Cemalettin EFE Yazdı: Her soykırım veya katliamda sorumlular sadece olayı fiili işleyenlerle sınırlı değil. Olayın arkasındaki nedenler ve asıl olayın azmettiricileri daha da önemli. Bu bakış açısı Ruanda’daki soykırım için de fazlasıyla geçerli.
Ruanda, 1959 yılına kadar bugünkü Burundi ile birlikte Afrika’da küçük bir ülkedir. Ruanda Afrika’nın en dağlık bölgesini oluşturur. Dar arazisine oranla nüfusu çok kalabalık olan bir ülkedir. Ruanda’nın bir başka özelliği birçok Afrika ülkesinin tersine aslında tek kabileden oluşmasıdır.
Ruanda ulusunu oluşturan Banya-Ruanda halklı üç kasttan oluşur:
Sığır sahibi aristokrat Tutsi’ler
Ülke nüfusunun %14’nü oluşturan Tutsiler ülkenin varlıklı sınıfını teşkil ederler. Bu zenginliğin ve güç temel dayanağı Zebu-ineklerinin sütü ve kanıdır. Tutsiler bu ineklerin kanı ile beslenir, ama bu inekleri kutsal saydıkları için onları asla kesmezler. Zebu-ineklerinin yetiştirilmelerinden sadece erkekler sorumludur, kadınların bu ineklere dokunması yasaktır.
Tutsiler Zebu i(nek) sayısına göre iktidar, güç ve prestij sahibi olunur.
Aslında Tutsiler ne çoban, ne göçebe, ne de sığır yetiştiricisidirler. Onlar sadece sürü sahibi aristokratlardır.
Köylü Hutular
Ülke nüfusunun %85’ni oluşturan Hutular, Tutsilere bağımlı yoksul sayılabilecek köylülerdir. Tutsi beylerin kendilerini korumasına karşılık ürünlerinin bir kısmın onlara verir ve beylerinden sadece kullanmak üzere inek alırlar. Fakat bu ineklere hiçbir zaman sahip olma hakları yoktur.
Ve son kast Hizmetçi Twalar
Twalar ülke nüfusunun sadece %1’ini oluştururlar. Twaların hizmetçilik ve uşaklık dışında hiçbir hak ve hukukları yoktur.
Ruanda’daki bu sistem belirli ölçülerde Hindistan’daki kast sistemini çağrıştırır.
Özetle saymaya çalıştığımız bu özelliklerle Ruanda’daki sosyal sınıflar bize bir biçimi ile Avrupa’daki Orta çağ feodalizmini hatırlatır.
Ruanda yüzyıllar boyu dışa kapalı, başkaları ile ilişki içinde olmayan ve yabancıları ülkelerine sokmayan ilginç özelliği olan bir ülkeydi. Dolayısıyla da bu ülkede 19’uncu yüzyılın sonuna kadar köle ticareti hiç olmadı.
1894 Yılında Ruanda’ya giden ilk yabancı, Gustav-Adolf Götzen’dir. Gustav-Adolf Götzen, daha sonra Alman Doğu Afrika valisi olarak taltif edildi. Daha I. Wilhelm döneminde başlayan Almanya’nın Afrika’da sömürge yayılmacılığı Gustav-Adolf Götzen döneminde doruk noktasına ulaşacaktı.
Daha sonra 1890 yılında İngiliz ve Alman sömürgecilerinin yaptığı anlaşma çerçevesine göre, Ruanda Almanlara düşer. Ruanda halklarının, hatta Ruanda Kralı’nın bile haberi olmadan Ruanda bir anda sömürgeleştirildi. 1. Paylaşım Savaşı’nın sonunda Ruanda’yı Almanlar Belçikalılara devretmek zorunda kalır. Ruanda, deniz kıyısından 1.500 km uzakta ve hammadde zenginlikleri olmayan bir ülke. Bundan dolayı sömürgeciler tarafından uzun süre fazla bir ilgiye mazhar olmadı. Bu nedenle Ruanda’daki sosyal yapı uzun bir süre olduğu gibi varlığını korumuştu.
