Meriç GÖK yazdı: Nâzım Hikmet, İçimizdeki Şeytan’ın 1955 Rusça baskısı için yazdığı sunuş yazısında şöyle diyor: “Gönül isterdi ki Sabahattin’in bütün hikâyeleri, en ustaca romanı olan “Kuyucaklı Yusuf” da Rusçaya çevrilsin. Sabahattin sağ olsaydı ona sorsaydınız, size şu karşılığı verecekti: “Tolstoy’un ve Lenin’in diline …”
Fotoğraf renklendirme: Enver Gezmiş / @envergezmiss
İlk şiirinin Balıkesir’de çıkan Çağlayan dergisinde 1925 yılında yayınlanmış olduğu göz önüne alındığında tüm edebi verimlerini, hepi topu 23 yıl süren bir yazarlık hayatının içine yerleştirmiştir, Sabahattin Ali. Neler vardır, bu yapıtlar içinde?
Dağlar ve Rüzgâr: (1934) Şiirler.
Sabahattin Ali’nin şiirleri ‘halk şiiri’ tarzında yazılmış şiirlerdir ve bunlardan bir kısmı “Leylim Ley”, “Aldırma Gönül” “Geçmiyor Günler” gibi günümüzde geniş halk kitleleri tarafından çok sevilen şarkıların da sözleridir. Sabahattin Ali ilk baskısı 1934 yılında yapılan bu kitaptan sonra bir daha, kitap haline getirecek biçimde şiire dönmemiştir.
Değirmen: (1935) 16 hikâye. Sabahattin Ali’nin bu ilk hikâyelerinde romantizmin etkisi çok belirgindir.
Kağnı-Ses: (1936-1937) 18 hikâye. Başta iki ayrı kitap halinde yayımlanan bu hikâyeler daha sonra tek kitap olarak yayımlanır.
Yeni Dünya (1943) 13 hikâye. Bu kitabını, romanlarına geçmeden hikâyelerini tamamlamak için kronolojik sıralamayı bozma pahasına buraya alarak kısaca hikâyeciliğini ele alalım.
Bu yıllarda cezaevleri de dâhil Anadolu’nun değişik il ve ilçelerindeki deneyim ve gözlemlerini giderek daha yetkin biçimde yansıttığı hikâyelerdir bunlar. Son dönem ürünlerinde Hasanboğuldu ve Sulfata’ da olduğu gibi hâlâ romantizmin etkisi tümüyle kalkmasa da özellikle Yeni Dünya’daki hikâyeleri, döneminin Anadolu’sunda toplumsal hayatın, toplumsal gerçekliğin bir ‘mimesis’idir.
Nâzım Hikmet, döneminin birçok genç yazarına olduğu gibi Sabahattin Ali’nin de hikâye ve roman yazarlığında gelişmesine büyük emek vermiştir.
Nâzım’ın Resimli Ay’ yıllarında Sabahattin’e verdiği desteği Sabiha Sertel anlatıyor:
“ Sabahaddin Ali, Almanya’dan yeni gelmişti. Bir gün “Resimli Ay”da yayımlanmak üzere bir hikâye getirdi. Nâzım’la uzun boylu sanat ve edebiyat üzerine konuştular. Nâzım hikâyeyi okuduktan sonra:
Bu çocukta iş var, dedi.
Bundan sonra Sabahaddin’in getirdiği hikâyeleri dikkatle okur, Sabahaddin’le tartışırdı. Onun yazılarını romantik buluyor, ona daha realist hikâyeler yazmayı öğüt veriyordu. Sabahaddin Ali Almanya’da ilerici edebiyatla temas etmiş, sosyalist eğilimleri olan bir gençti. Fakat kafasında sosyalizm henüz belirli bir şekil almamıştı. Nâzım onu yalnız sanata değil, sosyalizme de çekmeye çalışıyordu. Sabahaddin’i roman yazmaya teşvik eden Nâzım Hikmet oldu.”
Şimdi Sabiha’nın gözlem ve değerlendirmelerine daha sonra tekrar dönmek üzere ara verip Nâzım’ın hapishaneden, mektupları aracılığıyla Sabahattin’e verdiği desteğe geçiyorum.
“Edebiyatımızın bugünkü şartları seni öyle bir yere getirmiş ki, rehberlik etmeğe ve bunun mesuliyetlerini yüklenmeğe mecbursun. Verimlisin, bu sana rehberliğinde en büyük yardımcıdır.” Tarihi yazılmamış bu mektubunda Sabahattin’i yüreklendirmeye devam ediyor:
“Bak konkre konuşuyorum: Hikâye ve romanda sen vardın, senden sonra kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var. Kemal Tahir’le Orhan Kemal biri daha ileride, biri henüz civciv, fakat dehşetli vaatlerle dolu bir civciv, biri yazdıklarını neşretmek imkânsızlığı içinde, ötekisinde bu imkân henüz belirmiş. Suat Derviş’e gelince galiba artık yazmıyor, velhasıl büyük Türk hikâye ve romanının tek bayrağı bilfiil sensin. Bugünkü durumda bu böyle. Bunun zorluklarını mesuliyetlerini gayet iyi anlıyorum. Fakat sana her zaman o kadar güvendim ve o kadar güveniyorum ki bu zorlukları, yüklendiğin ağır yükün altından kalkarak yeneceğine inanıyorum. Romanını doğacak çocuğumu bekler gibi bekliyorum.” ( Filiz Ali – Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, İstanbul 1979, s.187.)
