Meriç GÖK yazdı: Yaşamından çok ölümü hakkında konuşulup yazılan, ancak ölümüyle ilgili birçok soruya, karşılık, en azından kesin bir karşılık verilemeyen bir yazarımızdır, Sabahattin Ali. Türk aydını, Sabahattin Ali cinayetiyle korkutulmuştur. Ve aslında Sabahattin Ali’nin öldürülmesindeki amaç da tam olarak budur.
Göklerde kartal gibiydim.
Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim,
Bahar vaktinde kırıldım .
Yaşamından çok ölümü hakkında konuşulup yazılan, ancak ölümüyle ilgili birçok soruya, karşılık, en azından kesin bir karşılık verilemeyen bir yazarımızdır, Sabahattin Ali. Ölüm tarihiyle, daha doğrusu öldürüldüğü tarihle başlayabiliriz bu sorulara. Hangi tarihte öldürüldü? Aylar sonra kemikleri üzerinden Dr. Cevdet Tan tarafından yapılan bir “otopsi”nin raporu ile emniyet ve savcılıkta alınan/verilen kırık dökük ifade ve tanıklıklara göre belirlenmiş bir 1948 yılının “2 Nisan”ı vardır, sadece ortada. Otopsi, denince anılan doktorun yaptığı, maktulün gerçekte ölüm nedeninin saptanması anlamında bir otopsi değil, sadece eldeki bir çuval kemiğin cinsiyet, yaş, boy gibi özelliklerinin tespiti ve bunların — kime de değil, fakat — nasıl bir kişiye ait olduğunun teşhis edilmesi işlemidir. 16 Haziran’da bulunan fakat kimliği tespit edilemeyen (?) cesede Hükümet tabibi tarafından yapılan adli muayenede “ölüm sebebinin fennen tayinine imkân olmayıp Adli tahkikatla meydana çıkabileceği” rapor ediliyor.
Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü haberi, sınır köyündeki cesedi 16 Haziran 1948’de bulunmuş ve üstelik teşhis edilmiş olduğu halde, kamuoyuna ilk kez 12 Ocak 1949 tarihinde (öldürüldüğü ileri sürülen tarihten yaklaşık dokuz buçuk ay sonra, cesedin teşhisinden de yaklaşık altı- yedi ay sonra) gazeteler vasıtasıyla adeta ilân edilir. 1948 Mayıs’ında, İstanbul savcılığında, altın çerçeveli gözlüğü, yeşil mürekkepli dolma kalemi, Puşkin’in kana bulanmış Almanca bir kitabı ve giysileri, Aziz Nesin’e teşhis ettirilir– buna ayrıntısıyla birazdan değineceğim. İstanbul savcılığının bu teşhis işlemine rağmen Sabahattin’in öldürülmüş olduğu hâlâ kamuoyuna açıklanmaz. Öldürüldüğü yer? Aylar sonra cesedi, Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın bir yerde (Sazara), bir dere yatağında bulunmuş olduğuna göre öldürüldüğü yer, gerçekten orası mıydı, yoksa başka bir yerde öldürülüp oraya mı bırakılmıştı, meçhul.
Peki, kim(ler) öldürmüştü? Yine S. Ali’nin öldürüldüğü tarihten aylar sonra, kaçakçılık suçundan gözaltına alınan eski bir astsubay ve eski bir sabıkalı olan Ali Ertekin, emniyetteki sorgusunda, suçlandığı fiiller dışında, ayrıca Sabahattin Ali’yi de öldürdüğünü “itiraf” etmiştir. Yani ortada cinayeti gören ve kendisini suçlayan biri yokken, Sabahattin Ali’nin cesedi bulunup katili araştırılmıyor veya aranmıyorken olay, sorgudaki bu “itiraf”la açığa (?) çıkıyor. Sanık, “milli duyguları galeyana geldiği” için S. Ali’yi başını taşla ezerek öldürdüğünü söylüyor. Bunu, kendisi için verilecek cezada hafifletici bir neden olacağı düşüncesiyle söylüyor daha doğrusu söyletiliyor. Ancak burada son derece tuhaf bir şey daha oluyor. Bu cinayet “itirafı” üzerine sanık, adliyeye sevk edilmiyor; tersine ileride kendisinden yararlanmak üzere Milli Emniyet (yani o zamanki MİT) tarafından serbest bırakılıyor.
