Greenwich Üniversitesi’nden Ekonomi Profesörü Mehmet Uğur, Fehim Taştekin’în ‘Rojava: Kürtlerin Zamanı’ kitabını değerlendirdi.
Araştırmacı gazetecilik alanında saygın bir konumu hakkıyla edinen Fehim Taştekin, Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal! başlıklı kitabında verdiği sözü iki anlamıyla yerine getirmiş bulunuyor. İlk kitabında ele alamadığı Rojava deneyimini detaylı ve gerçekçi bir şekilde irdelediği gibi, Türkiye’nin maceracı ve Kürt düşmanı politikasının Rojava’daki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermiştir.
Rojava: Kürtlerin Zamanı yalnızca var olan bilgi kirliliğine karşı cesur ve adil bir müdahale yapmıyor. Aynı zamanda, unvanına layık tarihçilerin ve uluslararası hukukçuların mutlaka izini süreceği önemli ipuçları da sunuyor. Diğer bir deyişle, Fehim Taştekin hem bugünü anlamamıza hem de gelecekte geçmişimizle yüzleşmemize yardım edecek bir kitap sunuyor.
Bu açıdan baktığımda Fehim Taştekin’i Hansel ve Gretel hikayesindeki akıllı Hansel’e benzetiyorum. Taştekin AKP rejimince ormanın karanlıklarına sürüklenmiş Türkiye insanının yolunu bulabilmesi için ipuçlarına ihtiyacı olduğunu kavramış bir gazeteci. Kürt düşmanlığına dayalı bir retorikle başı döndürülen Türkiye insanı bugün karanlık ormanı cennetle karıştırıyor olabilir. Ama gelecekte bu karanlık ormandan çıkış için gerekli tefekkür imkanını kendisine sunan Fehim Taştekin’e teşekkür edecek diye düşünüyorum.
Bu kısa değerlendirme yazısında Fehim Taştekin’in tefekkür etmemiz için bize sunduğu zengin bulguları hakkıyla değerlendirmek, hatta özetlemek, çok zor. Bu nedenle kitabın kurgusuna bağlı bir özetleme yapıp bu özetlemeye ‘neler öğrendim’ sorusu için karaladığım notlara dayalı genel çıkarsamalarımı ekleyeceğim.
Kitap Suriye’deki Kürt realitesinin yakın (20nci yüzyıl) tarihiyle ilgili üç bölümle başlıyor. Bu bölümlerde ön plana çıkan ve laik olsun dinci olsun ana-akım Türk kültürünün yok saydığı bulguları şöyle özetlemek mümkün.
Suriye ve Türkiye’deki Kürtler arasındaki ilişki ve etkileşim her zaman çok güçlü olmuştur. Suriye’deki Kürtler’in entelektüel aktivitesi tarihi öneme sahiptir. Doğu Akdeniz’de Kürt aydınlanmasının okulu sayılan ve 1927’de Lübnan’da kurulan Xoybun cemiyetinin önderlerinden Celalettin Bedirhan Latin harfleriyle Kürtçe alfabeyi 1930’ların başında oluşturuyor ve 1932-1943 arasında çıkardığı Hawar dergisinde alfabeyi ve dilbilgisini sistemleştiriyor. Suriye’nin 1946’daki bağımsızlığından sonra, Kürtler Arap Milliyetçiliğinin baskısı altına giriyor ve bu baskı Hazfız el Esad döneminde devam etse de Kürtlerin kamusal alan dışında kimliklerini ifade etmesi ve geliştirmesine müsaade ediliyor. 1990’dan itibaren yayınlanan Kürtçe kitap ve dergi sayısında ciddi bir atış gözleniyor. Yine 1990’larda Abdullah Öcalan’ın başlattığı örgütlenme hareketi merkezi hükümet dahil olmak üzere değişik aktörler arasındaki ilişki ve çelişkileri değerlendirerek Kuzey Suriye’de önemli bir güce dönüşüyor. Bu potansiyel güç 2003’te kurulan ve mücadele odağı batı Kürdistan (Rojava) olan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD’nin) kurulmasıyla kurumsal bir güç haline geliyor.