Bir başka mektubunda, Mayıs 1943 tarihli mektubunda, Nâzım bu kez Yeni Dünya’yı okumuş olarak yazıyor ve son derece isabetli şekilde Sabahattin’in gerçekçiliğinin sınırlarına işaret ediyor:
“Yeni Dünya’da birbirinden güzel ve sana layık birçok hikâyeler var. Yalnız, bilmem bir şeye dikkat ediyor musun, bizim edebiyata, aşağı yukarı bütün tabakalarıyla köylü girmeğe başladı, bunda senin hizmetin büyüktür. Lumpen proleter de bilhassa şiirde bol bol giriyor. Fakat henüz sahici proleter girmedi. Hâlbuki Türkiye realitesinde sahici proleter, sanayi amelesinin orta tabakası, ne lumpen, ne kara amele, ne de ustabaşı kaymak tabakası, sahici Türk proleteri bir vakıadır. Ve gerek karakter, gerekse istikbal insanı olarak en enteresan tiptir, en üzerinde durmağa değer insandır. İşte Yeni Dünya’da öyle bir tek insan yok. Bu meselenin üzerinde duruşum senin eserlerin için değil, fakat bilhassa birçok şairler ve bazı hikâyeciler için sahici millet, sahici halk edebiyatı denince lumpen proleter muhitinin yahut en fazla fakir ve orta köylü muhitinin verilmesi zehabına düşülmüş ve bu suretle de bir küçük burjuva anarşist temayülün alıp yürümesinden dolayıdır.”
Evet, Sabahattin Ali’nin hikâye kişileri arasında Anadolu’nun yoksul köylüleri, öğretmen ve küçük memurlar ( Kağnı, Asfalt Yol, Bir Skandal, Ses, Bir Konferans ), o dönemin küçük kasabalarında bir tür örtük fuhşun kurbanı düşkün kadınlar ( Gramofon Avrat, Hanende Melek, Yeni Dünya, Arap Hayri, Bir Mesleğin Başlangıcı, Selam), çıkarcı doktorlar (Sulfata, Böbrek, Cankurtaran), adi ve siyasi suçlardan hapishanelerde ‘yatan’ mahkûmlar (Kafakâğıdı, Bir Şaka, Kanal, Kazlar, Bir Firar, Katil Osman, Çaydanlık),iş bulma umuduyla büyük şehre giden işsizler (Kamyon) vardır; fakat işçi (proleter) yoktur; bizde ilk kez işkenceyi (Kurtla Kuzu ) ve bir muhbiri (Düşman) anlatan hikâyeleri bir yana bırakıldığında, Çernişevski’nin Yeni İnsanı da yoktur.
Bununla birlikte özellikle Sinop cezaevinde yazdığı hikâyelerinde cezaevinin çok zor koşullarında yaşayan mahkûmların acılarını, umutlarını ve duygularını, özgürlüğe duydukları kavurucu özlemi büyük bir ustalıkla anlatır.
“Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalınn duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarler ve hemen uzaklaşırlardı.”
Olağanüstü bir anlatım; deniz kuşları da orada bir şeylerin yolunda olmadığını anlıyorlar…
Ve sonra böyle denizin dibinde, adına cezaevi denen ancak bir orta çağ zindanından farksız olan bu yerde tutsaklığın ne denli zor olduğunu anlatan şu bölüm:
“Bir mahpusu dünya ile hiç alâkası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?”
Sabahattin’in hikâyeleri toplumsal gerçekliği bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Hikâyelerinin süssüz ve yalın dili hemen dikkati çeker. Sıcak, içten ve inandırıcı oldukları için okuyanı daha başında saran hikâyelerdir bunlar.1935 yılında yazdığı Kağnı adlı öyküsü şöyle başlar:
“Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurdu.” Bu kadar yalın işte. Oğlunun cesedinin başında duran yaşlı kadını anlatımı da oldukça sinematografiktir:
“ Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükûnetle ölü yıkandı ve gömüldü. …”
Sabahattin Ali’nin hikâyeciliğinin döneminin içindeki yeri belli başlı ayırt edici özellikleri şunlardır. Öncelikle, Cumhuriyet’le birlikte ulus imal/inşa etme sürecinde edebiyata verilen misyon/görev kapsamında Refik Halit, Falih Rıfkı, Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri vb.nin üstlendiği ve ‘Onuncu Yıldönümü’ ile doruğuna varan “milli edebiyat”/”memleket hikâyeciliği” oluşturma sürecine asla katılmamıştır, Sabahattin Ali.