Resmi tez bu. Fakat bu hikâyeye inanmak için hiçbir neden yok. Bir kere “milli hisleri galeyana gelerek” cinayeti işlediğini söyleyen kişi, astsubayken orduya ait silahları çalıp sattığı için yargılanmış ve bu suçundan dolayı hapis cezası verilmiş eski bir mahkûm. Yani öyle pek “milli duyguları” yüksek biri değil; böyle biri olmadığı da zaten kimi tanıkların ifadelerinden ve ilk tahkikatı yapan sorgu yargıcı Hüseyin Tarhan’ın mahkeme kararındaki yorumlarından da açıkça anlaşılıyor. Sorgu yargıcı, sanığın bu cinayeti, Sabahattin Ali’nin üzerindeki para ve kıymetli eşyanın gaspı amacıyla işlediğini düşünmektedir. Bu arada, yargıcın bu ilk karar metninde adli metinlerin o bilinen soğukluğu göz önüne alındığında yer yer, okuru bir hayli şaşırtan son derece edebi bir dil kullanmış olduğu dikkati çekmektedir. Örneğin, karar metninde Sabahattin Ali ile cinayeti üstlenen kişinin kamyondan ayrılıp sınıra doğru gidişleri şöyle anlatılıyor:
“ Vakit akşam, ortalık kararmaya başlamış, gecenin sessizliğinde iki yolcu telaşlı ve çekingen adımlarla Üsküp ile Yündolan köyleri arasında Sazara istikametinde ilerliyorlardı.”
“…evvelden temin ettiği sopayı Bulgaristan’a kaçmak için sabırsızlıkla geceyi bekleyen Sabahattin Ali’nin başına indirdi. Darbeler birbirini takip etti. Sabahattin birden Bulgaristan yollarının kapandığını anladı ve hayalleri ile beraber nefesi de söndü.”
Bir yargıcın adli metni değil, adeta bir romancı ya da hikâyecinin metniyle karşı karşıyayız. Maktulün büyük hikâyeci Sabahattin Ali olmasının, yargıç Tarhan’ı etkilediği anlaşılıyor. Devam edelim.
Bir takım pazarlıkların ve bu bağlamda özellikle kısa bir süre sonra af yasasının çıkacağının “çıtlatılmış” olmasının da cinayetin, adı geçen kişiye yükletilmesini kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu düşünülebilir. Böylece Emniyet’in mutat diliyle bir dosya kapatılmıştır. Öte yandan Sabahattin Ali’nin sorguda gizli istihbarat elemanları tarafından öldürülmeyip sınırda “güvenlik güçleri” ile bir kaçakçı grubu arasında çıkan bir çatışmada, o dönemin deyişiyle “müsademede” vurularak öldürüldüğü de öne sürülen bir diğer görüştür. Bu savı ilk olarak Yalçın Küçük, Edebiyat Cephesi dergisinde (1-31 Temmuz 1980) yazmış ve bunu daha sonra Bilim ve Edebiyat (1985) ve yine aynı yıl yayımlanan Aydın Üzerine Tezler 3 adlı bir hayli hacimli yapıtlarında yinelemiştir. Çok dayanaksız bir iddia. Böyle olsaydı, Emniyet için bu, Sabahattin Ali’nin en ideal ölümü olurdu ve anında açıklanırdı. Seksenli yılların bu tartışmasına yaşadıklarının ve bildiklerinin tümünü hâlâ yazarak ödeyemediğinden dolayı kendini çok borçlu hissettiğini belirterek başlayan uzun bir yazısıyla Aziz Nesin de katılmıştır. Sabahattin Ali’nin kişiliği ve öldürülmesi üzerine Sabiha Sertel’in Bir Roman Gibi’si ve Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım adlı anı kitapları ile Aziz Nesin’in ölümünden sonra yarım kalan dosyalardan Ali Nesin’in hazırladığı Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim adlı anı-portre kitabında bulunan çok değerli bir yazı dışında maalesef ciddi bir kaynak yoktur. Filiz Ali’nin Filiz Hiç Üzülmesin’inde ise Sabahattin Ali, ancak on yaşlarında bir çocuğun, baba-kız ilişkisi içinde hatırlayabildikleriyle sınırlı anlatılır.
