçlerinin fazlasıyla sert tepkisiyle, yüzlerce kişinin yaralandığı ve gözaltına alındığı bir çatışmaya döndü.
Sendikalar ve prekarya
Bu noktada, Sarı Yelekler’in sendikalara neden bu kadar mesafeli yaklaştığı üzerine bir parantez açmak şart. Bunun en görünür sebebi, kendilerini hor gören adaletsiz sistemin tamamına isyan eden Sarı Yelekler’in sendikaları da o sistemin bir parçası olarak görmesi. Fakat bu açıklama daha derin ve çok daha endişe verici bir başka faktörü gizliyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da sendikalar süratle etkinliklerini kaybediyor. Örneğin, Fransa’nın en büyük konfederasyonu CGT (Confédération Générale de Travail – Genel Emek Konfederasyonu) son dört yılda 30 bin üye kaybetti (bugün yaklaşık 650 bin üyesi bulunuyor). Bu elbette yeni bir durum değil ve başlıca sebebi sanayiye yönelik üretimin giderek yurtdışına kayması ve büyük şehirlerde hizmet sektörünün ağırlık kazanması.
Söz konusu olan oligarşiye karşı yürütülen bir mücadele. Hükümet şunu çok iyi biliyor: Geri adım atarsa Fransa halkının gücü karşısında geri adım atmış olacak. Mesele mazot vergisi değil, Macron yasalarının tamamı!
Ama günümüzde bu eğilimi, özellikle de sendikalara olan güven kaybını açıklayan bir başka nokta var. O da işsizlerin (dünyanın altıncı büyük ekonomisi olan Fransa’daki işsizlik oranının 1990’lardan bu yana yüzde 9-12 arasında seyrettiğini hatırlatalım) ve prekaryanın sendikaların kendilerini temsil ettiğine inançlarının olmaması. Belirsizlik, güvencesizlik anlamına gelen prekarite ve proletarya sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluşturulan prekarya kavramı Fransa’da yakın zamana kadar çok tanımlı bir kesimi kapsıyordu. Her an sona erebilecek geçici sözleşmelerle çalışan, bu sebeple gelecek güvencesi olmayan, büyük ölçüde genç bir nüfus.
İşte tam da bu noktada, akaryakıt zammıyla patlayan Sarı Yelekler hareketi önemli bir sosyo-ekonomik gerilemeye işaret ediyor: Prekarya kavramı artık sözleşme güvencesi olan, kalıcı işlere sahip, ortalama asgari ücretle düzenli maaş alan sınıfı da kapsamaya başladı. Beklenmedik bir akaryakıt zammı on binlerce aileyi ciddi geçim sıkıntısına sürükleyecek hakiki bir statü kaybına yol açabiliyor. Sendikalar da hızla değişmekte olan bu yeni duruma henüz uyum sağlayabilmiş değil.
Kamuoyu ne diyor?
Tüm bunlardan yola çıkarak ve özellikle de basına yansıyan şiddet olaylarından, dört bir yandan gelen kınamalardan hareketle Sarı Yelekler’in marjinal ve fazlasıyla içine kapanık bir hareket olduğu izlenimi doğuyor. Peki, rakamlar ne diyor? 24 Kasım’daki bol çatışmalı eylemlerin hemen ertesinde yayınlanan anketler kesinlikle beklenmedik sonuçlar ortaya koyuyordu: BVA şirketinin düzenlediği ve belli başlı tüm büyük medya kuruluşlarına yansıyan ankete göre, görüşülenlerin yüzde 72’si Sarı Yelekler’in taleplerine katıldığını söylüyordu. Eylemlerin kısa sürede sona ermesini arzulayanlar yüzde 40, mümkün olduğunca devam etmesini isteyenler ise yüzde 60’tı.
Bu koşullarda Cumhurbaşkanı Macron, 27 Kasım Salı günü, arkasındaki kitlesel desteği gittikçe artan hareketi yatıştırmak amacıyla iktidara geldiğinden bu yana en önemli konuşmalarından birini yaptı. Herkesin beklediği gibi Sarı Yelekler’in öfkesine kulak verdiğini ve anladığını söyleyerek başladı, fakat hiçbir alanda herhangi bir geri adım atmayı öngörmediği gibi, özetle öfkenin sebebinin “ekolojik amaçlarla” yapılan akaryakıt zammının halka yeteri kadar iyi açıklanmaması olduğunu ima etti. Ardından da sözü Ekolojik Dönüşüm Bakanı [çevre bakanı] François de Rugy’ye bıraktı.
France Info televizyonu ve Figaro gazetesi için düzenlenen ve 28 Kasım’da yayınlanan anketin sonuçlarına göre, halkın yüzde 84’ü Sarı Yelekler’in taleplerini haklı buluyor.
De Rugy’nin geçtiğimiz eylül ayında liberal düzen değişmediği sürece samimi ekolojik adımlar atılmasının mümkün olmadığını anladığını söyleyerek beklenmedik bir şekilde istifa eden Nicolas Hulot’nun yerine getirilen ve Ekoloji ya da Solculuk, Seçmek Lâzım (Ecologie ou gauchisme, il faut choisir, Archipel, 2015) başlıklı kitabın yazarı olmasını bir kenara bıraksak dahi, böyle bir stratejinin Sarı Yelekler’i tatmin etmeyeceği çok belliydi.