Günümüzden yaklaşık seksen-doksan yıl önce yazılmış olmalarına karşın, bütün bir kitapta sadece birkaç kelimesine bugünün Türkçesinde karşılık bulmak gerekiyor. Süslü anlatımdan, o dönemde olumlu-olumsuz “edebiyat yapma” denilen biçemden hep uzak durur.
Mübadele sorununu, bir köyün değişimi üzerinden öyküleştiren ilk yazarımızdır, Sabahattin Ali (Çirkince-1947). Anlatıcı-yazarın, köye yaptığı — mübadele öncesi ve sonrası— iki ayrı ziyaretle, yakın geçmişin bu trajik olayı sorgulanır. Türkiye’de egemen inanç olan Sünniliğe göre daha özgür bir yaşam sürdüklerini düşündüğü Alevilere ve Alevi köylerine hikâyelerinde ilk kez yer veren yazarımız da odur.(Sulfata, Hasan Boğuldu- 1942).
Kuyucaklı Yusuf: (1937) “1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.” Böyle başlar Sabahattin Ali’nin bu ilk romanı. Bu baskında sağ ve yetim kalan Yusuf’u, Kaymakam Salâhaddin Bey evlatlık alır. Salâhaddin Bey’in esasen sevgisiz biri olan karısı bundan hiç hoşlanmaz ve tüm roman boyunca Yusuf’u bir türlü sevmez. Roman bu olaydan sonra Salâhaddin Bey’in tayin olduğu Edremit’te geçer ve Yusuf ile Salâhaddin Bey’in kızı Muazzez birlikte büyür ve iki genç olur.
Kuyucaklı Yusuf, sömürü ve baskının kaynağını göstermedeki yetersizliğine karşın farklı toplumsal kesimlerden gelen eşraf, bürokrat, küçük memur, küçük çiftçi, tarım işçisi gibi roman kişilerinin bir kasabadaki hayatlarını toplumsal gerçekliği içinde ele almasıyla edebiyatımızın ilk taşra/kasaba romanı sayılabilir. Romanda olay örgüsü, romanın başkişisi Yusuf’un çevresinde gelişir ve Yusuf’un, iyi niyetli Kaymakam Salâhaddin’in çevresini saran yozlaşmış bir eşraf kesimiyle hesaplaşması ve bunun trajik sonucu anlatılır.
Yusuf, okul eğitimiyle ilişkisini ilkokuldan sonra keser. Okul ona göre değildir, sadece okuma yazma öğrenmesi yeterli olmuştur.
“Yusuf, ilk defa Edremit’te mektebe gitti. Fakat bu mektep devri pek uzun sürmedi.”
(…)
“ Mektep onu sıkıyordu. İlk zamanlarda, yani okuma öğreninceye kadar, devam eden merak ve alakası pek çabuk kayboldu. Bir sürü “kıvır zıvır” bilgi sahibi olmak için o “bey çocukları” ile düşüp kalkamayacağını söylüyordu.”
Kendisinden 15 yaş küçük karısı, kötü (üvey)anne Şahinde’ye karşı iyi (üvey)baba olan Kaymakam Salâhaddin Bey, tüm çabasına rağmen Yusuf’u okumaya ikna edemez.
“Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi, büyüyor, gelişiyordu.”
Kaymakam Salâhaddin Bey’in köyden geldiği için şehirlere bir türlü alışamayan bir çocuk olarak gördüğü romanın “asil vahşi”si Yusuf, böylece Muazzez ile birlikte büyür ve yetişir. Tek yakın arkadaşı Ali’dir, ancak onunla da saatlerce yan yana oturup bir şey konuşmaz. Zaten Yusuf, çok gerekli ve zorunlu olmadıkça konuşmaz.
Sabahattin Ali, romantizmin yer yer yoğun etkisi bulunan bu romanında toplumsal ilişkileri içinde, gelenek görenekleriyle kasaba yaşamını oldukça gerçekçi betimler. Kaymakam Salâhaddin Bey ve Yusuf sıkıcı kasaba yaşamından bunaldıklarında kasaba dışına, doğaya giderler. Orada huzur bulurlar.
İlk gençliklerinden beri birbirlerini seven Yusuf ile Muazzez, Şahinde Hanım’ın karşı çıkmasına rağmen sonunda Salâhaddin Bey’in desteğiyle evlenirler. Yusuf’a kaymakamlıkta bir görev verilir. Salâhaddin Bey’in ölümünden sonra göreve başlayan yeni kaymakam, Yusuf’u kasabadan uzaklaştırmak için vergi tahsildarı olarak köylere yollanır. Yusuf’ kasaba dışında kaldığı günleri fırsat bilen Şahinde, Muazzez’i kasabanın yeni kaymakamı ile eşrafının yozlaşmış ortamına sokar. Bu durumu öğrenen Yusuf, evi basar ve karanlıkta açtığı ateşle yaraladığı Muazzezi atının terkisine alıp kaçar.