Kendi kuşağında bu kadar çok insanı, üstelik içlerinde birçok yazar, ressam, akademisyen olan bunca aydını yakından tanıyan biri için neden bu kadar az kaynak var? Türk aydını, Sabahattin Ali cinayetiyle korkutulmuştur. Ve aslında S. Ali’nin öldürülmesindeki amaç da tam olarak budur. Hatta o kadar korkutulmuştur ki İstanbul’a cenazesinin getirileceği söylenen gün, bu yakın çevresinin bir “provokasyon” endişesiyle dışarı çıkmaya dahi korktuğunu Sabiha Sertel anlatır.
Aziz Nesin, çıkardığı haftalık Başdan adlı derginin 18 Ocak 1949 tarihli Sabahattin Ali özel sayısında birçok yazardan yazı istediği halde aralarında Rıfat Ilgaz’ın da bulunduğu dört kişi dışında kimseden yazı gelmez. O kadar korkutulmuştur ki, haklarında hiçbir yasaklama kararı olmamasına karşın yapıtları — 1966 yılında basılan Yeni Dünya dışında — 1969-70’e kadar neredeyse tam 20 yıl Türkiye’de basılmaz.
Uydurma “sanık” ifadelerine dayalı hikâyesiyle cinayet, kulaktan kulağa, tıpkı yazılı kültür öncesi sözlü kültür aktarımlarında olduğu gibi öldürülme biçimine sürekli bir şeyler katılarak anlatılır. Bu anlatımlarda cinayet aleti kimi zaman sopa veya odun kimi zaman taş oluyor — bu, Filiz Ali’de, Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel’de odun veya sopadır. Sabahattin’in başının taşla ezilmesiyle cinayet kasıtlı biçimde daha bir hunharlaştırılır. “Emniyet” kurgulu anlatıda öldürülme anında Sabahattin Ali’ye kitap okutturularak sanki oraya sınırı kaçmak için gelen biri değil de piknik yapan birine dönüştürülür. Ancak büyük hikâyecimizin öldürülmesine dair bu hikâyelerde dikkati çeken bazı yönler vardır: Bir yandan bu anlatı, M. Kemal Atatürk’e ait olup olmadığı tartışmalı olan — ancak 1923-38 arasındaki uygulamalara bakınca tartışılmasına da pek gerek olmayan — o, “yılanın başı” metaforuna gönderme yapılan ünlü “Komünizmin başı, görüldüğü yerde ezilmelidir.” sözünü akla getirirken, öte yandan buna eklenen okunmakta olan kitapla, her türlü muhalif aydın kimlikli tavrı, “yıkıcı neşriyatla” ilişkilendirerek kitabı ve kitap okumayı “zararlı” bulan dönemin egemen düşüncesini yansıtmaktadır. Bu düşünce o kadar etkilidir ki, karısı Aliye, Sabahattin’in evdeki kitaplarını satarak bunlardan “kurtulacağını” söylemek zorunda kalmıştır. ( Osmanlı ve Cumhuriyet boyunca kitabın ve kitap okumanın öyküsünü, kitap okurunun gördüğü baskıları, yazımını bugünlerde bitirdiğim ve yakında yayımlanacak olan “Okumanın Büyülü Dünyası” adlı kitabımda geniş şekilde ele aldım.)
