MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Bizim Rosa, hayatı ve devrimci çalışması, küreselleşmiş kapitalizm üzerine yaptığı çalışmalar, uzlaşmaz bir biçimde enternasyonalizmi savunması, sosyalist strateji ve kitlesel siyasi eylem konusundaki analizleriyle bizlere eşine az rastlanır bir miras bıraktı.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
2013 yılı Ocak ayının ikinci haftasında, tam da Türk devletinin sözüm ona açılım politikaları geliştirdiğini iddia ettiği, Kürt sorununda “çözüm süreci” adı verilen oyalama taktiğinin gündemi meşgul ettiği günlerde üç özgür kadın Paris’te bir devlet ajanı erkek tarafından katledildiler. Bu karanlık ve kirli cinayet tüm siyasi anlamlarının yanında kadının özgürleşmesine, iradeleşmesine, devrimcileşmesine, öncüleşmesine karşılık verilen bir gözdağıydı. Paris suikastından yaklaşık yüz yıl önce 1919 yılı Ocak ayının ikinci haftasında, tam da Alman devletinin ilk sosyal demokrat şansölyesi Friedrich Ebert’in göreve geldiği günlerde, Almanya’nın Ekim Devrimi’nin yarattığı etkiyle devrim rüzgârlarıyla sarsıldığı günlerde bir başka özgür, öncü kadın Rosa Luxemburg, Alman devletinin desteklediği milliyetçi para-militer erkeklerce katledildi. İşkence gördü. Aydınlık başı parçalandı ve bir nehrin kenarına terk edildi. Oysa son sözünde “Vardım, varım, var olacağım” diyen Rosa tüm yaşamıyla, sınırlı ömrünü ve çağını aşan bir etki yaratabilmeyi başarmıştı. Barbarlıktan sosyalizme doğru bir yol açmıştı. Öyle ki katledilmesinden yüz yıl sonra bile bambaşka coğrafyalarda yolundan ilerleyen, özgürleşmek için mücadele eden kadınlara ve erkeklere ilham veriyor.
Luxemburg, yaşamıyla da ölümüyle de etki yaratan, çığır açan ve iz bırakan geçen yüzyılın en ayrıksı, nevi şahsına münhasır Marksist düşünürlerinden biriydi. Daha sonraları yenilgiye uğrayacak olan Alman devriminin en hararetli günlerinde mücadele yürüten, önderleşen sosyalist bir militandı. Yaşamıyla devrimci figür denilince en çok kullanılan, alışılagelmiş bir elinde mavzer tutan yahut sol yumruğunu havaya kaldırmış güçlü proleter erkek imgesini yerle yeksan etmişti. Luxemburg hiç şüphesiz bir feminist değildi, ancak devrimci kadının prototipinin çok ötesinde etkiler yarattı. Şahsi olarak kendini sarmalayan fiziki kısıtların (bir ayağı aksaktı) üstüne binen toplumsal, geleneksel baskıları ve ön yargıları aşan bir kadın olarak onu esaret altında tutan prangaları, iradesi ve eylemiyle aşan kadın olarak var olmayı başaran, verdiği ilham çağları kat eden bir özgür kadın figürü yaratmayı başardı. Ölümüne yol açan ihanet ile de sosyal demokrasinin tarihsel olarak siyasi ve ideolojik yenilgisini, mahkûmiyetini mimledi. Küresel ölçekte sosyal demokrasi ile sosyalistler arasındaki kesin yol ayrımının kilometre taşlarından biri oldu.
Şüphe yok ki Luxemburg geçmişte kala kalmış hülyalı, Clara Zetkin’in koluna girmiş romantik bir devrimci fotoğrafından, geride kalmış ateşli devrim günlerinden bizlere gülümseyen bir nostaljik simgeden çok daha fazlasıydı. Kapitalizmin küresel krizinin tüm dünya halklarını ve emekçilerini bugün ilk günlerini yaşadığımız ve öncü emarelerini hissettiğimiz üçüncü bir dünya savaşı felaketine doğru hızla sürüklediği günlerde; bir yandan aşırı sağ iktidarların dünyayı cenderesi içinde kıstırdığı, diğer yandan Hindistan’dan Fransa’ya, Arjantin’e işçi isyanlarının yükseldiği günlerde; çığır açıcı fikirleriyle ve eylemiyle var olmaya devam eden, yolumuzu açan, soluk alan ve ilham veren bir devrimci önderdi.
Genç yaşında kendini devrimci mücadeleye adamış, yaratıcı bir propagandist, özgün bir ajitatör, inatçı, sabırlı bir örgütçü, yani bugün her kim olmamız gerekiyorsa tastamam oydu. Birçok dilde yazdı, okudu ve konuştu. Doktora derecesini yirmi altı yaşında aldı ve bir dizi sosyalist dergi ve hatta parti kurdu. Tutsaklık günlerinde mektuplarıyla ve yazılarıyla direndi. Tutsak alındı, ama teslim alınamadı. Diğer devrimci aydınlarla ve politikacılarla canlı fikir alışverişlerinde bulundu; Clara Zetkin gibi devrimci kadınlar yakın yoldaşıydı. Henüz yirmi yedi yaşındayken, Eduard Bernstein’ın revizyonizmine, reformist çağrılarına en kapsamlı, tutarlı ve yıkıcı eleştirilerden birini sunarak İkinci Enternasyonal’e damgasını vuran devrimci bir ideologdu. Sosyal demokrasinin mezarını kazdı. Kendi örgütlerinin de keskin bir eleştirmeniydi. Parti içi yaşamı canlı tutan dinamik ve çalışkan kartal gibi bir yoldaştı. 1905 ve 1917’yi deneyimlerinden öğrendi, eleştirdi, geliştirdi, yeni açılımlar getirdi.