“Hiçbir şey düşünmüyor, sadece kaçmak, hayatının en korkunç devirlerini geçirdiği bu yerlerden mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaşmak istiyordu. Nereye olursa olsun! Dağbaşlarına, kimsesiz ormanlara veya kalabalık şehirlere!… Yalnız adamakıllı uzak ve kimsenin onu bulamayacağı bir yere!..”
Yusuf’un kasabadan kaçıp gidebileceği iki yer vardır, ya ormanın cangılı, ya da büyük şehrin cangılı. Aslında her iki durumda da tek bir yer vardır: Kimsenin onu göremeyeceği bir cangıl.
Roman Gibi’de Sabiha Sertel anlatıyor:
“Kuyucaklı Yusuf” Resimli Ay matbaasında basılıyordu. Nâzım her gün makinaların başında eserin basılmasını seyrederdi. İlk nüsha çıktığı gün sevinçle odaya geldi. Baskıyı hepimize gösterdi, gözlerinde adeta, bu romancıyı ben yarattım, der gibi bir ifade vardı.”
Nâzım’a göre Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin en ustaca romanıdır. İçimizdeki Şeytan’ın 1955 Rusça baskısı için yazdığı ve kitabın sonunda yayınlanan sunuş yazısında şöyle diyor:
“Sabahattin’in bazı hikâyeleri Rusçaya çevrildi. “İçimizdeki Şeytan” Rusçaya çevrilen ilk romanıdır. Gönül isterdi ki Sabahattin’in bütün hikâyeleri, en ustaca romanı olan “Kuyucaklı Yusuf” da Rusçaya çevrilsin. Sabahattin sağ olsaydı ona sorsaydınız, size şu karşılığı verecekti: “Tolstoy’un ve Lenin’in diline …” Bunu öyle laf olsun diye yazmıyorum. Bir gün bana kendisi aynen böyle dedi: “Halide Edip hanımefendiyi Rusçaya çevirmişler… (Gözlüklerin arkasından önce alayla, sonra kederle yüzüme baktı.) Bir gün beni de çevirirler mi dersin? (Gözlüklerinin arkasından yüzüme sevinçle bakıyordu.) Boru mu bu? Geleceğin en büyük diline çevrilmek, yüz milyonlarca insanın seni okuması, halkını ve seni sevmesi ..” (Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem yayınevi, İstanbul 1979, s.14)
İçimizdeki Şeytan: (1940) Sabahattin Ali’nin, kimi yönleriyle edebi bakımdan son derece önemli olan ve en çok tartışılan bu romanı, kitap halinde basılmadan önce 3 Nisan 1939’dan itibaren “Ulus” gazetesinde tefrika olarak yayınlanmaya başlar. Romanın 1940 yılında kitap olarak yayımlanması, edebi olmaktan çok bir hayli hararetli siyasal tartışmaları da beraberinde getirir. Romana, başını Nihal Atsız’ın çektiği ırkçı-faşist çevreden büyük tepki gelir. Atsız, Orhun dergisinde “İçimizdeki Şeytanlar” adlı bir saldırı yazısıyla kendince bir karşılık verir. Özellikle bu romanı yüzünden Sabahattin Ali’ye yapılan saldırılar 1943-44 yıllarında iyice artar. Nihal Atsız, 1944 yılında yine ırkçı-faşist dergi Orhun’un Şubat ve Mart 1944 sayılarında “ Başvekil Saraçoğlu’na Açık Mektup” başlıklı iki ayrı mektup yayımlar ve mektuplarında Sabahattin’e çok ağır hakaretlerde bulunur. Sonunda bu nizâ/kavga halk deyişinde olduğu gibi gerçekten “mahkemede biter”– o ân için tabii. Atsız’a, yargılama sonunda 4 ay hapis ve yüz lira para cezası verilir; ancak hapis cezası tecil edilir. Ankara’da görülen dava sırasında, mahkeme salonu ve çevresi ırkçı-Turancı faşistlerin gösteri alanına çevrilir. 3 Mayıs 1944’te yapılan duruşma sonrasındaki kitlesel olaylarda yaralananlar ve gözaltına alınanlar olur. Bundan dolayı daha sonra 3 Mayıs günü, faşist hareket tarafından gayrı-resmi “Türkçülük Bayramı” olarak kabul edilir ve “kutlanır”.
