Salih Zeki TOMBAK yazdı: Rüzgar sadece iktidarı değiştirmek için değil; siyaseti değiştirmek için de uygundur. İşaret parmağınızı ıslatın ve topluma doğru çevirin. Rüzgarı hissedersiniz.
14 Haziran’da Brüksel’de yapılan NATO Zirvesi’nde, ABD Başkanı Biden ile Erdoğan arasında yapılan yüz yüze görüşmeye dair, Türkiye’de geniş bir muhalif kesimde, oldukça iyimser beklentiler oluştuğunu biliyorum.
Bu iyimserlikte, AB’nin Türkiye’deki rejime karşı, demokrasi yönünde herhangi bir etkide bulunması ihtimalinin neredeyse tamamen ortadan kalkmış olmasının rolü büyüktür.
İnsan umutlu bir mahluk. Ülke içindeki mücadelenin inançlı bir parçası olsa bile, dünyanın umurunda olmak istiyor.
Benim yaşıtlarım, ömürlerini başka ülke halklarının başına gelen acı olaylar karşısında dayanışmayla; Türkiye’nin başına gelen askeri/ faşist darbeler karşısında, başka ülkelerin demokrasi güçlerinin bizimle dayanışma çabalarından duygulanmayla geçirdi.
Kürt halkının yaşadığı acıları “duymamak için”, gene bizim kuşaktan bir çok “ilerici/devrimci” insanın ortaya koyduğu “entelektüel çabaları” da not edeyim ki, sadece dış dünyaya sitem ettiğim düşünülmesin.
1976’da, genç bir sosyalist olarak, Behice Boran’ın Genel Başkanı olduğu, o günlerin Türkiye İşçi Partisi’nde katıldığım ilk kitlesel eylem Şili’deki Pinochet darbesine karşı Şili’li müzisyen Parra kardeşlerin de katıldığı “Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi” idi.
“İyimser beklentiler” ile, Erdoğan liderliğindeki AKP-MHP rejiminin, Biden tarafından, Osman Kavala gibi, cezaevlerinde hukuksuz olarak tutulan çok sayıda siyasi rehinenin serbest bırakılması yönünde etkilenmesi; HDP’nin kapatılması, milletvekillerinin hapse atılması gibi uygulamaların, keza ağır ve sistematik insan hakları ihlallerinin durdurulması ve benzerlerini kastediyorum.
Tabii bu iyimserlikler durup dururken ortaya çıkmadı. Biden yönetimi, Brüksel’e, NATO’nun kendisini sadece askeri bir ittifak olarak tarif etmek yerine, artık daha çok demokrasi kriterleri, insan hakları, bireysel haklar alanlarında üstleneceği öncü rol ile tanımlaması gerektiğine dair iddialarla gelmekteydi.
Soğuk Savaş boyunca SSCB ve dostlarına karşı, “Hür Dünya” sloganı ne kadar özgürlükçü bir dünyaya denk düşüyor idiyse; şimdi otoriter/totaliter rejimlere karşı, (ÇHC, Rusya Federasyonu, Kuzey Kore kastediliyor), “demokratik değerler, bireysel hak ve özgürlükler ile insan hakları iddiaları da o kadar vaadkar görünüyor.
Nitekim bu ifadeler, zirvenin sonuç bildirisinde de madde madde yeraldı. Kendisini tanıyan hiç kimsenin şaşırmayacağı bir tutumla, Türkiye adına Erdoğan da bu “sonuç bildirisi”ni imzaladı.
Neticede NATO, bir savaş örgütü olmaya devam ediyor.
Madem Batı Düşmanısın ve NATO’dan kopuyorsun!
Diğer taraftan Erdoğan ve rejimin önde gelen isimleri, uzun süredir şahsen Biden, Makron ve Merkel gibi devlet başkanları için kullandıkları ağır ve hakaretamiz sıfatlar ve hep beraber yürüttükleri batı karşıtlığı ile Türkiye toplumunu Taliban Afganistan’ıyla yarışır bir batı düşmanlığı çizgisine çekmiş bulunuyorlar.
Burada karşı olunan şeyin kalıcı olarak “Batı değerleri” denilen ve devletlere, kendi iç muhalefetleri tarafından ağır bedeller ödenerek kabul ettirilmiş demokratik değerler ve yaşam tarzına dair olduğunu belirtmeliyim. Yoksa devletlerin kendisiyle bir yandan savaşılırken bile, alttan alta ilişkiler sürdürülmüştür. Geçmişte İngiltere ile, bugün ABD, İngiltere, İsrail, Almanya ve Rusya ile ilişkiler tam olarak bu biçimde yürütülmektedir.