Avrupalı sömürgecilerin mirası: Irkçılık
1899-1919 yılına kadar bir Alman kolonisi olan Ruanda’da Almanlar çeşitli ırkçı/ırksal araştırmalar yapar. Hamitler teorisi bağlamında Ruanda’nın egemen yönetici kesimini oluşturan Tutsilerin Afrika’nın Büyük Göller bölgesine Kafkaslardan gelen Nilotlar (Nil’den gelenler) olduğunu ‘tespit’ ederler. Belçikalı sömürgeciler Almanlardan devraldıkları bu ırkçı toplum mühendisliği politikalarıyla ülkeyi yönetmeye devam ettiler. Bu ırkçı teorilere göre Tutsiler üstün ırka mensuptular. Bu ırkçı yasaları iktidarda olan Tutsilerin de işine geldiği için olduğu gibi savunup yaygınlaştırmaya ve devletin temel kuralları haline getirdiler.
Belçikalılar 1934/35 yılında sözde Ruanda’yı kabile sisteminden arındırmak amacıyla nüfus sayımı yaptılar. Buna sayıma göre Ruanda’da yaşayan her kişi ya Tutsi, ya Hutu ya da Twa olarak tasnif edildi. Ruanda’da 10’dan fazla sığırı olan Tutsi, 10’dan daha az sığırı olan Hutu, tek bir sığırı olmayanlarsa Twa olarak kayıtlara geçti. Bu sayımla ekonomik ve sosyal farklılıklara göre sınıflandırılan insanlar sadece biyolojik değil, aynı zamanda ırksal kategorilere göre de tasnif edilmiş oldular.
Köylü ayaklanması
20.yy. ortalarında Ruanda’daki bu iki kast arasında çelişkiler zaman zaman toplumsal çatışmalara dönüşerek başladı. Temel çelişki arazi üzerinde gelişiyordu. Nüfusun ve sığır sayısının hızla çoğalmasına rağmen ülke toprakları yetersiz kalıyordu. Bu durum hiç şüphesiz sonuçları itibarıyla iktidara sahip olan Tutsilerin lehine bir seyir izledi.
1950’li yılar Afrika Kıtası’nda Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin başladığı yıllardır. İngiliz, Fransız sömürgecileri gibi fazla bir sömürgeci deneyimine sahip olmayan Belçikalılar bu toplumsal çelişki ve çatışmalar karşısında bir süre ne yapacaklarını bilemeden gelişmelere kayıtsız kaldılar. Ne yapılacağının bilinmediği bu koşullarda Belçikalı sömürgeciler en çok yapılan neyse onu yaptılar; o da olayı sürüncemede bırakmak! Ama nihayetinde Belçikalılar uzun bir kararsızlık sürecinden sonra, egemen sınıf olan Tutsiler lehine karar kılarak onları desteklerler.
Bamya-Ruandalılar içinde daha iyi eğitime sahip ve hırslı olan Tutsiler sömürgecilerin hiçte beklemediği bir tutum içine girerek Ruanda’nın bağımsızlaşmasını savundular. Tutsilerin bu tavrını şaşkınlıkla karşılayan Belçikalılar; köklü bir taktik değişikliğine giderek, köylü Hutuları desteklemeye karar verdiler. Rahat yönetilmeye alışık ve uzlaşmaya yatkın Hutular’ı Tutsiler’e karşı kışkırttılar. Yüzyıllar boyu ezilen ve baskı altında tutulan Hutular çok fazla geçmeden öfkeli bir toplum olarak ayaklandılar. Kısa sürede kralı devirip, ellerindeki kargı, nacak sırıklarla ülkeyi kan gölüne çevirdiler. Köylülerin bu ayaklanmasında kimilerine göre 20 bin, kimilerine göre 50 bin Tutsi öldürüldü.
Ayaklanmayı genç gazeteci Gregori Kayibanda yürütüyordu. Ayaklanma sırasında nacaklarla sadece insanlar değil, aynı zamanda, milyonlarca sığır da boğazlandı. Bu ayaklanmalar sırasında ilk defa Hutular karınlarını aylarca etle doyurma fırsatına kavuştular.
Bu dönemlerde Ruanda’nın (bugünkü Burundi dahil) toplam nüfusu 2.6 milyondu. Bunun 350 bin kadarını Tutsiler oluşturuyordu. Bu sayının 100 bin kadarı bugünkü Ruanda içinde kalabildi, diğer çoğunluğu oluşturan nüfus çevre ülkeler; Burundi, Tanzanya, Zaire (Kongo Halk Cumhuriyeti) ve Uganda’ya kaçtı. Yıllarca Tutsiler Ruanda’nın çevresindeki mülteci kaplarından, eski vatanları Ruanda’nın yeşil dağlarına bakarak iç geçirdiler. Eski ihtişamlı hayatları ve üstünlüklerine hayıflanarak, bir gün oraya, yani vatanları olan Ruanda’ya geri dönüp tekrar hükmetmeyi düşlediler.