Bir taşra/kasaba romanı olan Kuyucaklı Yusuf’tan sonra bu kez bir kent/aydın romanı yazar Sabahattin Ali. İçimizdeki Şeytan’ın başlıca üç kahramanı vardır: Ömer, Macide ve Bedri. Macide’nin Balıkesir’deki lise öğrenciliğinin anlatıldığı iki kısa bölüm dışında romanın geçtiği yer İstanbul’dur. Üniversitede devamsız öğrencilerden olan Ömer, bir akrabasının yardımıyla Postanede küçük bir memuriyet bulmuş, ancak işine pek düzenli gitmeyen, aylaklık yapmayı seven bir gençtir. Bir gün arkadaşı Nihat ile vapurda bir genç kız görür ve ona âşık olur. Bu kız, yani Macide orta öğrenimini Balıkesir’de yaparken müziğe olan yeteneği müzik öğretmeni Bedri tarafından saptanıp desteklenir. Bu arada Macide öğretmeni Bedri’ye duygusal bakımdan da ilgi duyar. Liseyi bitiren Macide konservatuarda okumak için İstanbul’a gelmiş ve akrabası olan bir ailenin yanında kalarak müzik eğitimini sürdürmektedir. Bu aile Ömer’in de akrabası olduğundan Macide ile Ömer uzaktan akraba çıkarlar. Ömer uzun süredir görmediği akrabalarını görmeye gittiğinde tekrar Macide ile karşılaşır ve ertesi günü sabah ona okula kadar yürüyerek eşlik eder. Belirli bir süre günlerini, gecenin ilerleyen saatlerine kadar birlikte geçiren âşık çift, Macide’nin babasının ölümü üzerine para yardımı alamaması yüzünden kaldığı evde sorunlar çıkınca birlikte yaşamaya karar verir.
Ömer’in ırkçı-Turancı çevresini zamanla Macide de tanır. Artık öğretmenliği bırakıp İstanbul’da müzisyen olarak çalışan ve Ömer’in de tanıdığı olan Bedri ile tesadüfen karşılaşmaları sonucu üçlü, sık sık beraber olur. Ömer çalıştığı yerde kasadan kaynına yardım için para alan muhasebeciden şantajla büyük miktarda para alıp bunu yayın işlerinde kullanmaları için Nihat ve arkadaşlarına verir. Bir süre sonra Ömer’in de içinde bulunduğu bu grup tutuklanarak cezaevine konur. Burada S. Ali’nin 1944 yılında açılacak olan ve Türkeş’in de sanıklarından olduğu ırkçı-Turancılar davasını çok önceden öngörebildiğini anlıyoruz. Ömer bu gelişmelerden sonra artık Macide ile ilişkisini bitirmeye karar verir. Bir süre sonra tahliye edileceği gün Bedri’yle görüşmesinde bunu ona söyler:
“Denilebilir ki: Genç kadın sensiz ne yapsın? Nereye gitsin? Bunu senin demeyeceğine eminim… Sen hepsini halledeceksin… Nasıl isterseniz öyle yapın… İstersen onu al, bir kardeş gibi yanında tut, istersen onunla evlen… Beni dünyada mevcut farz etmeyin… Tamamıyla ayrı yollara ve ayrı dünyalara gideceğiz… Ben bir molozdan bir adam yapmaya çalışacağım…”
Bedri, bu konuşmadan sonra tahliye olan Ömer’in sözlerini Macide’ye iletir:
“Beni hiç aramayın!.. Ne sen, ne Macide… dedi. Yalnız kalmak, yeni bir hayatı denemek istiyor… Kendini iki kişinin mesuliyetini yüklenecek kadar kuvvetli hissetmiyor!..” (İçimizdeki Şeytan, YKY, s. 252, 253.)
“Büsbütün başka bir hayat isteyen” Ömer, fiziksel dış görünümünden ruhsal gelgitlerine ve bir dönem (1926-27 ve yılları) Türk Ocağı’nda Nihal Atsız ve çevresiyle arkadaşlığına kadar birçok özelliğini Sabahattin Ali’den alır.
Macide’nin Sabahattin Ali’nin âşık olduğu kadınların yanı sıra daha çok eşi Aliye’ye benzediğini kızı Filiz Ali de belirtir. Yine Bedri’de de kendisi de birkaç yıl öğretmenlik yapan ve bu arada bir öğrencisine de âşık olan Sabahattin’i görmek mümkün. Ömer’in ırkçı-Turancı görüşleri nedeniyle başı derde giren yakın çevresindeki kişilerin de gerçek hayatta Peyami Safa, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan vb. oldukları açıktır. Ancak bunların romanda inandırıcı karakterler olmamaları, büyük ölçüde karton tipler olarak kalmaları ve ayrıca olay örgüsünde, özellikle Ömer, Macide ve Bedri üçgenindeki olayların gelişiminde varlıklarının gerekliliğinin ikna edici biçimde ortaya konulamaması eleştirilebilir.
Ancak edebi bakımdan tüm bu yetersizliklerine rağmen İçimizdeki Şeytan edebiyatımızda ilk kez kötülüğün kaynağı olarak Mephistopheles’in ya da eski Yunan’daki adıyla daimon’un ele alındığı romandır. Bunda Sabahattin Ali’nin, Goethe’yi, üstelik Almancasından okumuş olmasının elbette büyük payı vardır. Bilindiği gibi Goethe’nin Faust’unda Mephistopheles, ilk kez artık şeytanın, klasik metinlerde olduğu gibi dinsel bir günah unsuru olarak değil, bir edebi figür, “sanatkâr” şeytan olarak alınmıştır.