Buradan da Macron iktidarının ya karşı karşıya oldukları isyanın ne kadar kitlesel olduğunu kavramamış olduğu ya da buna karşı tam bir çaresizlik ve/ya umursamazlık içinde olduğu anlaşılıyor. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Macron’un konuşmasının ardından yapılan tüm anketlerde Sarı Yelekler’e verilen desteğin daha da arttığını gördük. France Info televizyonu ve Figaro gazetesi için düzenlenen ve 28 Kasım’da yayınlanan anketin sonuçlarına göre, halkın yüzde 84’ü Sarı Yelekler’in taleplerini haklı buluyor. Bu oranın parti seçmenlerine göre dağılımıysa Macron için durumun ne kadar kritik olduğunu iyice gözler önüne seriyor: Aşırı sağcı Marine Le Pen seçmeninin yüzde 96’sı, radikal solcu FI seçmeninin yüzde 92’si, Sosyalist Parti seçmeninin yüzde 90’ı ve sağ parti Cumhuriyetçiler seçmeninin yüzde 77’si hareketi destekliyor. Macron’a oy vermiş grubun pozisyonuysa yüzde 50-yüzde 50 gözüküyor.
Sarı Yelekler’e destek çağrıları
Bu durum yalnızca Emmanuel Macron’un hareketi geriletme girişimlerinin başarısızlığını değil, hareketin ne kadar büyük bir süratle kitlesel desteğini artırdığını da gösteriyor. Öyle ki, bu yazının kaleme alınmaya başlamasından bu yana geçen kısa sürede bile örgütlü ve üst-orta sınıf solcu seçmenin Sarı Yelekler hareketine bakışında hızlı ve net bir olumlu değişim oldu. Bunda, başından beri bahsettiğimiz horgörüye karşı çıkarak sol kesimleri Sarı Yelekler’e desteğe ve belki daha da önemlisi diyaloğa çağıran bazı kişilerin rolü büyük.
Bunlardan biri Yeni Antikapitalist Parti’nin [Nouveau Parti Anticapitaliste – NPA] kurucusu Olivier Besancenot, katıldığı bir televizyon programında işçi hareketini şu sözlerle Sarı Yelekler’e desteğe çağırıyordu: “İşçi hareketinin de en azından bir genel grev başlatarak hayat pahalılığına karşı duyulan öfkeyle başlayan bu dalganın bir parçası olması lâzım. Herkes satın alma gücünden bahsedip duruyor. Bu ‘satın alma gücü’ lafından gına geldi! Halkın ezici çoğunluğuna bahşedilen tek güç satın alma ve tüketme gücü, başka hiçbir gücümüz yokmuş gibi! […] Gösterilere baktığımda, aşırı vergilere karşı sloganlar duymuyorum. Servet vergisinin kaldırılmasına, vergi kaçakçılarına, kısacası vergi adaletsizliğine karşı sloganlar duyuyorum.”
Bir diğer isim de 2016’da grevdeki işçilerin mücadelesini konu alan Merci Patron! isimli belgeselin yapımcısı François Ruffin. Filmin özellikle Parisli genç nüfusta uyandırdığı yankı ve heyecan République Meydanı’nda düzenlenen Nuit Debout [Gece Ayakta] buluşmalarına önayak olmuş, Ruffin de yoğun halk desteğiyle 2017 seçimlerinde FI’den milletvekili seçilerek Meclis'e girmişti.
29 Kasım akşamı yine République Meydanı’nda 500 kişilik bir kalabalık önünde yaptığı konuşmada, Ruffin doğrudan üst-orta sınıf Parisli bobo’lara sesleniyor: “Siz farklı kesimler arasında köprü olabilecek sınıfsınız, kimi istiyorsa onu destekleme seçeneğine sahip sınıfsınız.” Ve ekliyordu: “Burada söz konusu olan oligarşiye karşı yürütülen bir mücadele. […] Hükümet şunu çok iyi biliyor: Bu konuda geri adım atarsa Fransa halkının gücü karşısında geri adım atmış olacak. Mesele mazot vergisi değil, tüm reformlar, Macron yasalarının tamamı!”
Kısacası, ilk başta bazen art niyetle ana-akım Fransız medyasına, onun üzerinden de tüm dünyaya yansıyan yanıltıcı ya da en azından fazlasıyla eksik bir tablo vardı: Şiddetli, faşizan, eğitimsiz, tek derdi kendi cebi olan marjinal bir hareket. Mevcut öfkenin sebepleri olarak da hep aynı üçgen öne çıkarılıyordu: hayat pahalığı, aşırı vergi yükü ve benzine zam. Halbuki bugün Sarı Yelekler’in sokağa taşıdığı, ama aslında neredeyse tüm ülkeyi kapsayan talep son derece basit: daha adil bir düzen.