Bugünkü Batı karşıtlığının merkezinde elbette ABD bulunuyor. Bu arada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik temsilciliklerinde çalışan 3 Türkiye vatandaşı personelin de uzun ve hukukiliği şüpheli tutuklulukları, bir pazarlık konusu olarak, devam ediyor.
Aynı Batı karşıtı propaganda kampanyasına bakılırsa, Türkiye çoktan NATO’dan da ayrılmanın eşiğine gelmiş bulunuyor. Bu durum sadece Türkiye’den böyle görünmüyor. Daha çok Batı kamuoyu, Türkiye’nin bir S-400 bataryası satın alması ve Rusya ile çok kapsamlı ekonomik ve siyasi ilişkileri üzerinden, NATO ile ilişkilerinin kopmanın eşiğinde olduğunu düşünüyor.
Durum bu kadar kötü görünüyorsa ve ABD’nin yeni yönetimi demokrasi, bireysel haklar, özgürlükler ve insan hakları kırmızı çizgilerimizdir diyorsa, “totaliter liderlerin halklarından çaldıklarını geri vereceğiz” vaadinde bulunuyorsa, iyimser beklentilerin oluşmasında bir acayiplik bulamayız.
Tabii ABD’nin Türkiye büyüklüğünde ve Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada bulunan bir ülkenin siyasi iktidarına yapabilecekleri oldukça sınırlıdır. Ve pek çok şey göründüğü veya iddia edildiği gibi değildir.
ABD’nin Yakın Tarihte İhraç Ettiği Demokrasi!
En son demokrasi hamlelerini hatırlayalım:
1983’de Reagan yönetimi, Karayip Denizi kıyısında, Küba ve SSCB dostu Grenada’yı işgal etmiş ve sosyalist yöneticilerin bazılarını öldürmüş, kalanını “esir almıştı.” 1989’da, gene Reagan yönetimi, Panama’yı işgal etmiş ve uyuşturucu işine bulaştığını iddia ettiği Başkan Noriega’yı tutuklayıp, Amerikan hapisanelerine tıkmıştı. Sonra Afganistan’ı ve Bağdat’ı bombalamış; arkasından, büyük askeri birlikler yığarak bu iki ülkeyi işgale girişmişti. Irak’ı ikinci hamlede tamamen işgal ettiğini herkes hatırlıyor. En son Türkiye’nin erketeliğinde, Fransa’nın ve İtalya’nın da içinde olduğu bir NATO “sırtlanlar” koalisyonu ile Libya’ya demokrasi ihraç edildiğini hatırlıyoruz.
Libya’da Kaddafi de, ABD Büyükelçisi de feci şekilde öldürüldüler.
Yakın tarihe dair bu olayları hatırlamamın nedeni, ABD’nin bize taşıdığı Seferberlik Tetkik Heyeti (Özel Harp Dairesi), bu kontrgerilla örgütlenmesinin örtüsü olarak MHP adlı suç organizasyonu, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ve nihayet Siyasal İslamcı bir iktidar ve rejimdir. Açıkçası ABD’nin desteklediği Atatürkçü darbelerden, maaşlarını ABD’nin ödediği milliyetçi kontralardan ve nihayet siyasal islamcılardan bu ülkenin bir hayır görmediği aşikar. Geriye ne kalıyor?
Zirve: Ölümle Korkut, Sıtmaya Razı Et!
Zirvelerde, masadaki problemler ne olursa olsun, kimse kimseyi ayağından tavana asıp, kemerle dövmüyor. Böyle bir muamele görmediği için “hamdolsun” diyenler olabilir.
Bazen Rusya savaş uçaklarının saldırısı sonucu hayatını kaybetmiş en az 34 askerini toprağa verdikten sonra gittiğin Kremlin’de, duvarlarında muzaffer Rus Generallerinin portrelerinin asılı olduğu bir salonda, had bildirici “ayakta bekletme” muamelesine maruz kalır ve önüne konmuş, birliklerini nereye kadar geri çekeceğine dair anlaşmayı imzalarsın. Cezayı “kemer” sanıyorsan, cezayı görmeyince sevinir “hamdolsun” dersin.
Bunlar olur, anlayana!
Ama Grenada ve Panama Başkanlarına, Kaddafi ve Saddam’a yapılan muamelelerin benzerleri, Türkiye gibi büyük bir devletin yöneticilerine, ne görev başındayken, ne görevlerinden ayrıldıktan sonra yapılamaz.