Antik Yunan’ın, ‘Daimon’um beni buna itti”(Sokrates) dedirten daimon’u, Kilise tarafından devralınarak Orta Çağ Hıristiyanlığı literatura’sındaki şeytan/iblis figürüne dönüştürülmüştür.
Goethe de Hıristiyanlığın bu geleneksel şeytan imgesini Faust’unda Mephistopheles figürü ile dinselliğinden arındırarak dünyasallaştırır. Faust, “İki ruh yaşıyor içimde” der. Romanda Faust’un izini sürelim:
“Ömer içinde birdenbire sevince benzer bir şey parladığını hissetti ve gene bir anda bu histen dolayı müthiş bir utanma duydu. Bu ölümü (Macide’nin henüz habersiz olduğu babasının ölümü) kendisine yardım edecek bir hadise olarak telakki etmenin pek dürüst bir şey olmadığını düşündü. Fkat içimizde, bizim “ahlak” tarafımızda hiçbir şekilde münasebete geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir “hesabi” tarafımız vardı ve lafta değilse bile fiilde daima o galip çıkıyor ve onun dediği oluyordu.” (İçimizdeki Şeytan, s.23)
Sabahattin Ali, yapıtının, ona adını verecek kadar önemli bulduğu temel izleklerinden daimon’u daha romanının başında tanımlıyor. Ancak bu roman için yazılmış “önsöz”, “takdim”/”sunu” vb. yazılar da dâhil bizim ikincil edebiyatımızda, daimon’un bir izlek olarak ilk kez Sabahattin Ali tarafından ele alınmış olması, Goethe’nin Faust’unun onun üzerindeki etkisiyle de irtibatlandırılarak yeterince ele alınmış değildir.
Ömer arkadaşı Nihat’la konuşuyor:
“Değil… değil… fakat şu muhakkak ki bugün olduğum gibi olmak da istemiyorum. Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki… bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız… Senin dünyaya hâkimiyet planların bile eminim ki onun mahsulü…”
Ömer, arkadaşı Hitlerci Nihat’ın “dünyaya hâkimiyet planları”nın sorumluluğunu da daimon’a yüklüyor. Ömer, arkadaşlarıyla bir meyhanede buluştuğu bir gün cebinden bilinen dergisini çıkarıp okumaya başlar ve birden gözleri parlayarak elindeki dergiyi masaya vurur ve;
“Bakınız… Bakınız” der, “Burada bir şiir var… Beni deli eden şeyleri ne kadar açık söylüyor. Siz beni anlamıyorsunuz… Eminim ki bunu yazan beni anlayacaktır…”
Anlatıcı bunun tanınmış şairlerden birinin “Şeytan” adlı şiiri olduğunu söyler. Sonra Ömer şiirin birkaç mısrasını okur:
Onu ben çocukluğumdan,
İlk rüyalardan tanırım.
Yalnız yürüdüğüm zaman
Odur arkamdaki adım.
Onun korkusu, içimde
Ürkek bir dünya yaratan…
Sonra Ömer haykırırcasına tekrarlar:
“Evet, evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…”
Ancak romanın başkahramanı Ömer sonunda Mephistopheles’inden, Goethe’nin anladığı anlamdaki “şeytan”dan kurtulur. Geldiği noktayı, bir bakıma tüm hayatının muhasebesiyle, Bedri’ye anlatıyor:
“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Hâlbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.. Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.”
İçimizdeki Şeytan’ı okuduktan sonra Nâzım, Mayıs 1943’te Bursa cezaevinden Sabahattin’e romanını “zevkle” okuduğunu yazıyor:
“ Bana Yurt ve Dünya ve Yürüyüş’ten başka — çünkü onları alıyorum — Ankara’da ve İstanbul’da çıkan mecmuaları okuduktan sonar yollarsan pek memnun olurum. İçimizdeki Şeytan’ı ve hattâ o satılmış vatan hainlerinden birinin broşürünü (Atsız’ın “İçimizdeki Şeytanlar” yazısı olan broşürü kastediyor.) bile okudum. Senin kitabını zevkle onunkini tiksinti ve merhametle.”
Kürk Mantolu Madonna: (1943) İlk yayımlandığında “uzun hikâye” veya “novella” olarak tasarladığı ve böyle de nitelediği fakat daha çok ekonomik kaygılarla tefrika olarak yayımlayan gazeteye yetiştirebilmek için sıkışık bir zaman süresi içinde yazmış olduğu bu son romanı günümüzde onun en tanınan yapıtıdır.