Onun siyasal görüşlerine gelince, kendisi kesinlikle komünist olmadığı halde, Hitler gibi alnına perçem düşüren Nihal Atsız’ın başını çektiği çektiği ırkçı-faşist kesimlerce komünist olarak görülen bir aydındır. Burada, birazdan tekrar değineceğim N. Atsız’ın, 1 Nisan 1944 tarihli Orhun dergisinde yayınlanan, dönemin faşizan başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı, S. Ali’yi ve dönemin önde gelen aydınlarını devlet görevinden atılması için ihbar eden açık mektubu hatırlanmalı. Ancak 40’lı yılların revaçta olan anti-komünizmi sadece ırkçı-Turancı akımla sınırlı değildir. Sözgelimi iktidardaki CHP’nin tek parti rejiminin önde gelen yönetici kadrolarının “sağ ve sol cereyanlara karşı” gelenekselleşmiş hassasiyetinde de bunu görmek mümkün. Bu kesimin zaman zaman (1950’den sonra da DP’nin) sözcülüğünü yapan Vatan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin Yalman, 19 Ocak 1949 tarihli yazısında başta S. Ali’nin yazarlığını, kendi deyişiyle “fikri meziyetlerini”, övdükten sonra, dönemin egemen bakışını da yansıtan şu satırlara yer veriyor:
“Neden böyle? Çünkü kızıl barbarlığın tehdidine ve tezvirlerine maruz bulunan Türk milleti beka gayesini her şeyin üstünde tutmaktadır. Bugün milletimiz için Sabahattin Ali’nin bariz vasfı fikri meziyetleri değil, her nasılsa kızıl hastalığına tutulmuş, Türk cemiyetine karşı gelmiş, bilerek, bilmeyerek düşman kundaklama emellerine hizmet etmiş, diğer kıymetli fikir adamlarını baştan çıkararak hastalığın sirayetine yol açmış bir adam olmasıdır.”
Ne kadar bildik bir dil, değil mi? Yetmiş yıl önce yazılmış olmasına karşın sanki bugün yazılmış gibi. S. Ali, yazar olarak ne kadar değerli olursa olsun, “kızıl hastalığı”na yakalanmış bir hastadır. Peki, iyileşmiyorsa, ne yapmalı? Hapishanelerde yıllarca yatırıldıktan sonra ‘hasta’ hâlâ iyileşmiyorsa ne yapmalı? Yapılacak şey, Sabahattin Ali’yi öldürerek ve 12 Ocak 1949’da başlayan, bir merkezden yapıldığı açık olan medya bombardımanı yayınlarla ve mutlaka öldürülme biçimine vurguyla halka, fakat özellikle de ‘ilgilileri’ne adeta ilan edilerek duyurulmuş ve gösterilmiştir.
Aziz Nesin anlatıyor:
1948 Mayısının bigünü evime gelen polis savcılıktan istendiğimi söyledi. Gittim. Savcı bir paket içinden ince altın çerçeveli bir gözlük çıkardı. Gözlüğün çerçevesi ve camları kırıktı.
Bu gözlüğün kimin olduğunu biliyor musunuz? dedi.
Hemen tanımıştım Sabahattin Ali’nin gözlüğü… İşin içyüzünü anlayamadığım için, belki yanılabilirim diye,
— Bilmiyorum… dedim.
Savcı bu sefer paketten bir dolma kalem çıkardı:
Bu dolmakalem kimin biliyor musunuz?
Bilmiyorum,.
Kana bulanmış Puşkin’in Almanca bir kitabını, sonra yeşil mürekkeple yazılmış bir defter
gösterdi. El yazısını görünce,
Bu yazı Sabahattin Ali’nin… dedim, hep yeşil mürekkep kıllanırdı, el yazısını da tanırım
Savcı, açık kahverengi, damalı spor kumaştan ceket ve golf pantolonu gösterdi. Elbise kan içindeydi. Çok iyi bildiğim Sabahattin’in elbisesiydi.
Sabahattin’in elbisesi… dedim.
Savcı ağladığımı görünce açıkladı:
Bulgaristan sınırında köylüler bir ceset bulmuşlar, üstünden bunlar çıkmış Sabahattin Ali’nin olduğu tahmin edildi. Yakın arkadaşlarına eşyalarını gösterip soruyoruz.
“Yakın arkadaşlar”a,Türkiye Sosyalist Partisi genel başkanı Esat Adil ile karı-koca Cimcozlar’a da aynı gün bu eşyalar sorulmuştur.