Kitabın dördüncü ve beşinci bölümleri Beşşar el Esad dönemini inceliyor. Bu bölümlerdeki anlatı Esad’ın ‘Kürt açılımı’yla başlıyor. Bu sürecin kırılgan niteliği Kamışlı ayaklanması ve Şeyh el Haznevi suikastı ışığında tartışılıyor ve Esad rejiminin Kürt muhalefeti içinde en ağır baskıyı PYD kadrolarına uyguladığını gösteriyor.
Bu bölümlerde dikkati çeken bulgulardan bazıları şöyle özetlenebilir. 2004’ten itibaren defalarca denenen Kürt birliği girişimlerinde PYD Arap Kemeri ile Rojava’ya yerleştirilen Arapların Rojava’daki sisteme entegre edilmesini savunurken, Türkiye ve Barzani tarafından desteklenen (ama halk desteği olmayan) birçok Kürt parti Arapların eski yerlerine sürülmesi gerektiğini savunmuştur. Barzani’nin ayakta tutmaya çalıştığı partiler PYD’ye alternatif üretmeğe kalkışsa bile bu inisiyatifler ne Kürtler ne de Arap, Süryani, Hıristiyan gibi diğer halklar arasında gerekli desteği bulmuştur. Daha da önemlisi, Türkiye ve Barzani muhipliği bu partilerin Türkiye’de kotarılan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) içinde temsil edilmelerine de yol açmadı.
Altıncı ve yedinci bölüm PYD stratejisine ve PYD’nin Rojava’da başını çektiği toplumsal/siyasal/askeri yapılanmanın karakterine ayrılmış. Burada Taştekin Abdullah Öcalan’ın PYD tabanında ve yönetim kadroları arasında önder kabul edildiğini saptıyor, ancak PYD’nin veya YPG/YPJ’nin PKK’yle organik bir bağa sahip olup olmadığına dair verilerin tartışmalı olduğunu gösteriyor. Benim okumama göre, PYD’yi terörist olarak yaftalamaya çalışan Türk hükümetlerinin iddiasının aksine, PYD ve PKK’nin otonom olması daha inandırıcı bir önermedir. Benzer amaçlar için mücadele edilse bile, farklı ülke rejimleri ve Kürtler ’in farklı strateji ve taktikleri organik bütünlüğü değil örgütsel otonomiyi gerektirir. Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin ve Avrupa’nın Türkiye tezini satın almaması tesadüfi bir durum değildir. Yedinci bölümde PYD’nin toplumsal, ekonomik ve siyasal örgütlenme için önerdiği modelin özelliklerine ve bu modelin Rojava halkları tarafından neden kabul gördüğüne dair düşündürücü bilgiler mevcut.
Kitabın sekizinci bölümünden on üçüncü bölümüne kadarki kısmı Rojava devrimine karşı kumpasları anlatıyor. Bu kumpasların bir ayağı Türkiye ve Brazani rejiminde ise, diğer ayağı Suriye’deki vekalet savaşının taşeronlarının, yani Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), El-Nusra ve İŞİD gibi çetelerin saldırılarıdır. Her iki ayak arasındaki ilişki girifttir. Kamuoyu kontrolünün kirli bir propaganda kampanyasıyla ortadan kaldırıldığı bir ortamda devletlerin işleyebileceği suç düzeyinin tavansız olduğunu göstermektedir. Rojava’daki direniş oradaki halkların kendi kaderlerini tayin etmeleri ve onurlarını korumaları için bedel ödemeye hazır olduğunu göstermektedir. Ama bunun da ötesinde, hükümetlerinin etikten yoksun dış politikalarına meşruiyet sağlayan seçmenlerin ABD, Avrupa ve Türkiye’de Kürtlere karşı bir vicdan borcu olduğunu gösteren hem sevindirici hem de kahredici dersler sunmaktadır.
Suriye ve Irak’taki felaket ve bu felaket karşısında Kürtlerin Ezidilerin, Sıryanilerin ödemek zorunda kaldığı bedel Hiroşima sonrasındaki bir dünyayı hatırlatıyor. Bundan sonra yapılabilecek en iyi şey, tüm insanlığın ‘bir daha asla!’ demesi ve yöneticilerine dış politikada açık çek vermeye son vermesi olacaktır.