Kürk Mantolu Madonna iki ayrı anlatıdan oluşur: Bunlardan ilki, Ankara’nın bir kenar semtinde oturan ve bir işyerinde Almanca tercümanı olarak çalışan Raif Efendi’nin, iş arkadaşı olan yazar/anlatıcı tarafından “Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.” cümlesiyle anlatılmaya başlayan hikâyesidir. Diğeri de bir Dostoyevski tipini andıran, ölmek üzere olan Raif Efendi’nin anlatıcıdan sobada yakmasını istediği, çalışma masasının çekmecesinde bulunan siyah kaplı bir defterde anlatılan 30’lu yılların savaş öncesi Almanya’sında bir üniversite öğrencisiyken Maria Puder ile yaşadığı aşkın hikâyesidir. Toplam anlatıda ikinci hikâye birincinin dört katı daha uzundur. Bununla birlikte kısa olan bu birinci bölümde, savaş yıllarının başkent Ankara’sında baldızı, kocası ve iki kayınbiraderiyle birlikte oturan Raif Efendi ile yakın çevresindeki bu insanların, modernleşmeyle birlikte artan tüketim hırsları ve birbirlerine yabancılaşmaları ve Raif Efendi’nin yalnızlığı oldukça etkili biçimde anlatılır.
İkinci anlatıda genç Raif’i Almanya’da öğrenci olarak görürüz. Berlin’de bir resim sergisinde görüp hayran kaldığı portrenin sahibi olan Maria Puder ile tanışır ve Almanya’da öğrenim için bulunan bir yabancı genç ile artık Hitler’in ayak seslerinin duyulmaya başladığı bir ülkede bir Yahudi kızı arasında büyük bir aşk yaşanır. Ancak babasının ölüm haberi üzerine Türkiye’ye dönen Raif bir süre sonra Maria’dan hiç haber alamaz. Ailesinin ısrarıyla evlenen ve çoluk çocuğa karışan Raif, gerçeği Ankara’da karşılaştığı Maria’nın Almanya’daki bir yakınından öğrenecektir. Raif Efendi’nin Ulus’ta heykele çıkan yolda Maria’nın yakını bir Almana rastladığı bu sahne her nekadar roman gerçekliğinden uzaklaşsa da o yıllarda Ankara’da tercüman olarak çalışmakta olan Sabahattin’in gerçekliğine yaklaşır.
Raif Efendi’nin Berlin’deki yaşamının anlatıldığı ikinci bölüm birçok bakımdan edebiyatımızda bir ilki oluşturur: Bilindiği gibi Almanya, Max Frisch’in “Biz işgücü çağırdık ama insanlar geldi.” dediği 1960 sonrası işçi göçüyle birlikte Türk edebiyatında yer almaya başlamıştır. Ancak bundan çok daha önce henüz İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmış olan Kürk Mantolu Madonna’da Potsdam ve Berlin olay örgüsünde önemli bir yer tutar ve böylece Almanya ilk kez Sabahattin Ali’nin bu uzun öyküsüyle Türk edebiyatına girmiş olur.
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’den umulan ‘toplumcu gerçekçilik’ zemininde bir yapıt beklentisini karşılamadığından döneminde eleştiriyle karşılanır. Bunlardan birini, Nâzım’ın Mayıs 1943 tarihli mektubundan aktarıyorum:
“Gelgelelim senin iki kitaba ve son hazırladığın romana. Kürk Mantolu Madonna, ben bu kitabı hem sevdim hem de kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin iç yüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki, insan buradan ikinci kısma geçerken elinde olmıyarak: yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı, senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeğe başladığımız harikalı musiki birdenbire kesilmiş olmaz.”
Çok büyük bir şair olan Nâzım’ın aynı zamanda büyük bir eleştirmen olduğu da görülüyor, bu mektupta. Romanın iki kısmının birbirine bağlanmasında sorun görüyor. Birinci kısmın devamını müziğin kesilmemesini istiyor.
Sabahattin Ali’nin yakın dostlarından Mediha Esenel anlatıyor:
“Son zamanlarda yazdıklarından “Kürk Mantolu Madonna” arkadaşları tarafından, “fazla romantik, anlamsız bir yapıt olarak eleştirildi. Şöyle yanıtladığını anımsıyorum. “ Ne yapayım, bu eser benim kafamın içinde yıllar öncesinden hazırlanmıştı, yazıya dökmemek imkânsızdı.”( Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, s.83.)
Bitirirken İki Şehir Üzerine
Sabahattin Ali’nin çocukluk ve ilk gençliğinin geçtiği Edremit ve Balıkesir’den yüksek öğrenimine devam ettiği ve çalıştığı İstanbul, Berlin, Yozgat, Konya, Aydın Ankara gibi şehirlerin dışında hayatında ve bu hayatının sona ermesinde önemli rolü olan iki şehir daha var: Sinop ve Kırklareli.