Aziz Nesin’in ifadesiyle Mayıs 1948’de özel eşyaları gösterilen, ilk sorgu yargıcı Tarhan’a göre Haziran 1948’de bulunan ve otopsi(!) sonucu Nisan başlarında öldürüldüğü tahmin edilmekle birlikte kimliği teşhis edilemeyen (?) bir cesedin kimliğinin açıklanması için 1949 yılının 12 Ocak’ına kadar aylarca beklendiği anlaşılıyor. Peki aylarca niçin beklenmiş olabilir? Çok açık: Birincisi ve en önemlisi, cesedin, artık üzerinde ölüm nedeninin saptanamayacak bir hale gelmesi. İkincisi, bu birincisi olurken, cinayeti üstlenecek birinin bulunması. Ve son olarak, bu ikisi olduktan sonra da kamuoyuna açıklamak için siyasal bakımdan en uygun zamanın gelmesi. İşte tüm bunların nihayet oluştuğuna kanaat getiren çete, 12 Ocak 1949’da tek merkezden hazırlayıp yaydığı ‘haberler’le, aylar önce öldürdüğü yazarın ardından bir kez daha saldırıya geçer. Aziz Nesin anlatıyor:
“O günlerin birçok – hemen hepsi – fıkra yazarı, başyazarı, gazetecisi, Sabahattin Ali’ye iğrenç biçimde sövmeye başladı. Sabahattin Ali’ye sövme yarışı, yurtseverlik gösterisi biçimine girmişti. Bu ağır iğrenç sövgüleri yazanların içinde, Sabahattin’le arkadaşlık etmiş olanlar da vardı. Öyle bir yılgınlık dönemiydi ki, Türk edebiyatının övüncü olan bir yazara yapılan bu saldırılara hiç kimse karşı çıkamıyor, cevap veremiyordu. Öyle kapkaranlık bir dönemdi ki, dinsel ve ulusal geleneklerimizi de çiğneyerek bir ölünün arkasından sövenlere cevap vermek, büyük tehlikeleri göze almak olurdu. Durum dayanılır gibi değildi.” ( Aziz Nesin, Birlikte Yaşadıklarım Birlikte öldüklerim, s.335.)
Sabahattin’in karısı Aliye’nin tanıklığı dönemin havasının ne denli boğucu ve aydınların ne denli korku dolu olduğunu göstermesi bakımından önemlidir:
“Bir gün Cevdet Kudretler beni evlerine çağırdılar. “Rasih Nuri İleri, sana Sabahattin’den bir mektup getirmiş, hemen oku” dediler. Korku içinde idiler. Beni odada yalnız bıraktılar. Mektupta şunlar yazılı idi.
“ Sevgili karıcığım, bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa veya Londra’da olacağım. Filiz’in okulu biter bitmez sizi yanıma aldıracağım. Mehmet Ali Aybar ve Mahmut Dikerdem sizinle ilgilenecek. Size İş Bankasında şu numaralı hesabımla para gönderiyorum. Rauf Çallılar da size matbaa parasından gönderecek. Sen benim tutumlu karıcığımsındır, idare etmeğe çalışırsın. Filiz’i ve seni hasretle binlerce defa kucaklar, dudaklarından öperim.”
Mektup hiç eksiksiz aklımda kaldı. Cevdet mektubu aldı, hemen sobaya atıp yaktılar ve bana da bugüne kadar mektupta ne yazdığını sormadılar. Hâlâ hayret ederim. O sırada Ankara’da çok terör vardı, ben ki sade bir kadınım, tanıdıklar, birkaç ahbap hariç, bana selam vermeye korkuyorlardı… Mehmet Ali ve Mahmut da beni arayıp sormadılar. Ankara’nın o günkü havası onlara da tesir etmiştir. Haklı buluyorum. Türkiye o dönemdeki gibi korku havasına bir daha hiçbir zaman gelmemiştir.”
Sadece biraz daha soluk alabileceği bir yere gitmek düşüncesiyle sınırdan kaçmak isterken organize bir kötülük şebekesi tarafından katledilen Sabahattin Ali’nin karısına yazdığı son mektubu, içinde ne yazdığını dahi bilmeyen ve daha sonra da bilmek istemeyen ‘yakın dostu’ tarafından, okunur okunmaz sobaya atılıp yakılıyor. Herkes korkuyor, çok korkuyor. İşte Sabahattin böyle bir ortamda kaçmaya çalışmıştı? Herkes gibi o da korkuyor. Üçüncü kez hapse girmekten korktuğu için kaçıyor. Bu, temelsiz bir korku değildir. Önünde, on yıldan beri cezaevinde yatan Nâzım örneği var ve kaçma planları yaptığı son aylarda yakınlarına sık sık” Beni Nâzım gibi hapishanelerde çürütemeyecekler!” diyor.
