Ergin CİNMEN yazdı – Aralarında uluslararası düzeyde saygınlığı olan aydın ve bilim insanlarının bulunduğu 44 Barış Derneği yöneticisi -Dava esnasında Prof. Dr. Metin Özek “Savaşa Karşı Hekimler Nobel Barış Ödülü”nü aldı -bundan tam 39 yıl önce, 27 Şubat 1982 tarihinde İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi kararıyla haklarında dava açılarak tutuklandılar. Davanın avukatlarından Ergin Cinmen, Barış Derneği Davası’nın hikayesini “Demirtaş’a, Kavala’ya, Altan’a, yerlerine kayyımlar atanan Kürt belediye başkanlarına açılan davalarda yöneltilen suçlamalara benzetiyorum” diyerek anlatıyor.
Barış Derneği Davası, darbe ve ardından gelen sıkıyönetim döneminin; örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüklerinin ortadan kaldırıldığı en tipik ve önemli davalarından biri olarak bilinir.
Uzun yargılamaların sonunda çeşitli mahkûmiyetleri beraberinde getirdi. Dava iki kez Askerî Yargıtay’a gidip gelerek sonunda 1991 yılında TCK’nın ünlü 141. Maddesinin kaldırılması sonucunda beraatlerle sonuçlandı.
Dava, Türkiye ve dünya kamuoyu tarafından izlendi ve “barışın yargılanması” olarak da anıldı. Gerçekten de 12 Eylül’ün en tipik davalarındandı.
Dava sanıkları, davanın sürdüğü 1984 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Sanıklardan Prof. Dr. Metin Özek’e Savaşa Karşı Hekimler Nobel Barış ödülü verildi.
12 Eylül darbesi sonrası Sıkıyönetim mahkemelerince 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu ve haklarında davalar açıldı. Bu derneklerden biri de 1977’de Mahmut Dikerdem’in öncülüğünde kurulan Barış Derneği oldu.
Dernek hakkındaki soruşturma, 12 Ekim 1980’de İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın verdiği emir ile başladı.
Soruşturma gerekçesi olarak derneğin bir bültenindeki yazılar gösterilmiştir.
Ancak soruşturma devam ederken, kapsamı genişletildi ve derneğin kuruluşundan itibaren soruşturulmasına karar verildi.
Bu kapsamda, derneğin soruşturma tarihine kadar görev yapan yönetici kadrosunun tamamının ifadesi alındı.
Soruşturma genişletilmiş kapsamda devam ederken İstanbul Sıkıyönetim Savcılığı, 30 Aralık 1980’de ve 22 Ekim 1981’de İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’ne başvurarak iki kez tutuklama isteğinde bulundu.
Bu talep üzerine mahkeme yaptığı incelemede herhangi bir suç unsuruna rastlamaması nedeniyle savcılığın talebini reddetti.
Talebin reddedilmesi üzerine savcılık, Prof. Dr. Kayıhan İçel, Prof. Dr. Erol Cihan ve asistan Şükrü Alpaslan’dan oluşan bilirkişi heyetine başvurarak inceleme talep etti.
Bu inceleme sonrası hazırlanan raporda hiçbir kanıta dayanmaya gerek görmeksizin derneğin suç oluşturacak faaliyetlerde bulunduğu yazıyordu.
Bu rapor üzerine İstanbul 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’ne başvuran savcılığın talebi kabul edildi ve 23 Şubat 1982 tarihinde dernek yöneticilerinden 44 kişinin tutuklanmasına karar verildi.
Bu kararın ardından 27 Şubat 1982 tarihinde Dernek Başkanı Mahmut Dikerdem, öğretmen ve yazar Reha İsvan, hukukçu ve yazar İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın, tıp doktoru ve yazar Erdal Atabek, mühendis Aykut Göker, TÜMDER Genel Başkan Yardımcısı Tahsin Usluoğlu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Haluk Tosun, öğretmen ve yazar Şefik Asan, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ve Elektrik Mühendisleri Odası üyesi Aybars Ungan, sanatçı Ali Taygun, yazar Uğur Kökden, psikiyatrist Prof. Dr. Metin Özek, gazeteci Niyazi Dalyancı, yazar Ataol Behramoğlu, hukukçu ve yazar Ali Sirmen, siyaset bilimci ve Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü öğretim üyesi Gencay Şaylan, Elektrik Mühendisleri Odası üyesi Ergun Elgin, ressam ve heykeltıraş Orhan Taylan, yazar Hüseyin Baş, CHP eski milletvekili Nedim Tarhan, CHP eski milletvekili Mustafa Gazalcı, CHP eski milletvekili İsmail Hakkı Öztorun, bağımsız eski milletvekili Nurettin Yılmaz, CHP eski milletvekili Kemal Anadol ve Marmara Üniversitesi işletme profesörü ve dekan Prof. Dr. Melih Tümer gibi aydınlar olmak üzere o gece evlerinde bulunan 25 kişi, tutuklanarak cezaevlerine kondular.