On dördüncü bölüm PYD’nin etnik temizlik yaptığına dair iddialara ve bu iddiaların inandırıcılığına ayrılmış. Bu bölüm Fehim Taştekin’in etik yaklaşımının bir göstergesidir. Taştekin Kürtler’e yönelik saldırıların haksızlığı konusunda açıktır. Ama o aynı zamanda tümsel gerçeğin peşindedir ve kendi politik tercihleri ne olursa olsun hakkı yenilenin yanındadır. Bu nedenle gerek Uluslararası Af Örgütü’nün gerekse diğer kaynakların YPG/YPJ’nin İŞİD’ten veya diğer çetelerden kurtarılan bölgelerde etnik temizlik yapmasıyla ilgili iddialarını ciddi bir şekilde incelemektedir.
Benim okumama göre, bu iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Maalesef, Uluslararası Af Örgütü kirli bilgi savaşında doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir kapasitede olmadığını göstermiştir. Hem rapor için görüşme yapılan mağdurlar hem de bu mağdurlara ulaşım kanalları giderek güç kaybeden ve genellikle Barzani çizgisine yakın olan PYD karşıtlarının etkisine açıktır.
Ayrıca raporu hazırlayanların iki konuda yeterli bilgiye sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Bunlardan birincisi, bir yerleşim biriminin birden fazla askeri gücün kontrolüne girip çıktığı koşullarda ortaya çıkması muhtemel olan güvenlik riskleri ve bu riskleri minimize etmek için askeri önlemlerin gerekli olabileceği. İkincisi, bu tür önlemlerin yarattığı mağdurlarla bir siyasi program nedeniyle mağdur olanlar arasında ayırım yapma gerekliliği. Bu iki husus göz ardı edildiği için, Uluslararası Af Örgütü’nün iddialarıyla Barzani ve/veya Türkiye parasıyla ayakta durmaya çalışan PYD muhaliflerinin etnik temizlik iddiaları ortak bir özelliğe sahiptir: bağlamdan kopukluk ve YPG/YPJ’nin özgürleştirdiği memnunların sesine kulak vermeme. Bu nedenle, bilgi kirliliğine katkıları hakikatin ortaya çıkmasına yapacakları katkıdan daha fazla olmuştur.
Taştekin’in kendisi PYD’nin etnik temizlik yapıp yapmadığı sorusuna kesin bir yanıt vermekten kaçınıyor. Bu anlaşılır bir tutumdur. Ama görüş oluşturmak isteyenler için yeterli miktarda bilgi verdiği kesin.
Ezcümle bölümünde Fehim Taştekin Türkiye’nin Kürt düşmanı Rojava politikasının çıkmazı ve sonuçları konusunda iyi damıtılmış saptamalar sunuyor. Kendisinin sözleriyle: “Ankara PYD ve YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde özerklik ya da demokratik federasyon kurmasına izin vermeyeceğini yineleyerek arkasını getiremeyecek bir tehdide sarılmış durumdaydı. Burada yapılan en büyük hesap hatası … PYD’nin halk tabanı olan bir hareket olduğu gerçeğini görmezden gelerek tabela partisinden öteye gidemeyen birkaç parti üzerinden durumu manipüle etmeye çalışıyordu. … Baskı, tehdit, vekiller üzerinden savaş, ambargo ve ablukalarla Suriye’deki özerklik hareketini boğma çalışmaları bölgede sürekli çatışma üreten statükoyu kalıcı hale getirmekten başka bir şeye yaramayacaktı.”
Son olarak kitabın başlığı. Rojava: Kürtlerin Zamanı başlığını çok sevdim. Çünkü İranlı Kürt yönetmen Bahman Gobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı filmini çağrıştırıyor. Gobadi gibi Taştekin de Kürtlerin onurlu yaşam mücadelesinin zorluklarını anlatıyor. Ama kitap filme göre Kürtlerin geleceğe daha çok umutla bakabileceğine dair yeni veriler sunuyor. Bu hak edilmiş bir umuttur.
Fehim Taştekin, Rojava: Kurtlerin Zamanı, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2016,