Pakistan’nın eski devlet başkanlarından Ziya Ül Hak ve komuta heyetinin başına gelen, hepsinin birlikte “Hakkın rahmetine” kavuştuğu helikopter kazasının da ABD imzası taşıdığına inananlardanım.
Bunlar ABD çıkarlarına zarar veriyorsanız veya son kullanma tarihiniz geçtiği için zararlı olmaya başlamışsanız başınıza gelebilecek uç ve sert örnekler. Zirvelerde olmaz böyle şeyler.
Biden’in elinde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik çöküş sürecini hızla derinleştirecek bir “açıklama yapma” veya Erdoğan’ın ve yakın çevresinin “mal varlığını” gündeme getirme gibi maliyetsiz görünen ama oldukça “ikna edici” imkanlar vardı.
Zirve’de bunların konuşulduğuna dair bir bilgimiz yok. Çünkü Erdoğan’ın tercümanı ve “sır katibesi” Merve Kavakçı’nın kızı idi. ABD tarafı ise zirve hakkında kamuoyu önünde konuşmayacağını açıkladı.
Zirve öncesinde Rusya Federasyonundan satın alınmış S-400 Hava Savunma Sistemi, Doğu Akdeniz’de, Ege’de, tartışmalı sahalarda petrol ve doğal gaz arama, bu faaliyetlerin devamı niteliğindeki askeri güç gösterileri; Libya’da, Karabağ’da, Suriye’nin ve Irak’ın Kuzeyinde yürütülen yoğun askeri faaliyetler gibi konular masada görünüyordu.
Biden, 24 Nisan tarihini, 1915’te Ermeni halkının maruz kaldığı acıları kastederek, “Ermeni Soykırımını Anma Günü“ olarak tanıyacağını, 23 Nisan günü Erdoğan’ı arayarak bildirmişti.
Erdoğan, Zirveye katılmak üzere ülkeden ayrılırken, “Biden’in 24 Nisan mesajı bizim için çok olumsuz bir süreç olmuştur. Bu yaklaşım bizi ciddi manada üzmüştür. Bunu gündeme getirmeden geçmemiz doğru değildir. Türkiye rastgele bir ülke değildir.” demişti.
Görüşme sonrası, “Biden’ın Soykırım açıklaması gündeme geldi mi?” şeklindeki “çanak” soruya, “Hamdolsun gelmedi” cevabını verince, “bu konuyu gündeme getirmesi gereken sendin, bu Hamdolsun, neyin nesidir?” tepkisi verdik. Halbuki o “Hamdolsun”, Erdoğan için zirvenin ve her şeyin merkezinde yer alan, kendi iktidarının bekasıyla ilgiliydi.
Zirveden iktidarının bekasına dair bir tehdit algılamamıştı. Belki tehdit gelmemişti. Belki geldi de anlamamıştı.
ABD, işbaşındaki yönetimle çalışır, yönetimde olduğu sürece. Özellikle Türkiye gibi, “Türkiye’deki ABD’nin” çok güçlü olduğu devletlerle ilişkilerde bu kural daha da geçerlidir.
Zirve’nin Ödevleri Önceden Yapıldı Zaten
Öncelikle iki devlet arasındaki konular, zirve öncesinde, uzman heyetler arasında görüşülür, müzakere edilir. Müzakereler belirli bir olgunluğa ulaştığında, Bakan yardımcıları veya bakanlar seviyesinde tıkanma noktaları, anlaşmaya varılan konular vb, üzerinden geçilir. Nitekim ABD Dış işleri Bakan yardımcılarının en deneyimlisi yakın zamanda Türkiye’ye geldi ve görüşmeler yaptı.
Çok önceleri gelen açık mesajlardan dolayı, zirveden çok önce, AKP-MHP rejimi önüne konulan ev ödevlerini yapmış; ayrıca NATO ve ABD için çok önemli bazı rolleri çoktan üstlenmiş ve yeni görevlere talip olmaya hazırlanmıştı.
– Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile gerilim yaratan, ihtilaflı sularda doğal gaz arama ve sondaj çalışmalarına çoktan son verdi.
– Ortadoğu’daki ABD dostları ile Mısır ve Suudiler başta Körfez emirlikleriyle ilişkileri düzeltmek için adımlar attı.
– İsrail’e göndereceği yeni Büyük elçiyi belirledi. İsrail’in iç siyasi gerilimleri nedeniyle Büyükelçilerin atanması beklemede kaldı.
– Türkiye’nin Libya’dan çekilmesini Batı istiyor gibi görünüyorsa da, bu konuda ABD ve İngiltere’den bir basınç geldiğini kimse söyleyemez.