Markopaşa’dan dolayı Üsküdar Cezaevinde tutukluyken karısı ve kızıyla birlikte ziyaretine gelen Sabiha Sertel anlatıyor:
“ Dergide (Markopaşa) yazdığı yazılar yüzünden Sabahaddin aleyhine savcılık tarafından çeşitli davalar açılmıştı. Sabahaddin’i tevkif ettiler. Üsküdar hapishanesinde yatıyordu. İkide bir ziyaretine gidiyorduk. Bir gün arkadaşlar, karısı Aliye ile kızı Filiz’in babasını görmek üzere İstanbul’a gelmek istediklerini, paraları ve gidecek yerleri olmadığını, bizde misafir kalıp kalamayacaklarını sordular. Memnuniyetle kabul ettik.
Aliye ile Filiz geldiler. Bir gün Sabahaddin’i ziyaret için beraberce hapishaneye gittik. Sabahaddin bizi hapishane müdürünün odası yanında, küçük bir odada karşıladı. Filiz’in boynuna sarıldı, çocuk gibi ağlamaya başladı. Babasının ağladığını gören Filiz de ağlıyordu. Karısı, kızı alıp dışarı çıkardı. Yalnız kalınca sordum.
-Sabahaddin bu ne ha? Senin gibi bir adama ağlamak yaraşır mı?
Eğildi ve yavaşça kulağıma fısıldadı:
-Bunlar beni, Nâzım Hikmet gibi hapishanelerde çürütecekler. Aleyhime açılmış daha beş dava var. Ben kaçmaya karar verdim. (…) Kaçacağım.” ( Sabiha Sertel, Roman Gibi, Demokrasi Mücadelesinde Bir Kadın, Belge Yayınları, İkinci Baskı: 1987, s.366.)
Başka yakın dostları da Sabahattin’in o dönemde (1947; 1948’in ilk ayları) ağladığına tanıklık ediyor. Öyle anlaşılıyor, sinirleri iyice bozulmuştur. On beş yıl önce Sinop cezaevinde “ağladığın duyulmasın” diyen Sabahattin’in bu kez ‘ağladığı duyuluyor’. Ülkede 1930’ların ikinci yarısından itibaren başlayıp 1960’a kadar süren aydınlar üzerindeki baskıcı-boğucu hava, 1940’larda iyice ağırlaşır. Ülkede oluşturulan bu iklimin başlıca kilometre taşlarını şöyle sıralayabiliriz:
1934 yılının 21 Haziran ile 4 Temmuz’u arasında Edirne, Kırklareli, Çanakkale ve Tekirdağ’da yaşanan ve Trakya pogromu olarak nitelenen Yahudilere yönelik kitlesel yağma ve şiddet. 1938 donanma ve Harp Okulu ve Donanma Davalarında, daha çok Hitler Almanya’sının Türkiye’ye karşı izleyeceği politikayı yumuşatmak/yatıştırmak için Nâzım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Kerim Korcan ve arkadaşlarına onlarca yıl hapis cezası verilir. 1943 Varlık Vergisi; bu vergi azınlıklara karşı ekonomik ve toplumsal bir baskı aracı olarak çıkarılmış ve ( kesilen parayı ödeyemeyen Rum, Ermeni ve Yahudileri taş ocaklarında zorla çalıştırma dâhil) acımasızca uygulanmıştır. 4 Aralık 1945’te yüzlerce ırkçı-faşist tarafından Tan matbaasına düzenlenen örgütlü saldırı. 2 Nisan 1948’de Sabahattin Ali’nin öldürülmesi.
TKP’lilerin topluca tutuklanıp işkenceden geçirilmesi-‘1951 TKP tevkifatı’ olarak anılan toplu davada 187 komünist aydın tutuklanmıştır. Ve son olarak ‘6-7 Eylül Olayları’ (1955) olarak anılan başta İstanbul olmak üzere tüm yurtta Rumların, Ermeni ve Yahudilerin ev ve işyerlerine yapılan yağma, tecavüz ve öldürme olayları. (Bu, devlet aygıtı içindeki örgütlü çete tarafından yönlendirilen saldırının ardından da mutat ‘komünist tevkifatı’ kapsamında yüzlerce aydın tutuklanır.)