İstanbul Sıkıyönetim Savcılığı, iddianameyi hazırlayarak mahkemeye sundu.
İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi, iddianameyi kabul ederek 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 141 ve 142. maddeleri uyarınca 17 Mayıs 1982’de Türkiye Barış Derneği davasını açtı.
17 Mayıs 1982’de başlayan ve 1,5 yıl devam eden davada, yargılanan sanıkların sorgularının tamamlanması 6 ay sürdü. Bu süreç içerisinde sanık avukatları birçok kez mahkemenin tutumunu eleştirerek protesto ettiler.
Bu protestolar arasında avukatların iki defa reddi hakim talebi mahkemece geri çevrildi. 14 Kasım 1983’e kadar süren davanın birinci bölümünün kararında tüm sanıklar için mahkûmiyet kararı verildi.
Verilen bu kararı Askerî Yargıtay 3. Dairesi bozdu.
Bunun üzerine yeniden başlayan yargılama sürecinde verilen karar bir öncekiyle aynı oldu.
Verilen bu ikinci kararı da Askerî Yargıtay eksik inceleme yapıldığı gerekçesiyle bozdu.
Bu yargılamanın devam ettiği süreçte, Barış Derneği’ne ikinci bir dava açıldı.
Bu davada sanık olarak yargılananlar ise ilk davadaki avukatların bir kısmı ile Tarık Akan, Genco Erkal, Ertuğrul Günay, Sadun Aren, Aziz Nesin, Gülsen Tuncer, Jülide Gülizar, Erkan Oyal, Asım Bezirci, Rutkay Aziz, gibi isimlerden oluşmaktaydı. 736 sayfalık ilk dava kararları ancak Mart 1984’te resmi olarak açıklanmıştır.
18 Mart 1986’da iki dava birleştirilerek tek dava haline getirildi.
Dava sürerken, 17 Şubat 1986’da Reha İsvan, Aykut Göker, Tahsin Usluoğlu gibi isimlerin de aralarında olduğu altı kişi tahliye edilirken, 10 Mart 1986’da da Erdal Atabek ve Ali Sirmen’in aralarında olduğu altı kişi tahliye edildi.
Dava sürerken, 1 Mart 1986’da İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın, 20 Haziran 1986’da da CHP Milletvekili İsmail Hakkı Öztorun hayatını kaybetti.
21 Nisan 1991 yılına kadar birçok sanığın beraati ile devam eden dava, aynı yıl 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile TCK’nin 141 ve 142. maddelerinin kaldırılmasıyla düştü ve tutuklu sanıkların suçsuz bulunup beraat edilmesi ile de dava sonlandı.
İşte Barış Derneği davasının macerası böyle geçmiştir.
Sorgular ve savunmalar dava daha sonuçlanmadan, 1986 yılının baskı altındaki düzenine rağmen iki cilt halinde kitaplaştırıldı. Kitaplığımda ancak birinci cildini bulabildim. Önce hafızamdan bir az da kitaptan yararlanarak aşağıdaki bilgileri de sizlerle paylaşayım ki ülkemizin inanılmaz patinajının bir kez daha ayırtına varalım.
Aslında yargılama, bir yargılamadan çok akademik konferanslar dizisi halinde sürmüştü. Her bir sanık bu ülkenin bin bir zahmetle yetiştirdiği bilim insanı, sanatçısı ve düşün insanı idi.
Aşağıda vereceğim yalnızca iki alıntının nedeni diğerlerinden daha kayda değer olmasından değil, şimdi açıklayamayacağım nedenlerle hafızamda daha fazla yer etmesindendir.
İmkan olsa da davada yargılanan tüm insanların 12 Eylül rejiminin gerçek yüzünü ortaya koyan sorgu ve savunmaları bu günlerde de yayınlansa da o günler (ve ne yazık ki bu günler de) daha iyi anlaşılabilsin.
Önce 1939-1976 yılları arasında Amman, Tahran, Gana, Yeni Delhi büyükelçiliklerinde bulunmuş, Dünya Barış Konseyi Başkanlık Divanı Üyesi Mahmut Dikerdem’in tutuklu olarak yargılandığı davadaki savunmasından bir bölümü aktarmak istiyorum:
“Barış Derneği Genel Başkanı sıfatıyla Yüksek Mahkemenizden talebim şudur;
Halkımızın özlemleri ve hayati çıkarları doğrultusundaki düşünce ve uğraşlarımızdan ötürü bize hayali suçlamalar atfederek buraya gönderen bu iddianameye itibar etmeyiniz.