Savaşlar bitmedi!
1963 ve 1965 yılında iki kez Tutsiler Ruanda’nın güneyi olan Burundi’den Ruanda’ya saldırı düzenlediler. Ama bu dönemde Burundi’de iktidarda Tutsiler vardı. İkinci saldırıyı Ruanda ordusu geri püskürtürken aynı zamanda ülke içindeki Tutsilere karşı misillemede bulunarak çok sayıda insan katledildi.
1972 yılında Burundi’de yaşayan Hutular Ruanda’daki kardeşlerini örnek alarak iktidardaki Tutsilere karşı bir ayaklanma girişiminde bulundular. Aristokrat Tutsi iktidarı bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdıktan sonra ülke içindeki Hutulara yönelik ve Ruanda’nın yaptıklarına misilleme olarak toplu katliamlara girişti. Bu misillemenin sonucu olarak Burundi’de yaşayan Hutular’ın bir milyona yakını Ruanda’ya sığınmak için sınırlara hücum etti. Bu dönemde Ruanda’nın Genel Kurmay Başkanı olan Juvanal Habyarimana: “Ülkemiz çok küçük bu kadar mülteciyi alamaz. Buridi’de yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya olan kardeşlerimizin sorununu çözmek için başka çareler düşünmek lazım” benzeri başka gerekçeler de öne sürerek 1973 yılında askeri bir darbe yaparak iktidarı ele geçirdi. Yeni iktidar ülkenin lideri olan Gregori Kayibanda’yı içeri attı ve Kayibanda uzun yıllar hapiste yattıktan sonra öldürüldü.
Tek parti diktatörlüğünü kuran Juvenal Habyarimana çıkardığı bir yasayla Ruanda vatandaşı olarak doğan her kişinin parti üyesi olduğunu yürürlüğe soktu. Bu yasaya göre aynı zamanda diktatöre sadık Tutsiler hizmetçi ya da küçük memurluklara bile gelebilecekti. Ama kendisine muhalif olanlar, hangi kast, sınıf ve kabileden olursa olsunlar onların sonları zindan veya ölüm olacaktı.
Çevre ülkelerde mülteci kamplarında sefil bir hayat sürdüren Tutsiler yıllarca intikam için yanıp tutuşarak sürgün hayatı yaşadılar. Kaldıkları bölgedeki her tür askeri birliklere; bu ister çevre devletlerin ordularında ister muhalif gerilla örgütleri olsun çocuk yaşta katılarak eğitim görüyorlardı. Tutsi mülteciler özellikle 80’li yıllarda Uganda’daki Yoveri Museveni’nin liderliğini yaptığı muhalif gerilla örgütünde yer aldılar. Museveni o sıralarda diktatör Milton Obote’ye karşı mücadele ediyordu. 1986 da başkent Kampala’ya girerek iktidarı aldı. Tutsiler iktidarın Museveni’nin eline geçmesinden sonrada Uganda ordusun içinde daha fazla olanak elde ettiler. Ordunun her kademesinde örgütlenip modern askeri eğitim ile donandılar.
1990 yılında Uganda’daki Tutsiler Rwandan Patriotic Front’u (Ruanda Yurtsever Cephesi) kurdular. 30 Eylül 1990 tarihinde Rwandan Patriotic Front öncülüğünde kışlalarını sessizce terk ederek Ruanda topraklarına girdiler. Kısa bir süre zarfında Tutsi gerillaları başkent Kigali’ye kadar yaklaştılar. Demorailize durumundaki Ruanda ordusu buna karşın ciddi bir direniş gösteremedi. Bu durumda Juvenal Habyarimana Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrad’ı arayarak yardım talep etti.