Daha önce yazmıştım, S 400 tartışmalarının yüksek sesle sürdürüldüğü, Mayıs 2020’de Türkiye’nin “desteklediği”, Libya Ulusal Mutabakat Hükümetine bağlı güçler Watiyye havaalanını ele geçirdiğinde, Rusya Federasyonunun kısa ve orta menzilli, karadan havaya, hava savunma sistemi PANTSİR S1’lerden birisi hiç hasar görmeden ele geçirilmişti.
ABD, Erdoğan hükümetinden Pantsir S1’i istedi. Türkiye beraber incelemeyi teklif etti ve bir Amerikan C 130 Hercules nakliye uçağı ile Ankara’ya taşınan hava savunma sistemini, iki ülkenin uzmanları beraberce incelemeye başladılar.
– Türkiye Ukrayna’ya ve Polonya’ya SİHA sattı, satıyor.
– Kırım’ın Rusya tarafından ilhakından sonra, daha önce hiç olmadığı kadar agresif bir dille “Kırım Tatarları” konusu kaşınıyor; Ukrayna ile askeri ve teknolojik işbirliği açıklamaları yapılıyor.
– Türkiye, Karadeniz’de son yıllarda sayısı katlanarak artan NATO tatbikatlarının tamamına katılıyor, tanker ve erken uyarı uçaklarıyla, bu tatbikatlarda özel roller üstleniyor.
– Rejim ABD ve İngiltere’nin Montrö rahatsızlığına oynuyor. Kanal İstanbul ile bu sözleşmeyi çöpe atabileceğini, sonradan arkasında durmasa da, en yetkili ağızlarından ilan etti.
– Suriye’de ABD ile PYD-YPG üzerinden gerilim yaşıyor gibi görünse de İdlib’deki askeri varlığını koruyarak Rusya ve Suriye için, Suriye sorununun, hiç değilse Fırat’ın batısında çözülmesini engelliyor.
– Şimdi Afganistan’da Kabil Havaalanının güvenliğini sağlama ve “meşru” hükümeti Taliban’dan koruma rollerine talip olundu. Ve tabii bu rol, Dünya’nın en büyük haşhaş üreticisi olan Afganistan’dan başlayarak, çoğu Batı’ya yönelen “eroin” ticaretinin kontrolüne veya CIA ile birlikte kontrolüne ortak olmaya da talip olmak anlamına geliyor.
Türkiye’nin Afganistan’da şu anda da, başında tuğgeneral rütbesinde bir komutanın bulunduğu 1500 kişiye yakın seçkin bir birliği var. Bu birlik elbette büyüyecektir. Ve en önemlisi, başka yerlerden çekmek zorunda kalacağı Selefi-Cihatçılar için Afganistan bir depolama alanı olacaktır.
Böylece Türkiye’nin ÇHC’nin Sincian Uygur Özerk Bölgesine ve Rusya Federasyonu’nun Orta Asya Cumhuriyetlerine geniş sınır teması sözkonusu olacaktır.
Asayişi sağlasa veya bölge ülkeleriyle dostluk geliştirmeyi amaçlasa, bundan bölge ülkeleri de memnun olabilirdi. Ama üstlenmeye talip olunan rol, en azından ABD’nin bölgede inşa ettiği misyonun üstlenilmesidir.
– Açıkça belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin NATO ile ilişkilerinde, siyasi ilişkilerde en soğuk rüzgarların estiği dönemlerde bile herhangi bir aksama yaşanmamıştır. S-400’leri bir depoya kilitleyip, anahtarını ABD’ye vermeye hazır görünüyorlar. Rusya’nın tepkisinden korkmasalar, bu sistemi de ABD’li uzmanların incelemesine çoktan açarlardı. Muhtemelen şu anda bunun yollarını beraberce aramaktadırlar.
– Dolayısıyla koparılan büyük gürültüye rağmen, Türkiye’deki rejimin, ABD ile asli konularda ihtilafı yoktur, olmamıştır.
Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüklerin varlığı/yokluğu, Batı ile ilişkilerde ne dün, ne bugün asla, asli kriterler olmamıştır. Kürt halkına yapılan fenalıkları batılı devletler en çok kınar. Yolsuzluklar da batı için asla sorun olmamıştır.
Özellikle iki çok önemli endişe söz konusuyken, Türkiye’de demokrasi vb, AB için önemsiz ayrıntılar düzeyindedir. Birincisi mülteciler sorunudur. İkincisi ise Türkiye ekonomisinin tam bir çöküş yaşaması, Avrupa bankaları başta olmak üzere, batılı firmaların bundan ağır zarar görmesi ve iç savaş benzeri sert gerilimlerin yaşanması sonucu Türkiye halkından da büyük sayılarda mültecilerin her yoldan Avrupa’ya yönelmesidir.