4 Aralık 1945 günü yapılan saldırı, bu baskıcı politikanın bir kırılma noktasıdır. Savaş boyunca anti-faşist bir yayın politikası izlemiş olan Sertel çiftinin matbaası saldırıdan bir gün sonra İkinci Dünya savaşı yıllarında devlet eliyle zengin olacakların adlarını açıklayacağı günün arifesinde saldırıya uğramıştır. Stalin’in ünlü sorusunu soralım: Bu, bir tesadüf müdür?…
Nâzım, Bursa cezaevinde haber aldığı bu saldırı üzerine o ünlü dizelerini yazar:
Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
Akar suyun
Meyva çağında ağacın
Serpilip gelişen hayatın düşmanı…
Sana düşman
Bana düşman
Vatan ki bu insanların evidir
Sevgilim onlar vatana düşman
Aziz Nesin de Tan matbaasına yapılan bu faşist saldırı üzerine “Ey Türk Faşisti!” hitabıyla başlayan şu nazireyi yazar:
Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri
ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli, gazeteleri
çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar
tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..
Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri
yanı başında bulacaksın.
Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar,
bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye
tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir.
Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları
mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri
kapatılmış, evleri tarumar edilmiş, çoluk-çocuğu
dağıtılmış, haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş
olabilir.
Ülkenin içinde bulunduğu ve uzun yıllar süren bu boğucu hava, birçok aydının salt canını kurtarmak için yurdundan ayrılmasına yol açmıştır. Hitler Almanya’sının Türkiye’yi S. Ali’nin öldürülmesinden birkaç sene sonra ( 17 Haziran 1951) Nâzım İstanbul boğazında bindiği bir gemiyle Bulgaristan’a kaçar ve oradan da Sovyetler Birliğine geçer. Sertel çifti, 9 Eylül 1950’de havayoluyla bir daha dönmemek üzere Paris’e kaçar. Önemli hikâyecilerimizden Fahri Erdinç 1949 yılında iki arkadaşıyla birlikte Edirne üzerinden Bulgaristan’a kaçar. Olağanüstü güzel insanlardan, bu iki kardeşi tanıyan herkesin, Vedat Türkali’nin ifadesiyle ‘sevgiyle, saygıyla” söz ettiği Ermeni İhmalyan kardeşlerden büyüğü olan Vartan, 1944 ve 1946 yıllarında “tabutluklar”ıyla da ünlü San(a)saryan handa sorgulanır ve aylarca tutuklu kalır (aynı yıllarda Aziz Nesin ve Sabahattin Ali de bu ünlü işkence yerinde kalmıştır -bu mekânın bilinen konuklarından sadece birkaçını anmakla yetiniyorum: Vedat Türkali, Mihri Belli, Ruhi Su, Ahmet Arif, Attila İlhan); 1948 Temmuz’unda vapurla Marsilya’ya kaçar, Fransa’da sekiz yıl kaldıktan sonra, 1956’da Budapeşte’ye, birkaç yıl sonra da Sovyetler Birliği’ne gider. Kardeşi ressam Jak ise İstanbul’daki 1944-47 yılları arasındaki üç yıl tutukluluğun ardından 1949 yılında pasaportsuz olarak Suriye üzerinden Beyrut’a geçer; birkaç yıl burada kaldıktan sonra belirli süreler Polonya ve Çin’de kalır ve 1961’de Sovyetler Birliğine gider.
İşte Sabahattin Ali’nin yukarıda andığım birçok aydın gibi, bir biçimde canını kurtarmak ve korkusuz bir yaşam kurmak umuduyla 31 Mart 1948’de İstanbul’dan bir kamyonla sınıra doğru yaptığı bu yolculuk, ne yazık ki, devlet aygıtının içinde çöreklenmiş faşist katillerin alçakça işledikleri bir cinayet sonucunda henüz 41 yaşında ve en verimli döneminde olan bu çok kıymetli yazarımızın sonsuzluğa doğru çıktığı son yolculuğu olur.
(Devam edecek)