Mitterrad Afrika yanlısı lobinin ağır baskısı altında yardım talebini kabul etti. Tutsi gerillaları her ne kadar Habyarimana’nın eşi Agathe ve onun sülalesi Akazu iktidarını devirmek için savaşmaya devam ettiyse de, Fransa’ya karşı bir savaşı göze alacak durumda değildi. Böylece 6 Nisan 1994 tarihine kadar süren bir pat durumu ülkede sürüp gitti. Tutsiler ülkenin Kuzeydoğusunu hakimiyetleri altında tutarak de facto ülke ikiye bölünmüş oldu. Hutular ve Ruanda Hükümeti çerçevesinde bu pat durumu süresince çok ateşli tartışmalar yaşandı. Bir taraftan Afrika Devletleri Habyarimana’ya Tutsilerin Rwandan Patriotic Front’u ile uzlaşması ve iktidarın %40’nı onlara bırakması için zorlarken, diğer taraftan özellikle Habyarimana’nın eşi Agathe ve kardeşlerinin başını çektiği şovenist aşırı Hutular bunun yerine artık “Nihai Çözüm” saatinin geldiğine içten içe örgütlenerek karar verdiler.
Irkçı gerekçeler ve hazırlık
Akazu sülalesi ve Butare Üniversitesi’ndeki profesörler hararetle “Nihai Çözümü” propaganda ederek pat süreci boyunca hazırlıklarını hızla tamamlamaya çalışıyorlardı. Özellikle Butare Üniversitesi’nin tarih ve felsefe bölümünün entelektüelleri; Ferdinand Nahimana, Casimir Bizimungu, Leon Mugesira, vd. toplu katliam ideolojisini formüle etmeye çalışıyorlardı. Nahimana ve arkadaşlarının teorisine göre Tutsiler Nil bölgesinden gelen (Yukarıda da belirtiğimiz gibi bu tez Alman ırkçıların sömürgecilik döneminde geliştirdikleri tez olduğunu hatırlayalım) yabancı bir ırk. Başka bölgeden gelmiş bu Nilotlar buranın otantik halkı olan Hutuları köleleştirmek isteyen bir ırk. Sömürü, yayılma ve köleleştirme asimilasyon ve katliam yöntemleri ile Hutular’ın yok etmeyi amaçlamaktadırlar. Bu tezin devamına göre, Hutular tekrar kimliklerine ve onurlarına sahip çıkmaları gerektiğini vaaz ediyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için iç karartan tarzda bu “bilim adamları” şu sonuçlara varıyorlardı; “yüzyıllar süren pogromlar, katliamlar, kanlı çatışmalar sonucu ölümüne birbirinin kanlı düşmanı olmuş bu iki halk, küçük bir ülke olan Ruanda’da birlikte yaşayamaz”! diyorlardı. Devamla Prof. Mugesira; “1959 yılında biz büyük bir hata yaparak Tutsilerin kaçmalarına izin verdik, o zaman onları yeryüzünden silmeliydik. Artık bu hatamızı telafi etmemiz lazım” diyen bu profesöre göre Tutsiler geldikleri Nil bölgesindeki vatanlarına geri dönmeliler. Bu ister ‘sağ ister ölü’ şeklinde olsun yapılmalıdır.”
Ülkede bunlar konuşulup tartışılırken aynı süre zarfında saldırı hazırlıkları da hızla devam ediyordu. Bu hazırlıklar çerçevesinde 5.000 olan askeri birlikler kısa sürede 35.000’e çıkarıldı. İkinci vurucu güç olarak başkanlık kuvvetleri oluşturuluyordu. Donanımları ve teknik altyapıyı Hutulara Fransa sağlıyordu. Silah ve diğer gereçleri Fransa, o zamanki G. Afrika Cumhuriyeti’nde iktidardaki Apartheit rejimi ve Mısır veriyordu. Ama asıl vurucu gücü, Interahamwe (birlikte vuralım) adı verilen paramiliter milislerden oluşturuldu. Kitle hareketi olarak örgütlendirilen bu insanlar genç işsizler, yoksul köylüler, öğrenci ve memurlardan oluşuyordu. Bunların içinde devlet memuru olanlar olası her türlü rakiplerin listelerini oluşturmakla yetkiliydiler.
Sivil halkın da içinde yer aldığı katliam
Akazu sülalesinin yayın organı olan Kangura dergisi ve Mille Collines Radyosu soykırımın propaganda ve hazırlık aşaması ile hayata geçirilmesi esnasında emirlerin verilmesinde ve kışkırtmaların yapılmasında önemli roller üstlendiler. Katliamın sürdüğü günlerde Mille Collines Radyosu şöyle anonslar yapıyordu; “Ölüm! Ölüm! Çukurlar Tutsi cesetleriyle daha yarısına kadar ancak doldu. Tam doldurmak için acele edin!”