Öte yandan diyebiliriz ki Luxemburg kararsızlığın düşmanıydı. Bugün en çok da bölgemizi kavuran, sarsan savaş günlerinde “huzurlu devrim(ci)ler” umanların aksine Luxemburg, milliyetçi kampanyaların tüm siyasi cenahlarını teslim aldığı Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı günlerinde, kendisi de dâhil olmak üzere savaş karşıtlarının kitlesel biçimde tutuklandığı, her türlü savaş karşıtı faaliyetin ağır bir sansür altında tutulduğu günlerde Alman askerlerine “silahlarınızı kendi burjuvazinize çevirin” diyordu. Liberal, pasifist akımların savaş çığırtkanlığına teslim olduğu günlerde kararlı bir kesinlikle Hollanda’dan İsviçre’ye Avrupa kadınlarına ve emekçilerine, sosyalizmin uluslararası inşasının, savaşı sonlandırmanın ve gelecekteki savaşları durdurmanın tek yolu olduğunu propaganda ediyordu.
Bugün fazladan ömür süren kokuşmuş emperyalizm günlerinde, emperyalizme karşı her neviden kafa karışıklığı ve manipülasyon dört yanımızı sarmışken Luxemburg, bu bahiste de kızıl bir kutup yıldızı olarak bize ışık vermeyi sürdürüyor. Zira Luxemburg, revizyonizmin en keskin ve parlak eleştirilerinden biri olan “Sermaye Birikimi: Emperyalizmin Ekonomik Açıklamasına Bir Katkı” isimli kısa broşüründe sermaye birikiminin dinamik yapısını Keynes’ten ve Kalecki’nin durgunluk teorilerinden Marx’ın Kapital II. Cilt’inin eleştirisine uzanan geniş bir skalada yaratıcı, parlak bir biçimde ele almayı bilmişti. Kapitalizmin ancak kapitalist olmayan ekonomilere yayılmasıyla nasıl ayakta kalacağını öncül bir biçimde kanıtlamaya girişirken zamanının Marksizmine orijinal bir biçimde ırk, etnik köken ve yerli halklar sorunlarına duyarlılık kazandırdı. Aynı zamanda ekonomik sömürünün ve kimlik temelli ayrımcılığın karşılıklı olarak birbirini pekiştirdiği kapitalizm analizinin ayırt edici, ancak bütünleşik bileşenleri olarak ırkçılık ve kültürel tahsisat analizinin öncülerinden biri olmuştu.
Hülasa Luxemburg, elbette kâmilen, yanılmaz bir teorisyen değildi. Öyle ki önermelerinin bir kısmı henüz güncel iken Lenin tarafından yanlışlanmıştı. Bugün yazdıkların büyük bir bölümü yaşanan değişikler, gelişmeler nedeniyle eskimiş, geçersizleşmiş olabilir. Ne var ki Luxemburg geride biz takipçilerine bir yöntem, bir misal bıraktı. Canlılığını ve gücünü eyleminden alan fikirlerini ortaya koyarken, çalışkan, disiplinli, titiz, yaratıcı, cesur, atılgan, açık görüşlü, keskin, tavizsiz ve cüretkârdı. Hayatı ve devrimci çalışması, küreselleşmiş kapitalizm üzerine yaptığı çalışmalar, uzlaşmaz bir biçimde enternasyonalizmi savunması, sosyalist strateji ve kitlesel siyasi eylem konusundaki analizleriyle bizlere eşine az rastlanır bir miras bıraktı. Devrimci yaşama ilişkin bıraktığı güçlü bir misalle de bugün halen güncelliğini sürdürüyor. Bugün halen bir asır önce olduğu kadar aramızda ve Filistin’de Tamimi’lerin mücadelesinde, zindanlarda Leyla’ların direnişinde, Sakine’lerin kavgasında ve dünyanın dört bir yanında sosyalizm için mücadele eden milyonlarca kadın ve erkeğin özlemlerinde canlılığını sürdürmeye devam ediyor. İşte tüm bu yanlarıyla Bizim Rosa, halen çağdaşımızdır. Vardı, var oldu, var olacak ve o sabırlı munis yoldaş edasıyla kulağımıza fısıldıyor: Ya Sosyalizm ya barbarlık!
Son sözü Brecht’e bırakalım, Rosa’nın ölümünden sonra onun için yazdığı şiirinde şöyle söylemişti:
Kızıl Rosa da gitti
Yattığı yer gözlerden uzakta,
Gerçeği söylediği için yoksullara
Kovdu onu dünyadan zenginler.