Barış ve demokrasiyi savunan genç kuşaklara yaşanılası bir dünya ve ülkesine aydınlık bir gelecek sağlamak ülküsüne kendilerini adamış Türk aydınlarını bekleyen akıbetin hapse tıkılmak, işsiz bırakılmak olduğu kuşkusunun kamuoyunda yaratılmasına engel olunuz.
Dünyanın döndüğünü kanıtladığı için mahkum edilmek istenen ünlü bilim adamının yargıçlarına ‘ne yapayım ki dünya dönüyor!’ dediği gibi bizi de ‘Ne yapalım ki, dünya halkları barış istiyor!’ demeye zorlamayınız.
Dünyanın döndüğü nasıl tartışılmaz bir gerçek ise, tüm dünya halklarının barış içinde yan yana yaşamak istedikleri ve topluca intihar demek olan savaşı ret ettikleri de bir o kadar açık ve kesin bir gerçektir.”
Soruşturma ve davayı açan 12 Eylülcülerin varmış olduğu peşin yargıya göre, aslında Türkiye’de var olan tüm sol yapılanmaların ve faaliyetlerin gizli odağı Barış Derneği’dir.
Ancak bu derneğin o kadar yaygın ve nitelikli bir üye ağı bulunmaktadır ki herkesin gözü önünde tüm yaşamını geçirmiş olan aydın ve entelektüelin bu derecede “tehlikeli” bir yapının içinde gönülleri ve iradeleri ile olmalarının inandırıcılığı bulunmadığından bu insanların bu derneğe kandırılmak suretiyle sokulduklarının ispatı gerekmektedir. O nedenle de hemen hepsine soruşturmanın ve yargılamanın her aşamasında, kendilerini bu örgüte sokan kişilerin kim veya kimler olduğu sorulmuş ve hepsine de ilginç ve birbirinden renkli yanıtlar verilmiştir.
Hatırladığım kadarıyla en kayda değeri bu günün Boğaziçilisi, zamanın Robert Kolejlisi, tiyatrocu Ali Taygun’unkiydi; Uzun savunmasının sonuç bölümüne girerken; “Diğer sanıklara soruldu bana da sorulacaktır herhalde; sizi bu derneğe girmeye teşvik eden oldu mu?” dedikten sonra bir an durdu. Başta mahkeme heyeti olmak üzere salondaki herkesi, kimi merak, kimi endişe ile beklettikten sonra devam etti:
“Beni bu derneğe girmeye, Barış Derneği’ne hizmet etmeye değil yönlendiren, hatta icbar (mecbur) eden biri oldu. Ceren. Sekiz buçuk yaşında. Üçüncü sınıfa gidiyor. Kızım. Ben bu derneğe onun için girdim:
Onun için bu dernekte çalıştım;
Onun ve onun gibilerin harbe, yıkıma tanık olmasını istemediğim için;
Onun, onun gibilerin, olmazsa onların çocuklarının bugün televizyonlarda, her gün seyrettiğimiz savaş sahnelerinde katliamlara, soykırımlarına bizim yamyamlara baktığımız gibi, hayretle bakabilmeleri için;
Onun ve onun gibilerin, olmazsa onun çocuklarının o dünyayı atom harmanına çevirecek silahlara, onların oyuncak bebeklerine, insanların bir anda yok oluverdikleri, ölümün zararsız bir eğlence gibi sunulduğu televizyon dizilerine, savaşın iğrençliğinin hafızalardan silinmesi amacıyla üretilmiş iğrenç yapıtlara bizim ilk çağ işkence aletlerine baktığımız gibi baksınlar diye…”
Bu yazıyı okuyanlar aslında suçlamayı da anlamışlardır sanırım.
Ve ne yazık ki aradan kırk yıl geçtikten sonra ben hala, o suçlamaları bugün tutuklu bulunan ve anlaşıldığı kadarıyla daha uzun süre hapislerde kalacakları şimdiden belli olan Demirtaş’a, Kavala’ya, Altan’a, yerlerine kayyımlar atanan Kürt belediye başkanlarına açılan ve galiba da daha da açılacak davalarla yöneltilen suçlamalara benzetebiliyorum.
Bir ülkede tarih bu kadar mı tekerrür eder? İstibdat bu kadar mı ve hatta artarak sürer?
Ama umutsuz da yaşanmıyor, elbet bu günler de bir gün geçer deyip yazımıza son verelim.