Ruanda soykırımının sorumluluğu
Her soykırım veya katliamda artık eskisi gibi sadece olayı fiili işleyenlerin sorumluğuyla sınırlı değil. Bazen olayın arkasındaki nedenler ve asıl olayın azmettiricileri daha da önemli olmaktadır. Ermeni soykırımı sorumluları sadece yerelde emirleri yerine getiren devlet memurları veya bunu fırsat bilen Kürt eşrafı değildir, daha da önemlisi bunu örgütleyen planlayan ve devlet otoritesini kullanarak gerçekleştirmesini sağlayan o zamanki Osmanlı Hükümeti ve o hükümeti yürüten elittir. Tabi ki bu fiili gerçekleştiren Osmanlı memurları ve Kürtlerin suçunu hafifletmez.
Dersim Katliamı, Yahudi Katliamında da durum farkı değildir. Dersim katliamının sorumlusu yereldeki çapulcu komutan ve askerlerle sınırlı olmadığı gibi Yahudi Soykırımı da sadece Nazi Partisi ve onun faşist lideri Hitler’le sınırlıdır. Alman Devleti, Siemens, Kurupp, Tyssen gibi büyük sermaye gurupları belki de en çok sorumlu tutulması gerekenlerdir.
Birleşmiş Milletler, NATO vb. gibi Dünya’nın büyük kuruluşları yine Dünya’nın büyük devletleri ve büyük sermaye güçlerinin kontrolü ve kendi çıkarlarını bu kuruluşlarda temsil ettikleri aygıtlar dışında bir işleve sahip olduklarını düşünmek fazlasıyla iyimserlik olur.
Bu bakış açısı Ruanda’daki Soykırımı içinde fazlasıyla geçerlidir.
Birleşmiş Milletler’in Ruanda Barış Gücü (United Nations Assistance Mission for Rwanda) aylar süren soykırım hazırlıklarına rağmen güçlendirilmesi yerine tam tersine Barış Gücü sayısının azaltılması bu tezi doğrulayan bir gerçeklik.
Dönemin Fransız Cumhurbaşkanı F. Mitterrand’ın 12 Ocak 1998’de Le Figaro Gazetesine verdiği: “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” beyanatı da bu tezi doğrulayan bir başka olgu olarak halen tarih sayfalarında olduğu gibi duruyor.
Ayrıca 1992 yılında Ruanda Cumhurbaşkanlığı Muhafızları’nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu France-Culture’e verdiği mülakatta “1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm.” diyerek Fransa’nın henüz anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan gazetecinin ‘Fransa’nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini’ hatırlatması üzerine “Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum.” şeklinde cevap vererek, benzer iddialara destek vermiştir.
Sonuç:
Tarih öncesinden beri egemenlerin en önemli silahı olan Patriyarka nasıl ki halen bir erkek egemen ideolojisi olarak mücadele edilmesi gereken paradigmaysa, benzeri şekilde din de bir kurumlaşmış ideoloji olarak egemen sınıflar tarafından toplumların yönetilmesinde ve kontrol altında tutulmasında önemli bir işlev görmüştür. Bunlardan çokta farklı olmayan günümüzde burjuva ideolojisinin temel taşını oluşturan ulusalcılık ve onun payandası konumundaki ırkçılık da kapitalist egemen sınıflar tarafından benzeri şekilde kullanılmaya devam ediyor.
Çağımızda halen gücünü olduğu gibi koruyan burjuvazinin ulusalcılığı ve ulus devlet ideolojisi 20. Yüzyıl içinde bir ve birden çok sebeple sosyalizm paradigmasına da sirayet etmiş ve onu ciddi bir şekilde kirletmeyi başarmıştır. Bu gerçeği görüp onunla hesaplaşılmadığı müddetçe sosyalizmin toplumlar içinde yeniden kök salarak onları ayağa kaldırması düşünülemez. Sömürüsüz, sınıfsız ve de devletsiz bir dünya için insanlığın kazanması zor olacaktır. Ancak sağlam temellerine oturtulan bir dünya görüşü sayesinde ilerde soykırımlar önlenebilir ve geçmişteki soykırımlarla hesaplaşılabilir.