Sabahattin, 1933 Mayıs’ında geldiği Sinop kalesinin cezaevi denen zindanından Cumhuriyetin 10. yıldönümü dolayısıyla çıkarılan genel aftan yararlanarak “özgürlüğüne” kavuşur. Yaklaşık 7 ay hapis yattığı bu süre içinde bugün çok sevilen şarkıların sözleri olan şiirlerini (Hapishane Şarkıları) ve “Bir Şaka”, “Kazlar”, “Bir Firar”, “Katil Osman” “Çaydanlık” ile “Duvar” adlı hikâyelerini burada yazdı. Ancak Sabahattin Ali’nin bu zindanda yatmış olması nedeniyle şehrin ve Sinop kalesinin son on beş, yirmi yıllık süre içinde bir turizm destinasyonu haline gelmiş olmasıyla yetinilmesinin de yazarımıza yapılan bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Kentin, Sabahattin Ali’yle bu çerçeveyi aşacak bir şekilde ilişkilendirilebilmesi için onun adına kütüphane, konser ve tiyatro salonu vb. kurumlar oluşturmak, yanı sıra periyodik olarak yapıtlarının ele alındığı bilimsel-edebi kongre, konferans, sempozyum vb. düzenlemek gibi yapılabilecek ve yapılması gerekenler Sinop halkı ve yerel yönetimleri tarafından bir an önce saptanıp, mutlaka planlanarak hayata geçirilmelidir.
Yazının konusu bakımından Sinop cezaevi, Sabahattin Ali’yle veya tersi, ilintili olduğundan bu zindanla ilgili bir başka rahatsız edici önemli husus da sanki burada — tanınmış olup olmamayı bir yana bırakalım — sadece erkek mahkûmlar kalmış gibi kadın mahkûmlardan hiç söz edilmemesidir.
Oysa bu ülkenin ilk kadın oyun yazarı Fatma Nudiye Yalçı Sinop zindanlarında yıllarca hapis yatmıştır. Yalçı’nın adının mutlaka anılması gereken yerlerde dahi anılmaması son derece üzücüdür. Örneğin Kemal Tahir kendisiyle yapılan bir röportajda 1938 Donanma davasından bahsederken “iki de kadın vardı” der ve aynı davada yargılandığı bu tutuklu kadınların adını dahi anmaz. Şimdi saygıyla söyleyelim bu kadınlardan biri, tam on yıl ağır hapis cezası verilen ve tutuklandığı 25 Nisan 1938’den cezasını doldurduğu 1948 yılına kadar günü gününe tamamlayan Fatma Nudiye Yalçı’dır; diğeri ise 18 yıla mahkûm edilen Emine Alev’dir. Nudiye Yalçı cezanın kesinleşmesinin ardından önce Sinop cezaevine 1946 yılında da Kayseri cezaevine gönderilir. 1930’lu yıllarda birçok Marksist eseri Türkçeye kazandıran Nudiye Yalçı yamış olduğu Beyoğlu 1931 adlı oyunuyla ilk kadın oyun yazarımız unvanını kazanmıştır. Fatma Nudiye Yalçı hakkında okurların Dipnot Yayınları’ndan çıkan Kadınlar Hep Vardı- Türkiye Solundan Kadın Portreleri’nde geniş bilgi bulabileceklerini hatırlatarak Kırklareli’ye geçiyorum.
Kırklareli, Sabahattin Ali tarafından artık kendisi için yaşanmaz hale getirilmiş yurdundan salt soluk alabileceğini inandığı yer(ler)e, sadece kendi çabasıyla oluşturduğunu sandığı bir ilişkiler ağı sayesinde geçiş yapabileceğini düşündüğü bir yer olarak seçilmiştir. Sabahattin Ali’nin Kırklareli ile olan ilişkisinin, onun yaşamının burada sonlandırılmasıyla sınırlı olması, zaten burasının Sinop gibi bir turizm destinasyonu haline gelmesini de çok zorlaştırmaktadır. Ancak Kırklareli’de de tıpkı Sinop’ta önerdiğimiz gibi yapılabilecek ve yapılması gerekenler, bu kentin halkı, onun sivil örgütleri ve yerel yönetimi tarafından programlaştırılıp hayata geçirilmeli ve böylelikle bu güzel kent bir “olay mahalli” olmaktan mutlaka çıkarılmalıdır.
Bu yazımı 16 Haziran 1944’de Lyon’da 26 direnişçiyle birlikte yaşamına Sabahattin Ali gibi insanlık düşmanlarınca (katil Gestapo sürüsünce) kurşuna dizilerek son verilmiş olan Annales Okulunun kurucusu çok kıymetli tarihçi Marc Bloc’un sözleriyle bitirmek istiyorum.
“ Geçmişin incelenmesi aslında bugünü anlama çabasından başka bir şey değildir ve bu çabaya tarihçi bir de tarihi “tersten okuma” çabası eklemelidir.”
73. yıldönümünde Sabahattin Ali’ye saygıyla ve sevgiyle…