Merkel bu korkularıyla Biden’i de etkilemiş gibidir.
Dolayısıyla Türkiye’deki demokrasi, insan hakları ve ahlak alanındaki kötü sicil, rejimi daha “kullanışlı” hale getirdiği ölçüde yüksek sesle eleştirilir ve sonra önlerine “Batı’nın istekleri” konulur.
14 Haziran Brüksel Zirvesinde olanlar da şimdilik bundan ibarettir.
Peki İçimize mi Kapanalım?
Demokrasi güçlerinin uluslararası dayanışması çok önemlidir. Bu dayanışmanın kendi hükümetlerinin politikalarını etkilemesi ve dönüştürmesi mümkündür. Bu yöndeki her türlü çabayı, o ülkelerdeki dostlarımızla, yoldaşlarımızla bağlarımızı güçlendirerek büyütmeliyiz.
24 Haziran 2021’de İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz Demokrasi Konferansının Hazırlık sürecinde ve sonrasında Dünyanın pek çok ülkesinde yaşayan Türkiyeli ilericilerin, Konferans çalışmalarına gösterdiği heyecan verici ilginin şimdi ülke ülke, şehir şehir büyütülmesi zamanıdır. Bulunulan ülkelerin toplumsal mücadele dinamikleriyle bağların, Demokrasi Konferansı zemininden güçlendirilmesi için çalışmanın da öyle.
Demokrasi Konferansı bir toplantının değil, bir sürecin adıydı. Rıza Türmen’in sözleriyle “siyasetin amaçlarını ve aktörlerini” değiştirmeliyiz. Bunun için, demokrasi güçlerinin daha geniş bir yan yana gelişini örgütlemeye devam ederken, bu süreci ülke sathında şehir şehir, mahalle mahalle meclisleştirmeliyiz.
Rejimin üzerinde durduğu iktidar koalisyonu, son zamanlarda, kendi içinden başlayan çatlaklardan da görüldüğü üzere parçalanma eğilimine girmiştir.
Çünkü başarı ve umut birleştirir; başarısızlık ve geleceksizlik parçalar, birbirine düşürür.
Demokrasi güçleri için, toplumsal mücadele alanlarından yükselen, toplumsallaşan bir muhalefeti, halkçı bir seçeneği yaratmak ve güçlendirmek için her türlü şart uygundur.
Yukarıda Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinin sadece ABD-NATO ve kısmen AB ile ilişkilerinden söz ettim. Bu yöndeki düzeltme yönelişinin, Türkiye’nin Rusya, İran, ÇHC gibi yoğun ekonomik ve siyasi ilişkiler içinde olunan devletler tarafından nasıl karşılanacağına ve buralardan gelecek tepki ve cevapların iktidar blokunu nasıl etkileyeceğine dair başlıklara girmedim.
Rejim Batı’dan hemen, sarsıcı, ağır tepkiler almamakla beraber, ömrünü uzatma yönünde destek de görmeyecektir. Ancak Rusya, İran, ÇHC gibi devletlerden ABD ve NATO misyonunu sahiplendiği ve kışkırtıcı politikalara yöneldiği ölçüde, İdlib’de olduğu gibi, bazıları açık ve dolaysız cevaplarla karşılaşacaktır.
Son yıllarda izlenen büyük devletlerle dengeli ilişkiler sürdürmek yerine, büyük devletleri karşı karşıya getirmeye yönelik dış politikanın, giderek daha sık bedellerle karşı karşıya kalması muhtemeldir.
Ağır ekonomik, siyasi, toplumsal kriz, iktidarın yönetemez hale gelmesi; uluslararası ilişkilerde yaşanan yalnızlaşma artık geri döndürülemez. O eşik çoktan geride kaldı. Bu çaresizlik içinde, şiddet ve provokasyonlarla, parti kapatmalarla ömrünü uzatma gayreti topluma ağır bedeller, maliyetler çıkarsa da, rejime ihtiyacı olan şeyi veremez. İktidar 860 kişinin öldüğü 7 Haziran sonrasını bir daha yaşamayı hayal etse bile o suda ikinci defa yıkanamayacak.
Rüzgar sadece iktidarı değiştirmek için değil; siyaseti değiştirmek için de uygundur. İşaret parmağınızı ıslatın ve topluma doğru çevirin. Rüzgarı hissedersiniz.