M.Yücel önemli hatta tayin edici bir konuya değindi. Türk “aydınlarının” Kürt meselesi konusundaki tutumunu sorguladı. İlk tepkiler insana pek umut vermiyor.
*
Müslüm Yücel’in Yeni Yaşam gazetesinde yayınlanan yazısı (https://yeniyasamgazetesi6.com/turk-entelektuelleri/) ardından Fırat Akkaya’nın Nupel’deki değerlendirmesi (https://nupel.tv/firat-aydinkaya-turk-entelektuellerini-ne-yapacagiz/) ve son olarak yine Yücel’in Nupel’deki yanıtları (https://nupel.tv/muslum-yucel-yanitlar/#google_vignette) aslında olumlu ve verimli bir tartışmanın başlaması ve sürmesi için iyi birer girizgâh sayılabilirdi.
Üç yazı da bence iyi ve doğru yazılar. Ne var ki ve ne yazık ki, bu yazılar düzeyli bir tartışma ortamını yaratamadı. Yazılara gelen tepkiler sert, dışlayıcı ve eski milliyetçi-Kemalist reflekslerin devamı.
Aslında daha çok aydının, yazarın, uzmanının, akademisyenin, bilgi ve fikir sahibi yurttaşın bu tartışmaya fikir ve yazılarıyla katılması gerekir. Nupel bu konuda iyi bir platform olabilir.
Hoş, Kürdün k’sını telaffuz ettiğinizde devlet ve toplumun önemli bir kesimince hemen “PKK’lı” ya da “Terörist” olmakla suçlanıyorsunuz. Ama kalem erbabı kişiler, yine de hem ifade özgürlüğünün alanını genişletmek hem de kendi görüşlerini açıklamak için, bağımsız kişilik sahibi insanlar olarak birazcık cesur davranarak görüşlerini okura sunabilseler, canlı bir tartışma ortamından bütün toplum yararlanabilir. Kırmadan dökmeden, karşı fikri savunanlara hakaret etmeden, onları yargılayıp mahkûm etmeden tartışabilirsek önemli bir merhaleyi aşmışız demektir.
Böyle iyimser satırlar döktürdüğüme bakmayın ben bu tür bir gelişme beklemiyorum. Çünkü zaten üç yazıya gelen tepkilerin niteliği arzu ettiğim olumlu tartışma ortamının kolayca sağlanamayacağının ilk işaretleri. Ayrıca konu yeni değil, 1923 belki de 1925’den bu yana Kürt meselesi devlette, toplumda, medya ve akademide tabu. 1978 belki de 1984’den bu yana, Kürtlerin farklı alanlarda ve değişik yöntemlerle sürdürdüğü mücadele sayesinde bu tabu bazı darbeler aldı ancak henüz sahneden tamamen çekilmedi. Resmi tezi savunuyorsanız sorun yok ama devletin görüşlerini eleştirecek olursanız karşınıza İsmail Beşikçi ve Tahir Elçi örneklerini çıkartıyorlar.
Yücel ya da Aydınkaya’nın yazılarında, çok önemli olmasa da, takıldığım iki noktayı aktarmak istiyorum:
“Türk aydını” sıfatı bana sorunlu geliyor. İki açıdan: Aydın olma halinin milli kimlikle doğrudan ya da organik bir ilişkisi yok. Aydın olma konusunda Batı literatüründe, A.Gramsci’den J.P.Sartre’a, P.Bourdieu’den N.Chomsky’e, E.Said’e onlarca yazarın önemli çalışmaları, tezleri mevcut. Hiç birinde aydının milli aidiyeti/kimliğine vurgu yok.
Yazılarda adı geçen yazarlar Türk oldukları için değil, sağcı, milliyetçi, devletçi ve ırkçı oldukları için Kürt düşmanlığı yapıyor ya da bu dalgaya sessiz kalıyor. Kendini solcu sananlar ise, G.Afrika, Filistin ya da Güney Amerika halklarıyla dayanışma içindeyken Kürt meselesine karşı sağır, kör ve dilsiz davranıyor. Türk oldukları için değil, tutarsız oldukları için böyle tutum alıyor. Siyasi tahlilde, milliyet pertavsızı geçerli tek ve tayin edici kriter olamaz.
İkinci açı “Türk” kavramının zaten sorunlu ve tartışmalı olması. Özellikle de aydın bahsinde. Türk bir ırkın mı adıdır yoksa bir milletin mi? Belki de bir devletin!
Yücel ve Aydınkaya’nın yazılarında Türk edebiyatçılarından çok sayıda alıntı var. Türk yazarlarının, Kürt meselesi konusundaki en hafif deyimle vurdumduymazlığını faş ediyor. Aslında çok daha fazlasını tabi…
Burada bir benzetme yapmak gerekirse, bir koyun sürüsünü gözlemlemek, betimlemek ve tahlil etmek istiyorsak, sürünün başındaki 5-10 koyun üzerine odaklanırsak, sürünün tümü/geneli hakkında ayrıntılı/derin bir bilgiye sahip olamayız. Sürüyü iyi, doğru ve derin bir şekilde anlayabilmemiz/tahlil edebilmemiz için esas odaklanacağımız konu çoban olmalı bence.
Benim 3 yazıdan çıkardığım, Türk aydını sıfatı yüklenen yazarların, devletin Kürt karşıtı ideoloji, politika ve yaklaşımının üreticisi oldukları. Bana doğru gelmiyor. Çünkü alıntı yapılan Türk yazarlarının hepsi, bazıları devlet memuru hatta siyasi yetkili olmalarına rağmen, aslında sadece birer taşıyıcı. Siyasi jargonla söylemek gerekirse ajitatör ve propagandacısı.
Devletin Kürt karşıtı ideoloji ve politikaları, İttihat Terakki döneminden bu yana, Anayasa, kanun ve tüzüklerle, mahkeme kararlarıyla, idarenin edim, talimat ve kararlarıyla ayrıca da üst düzey devlet yetkililerinin Nutuk ve demeçleriyle oluşuyor. Resmi yemin metinleri dikkate alınmalı. Tabi ki uygulamalar da önemli bir boyut ve unsur. Ayrıca Milli Eğitim müfredatı, masallar, efsaneler, aile içinde konuşulanlar, medyanın yaygınlaştırdığı fikirler de katılınca işin içine Kürt düşmanı ideoloji pişirilmiş oluyor. İşte adı geçen Türk yazarlar da beslendikleri bu ideolojiyi edebiyat diline tercüme ediyor. Topluma taşıyor.
Bu durum, söz konusu yazarları eleştiriden muaf tutmaz. Kuşkusuz bu yazarların teşhir edilmesi de olumlu bir girişim. Ama ideolojinin kaynağını kurutmak gerekiyorsa, siyasi ve fikri mücadelenin esas hedefi resmi ideoloji olmalı.
Yücel, Öcalan ve tecrit söz konusu olduğu için, bu siyasi ve hukuki sorunu gündemleştirmek istemiş olabilir. Bu yaklaşım bana taktik olarak çok cazip gelmiyor. Kürt tabusunun bugünkü Türkiye’de en yoğun ete kemiğe bürünmüş hali Öcalan ve tecrit konusu. Başlangıç noktası olarak alındığında sağlıklı bir şekilde ilerlemek çok güç. Bu konu, genel ve devasa Kürt tabusunun sadece konjonktürel ve aktüel bir boyutu. İnsani ve hukuki vicdanı olmayan kesimleri tecrit üzerinden derin bir tartışmaya çağırmak başarılı olamayabilir.
Son bir nokta da Nazım Hikmet üzerine. Devletin Kürt tabusu varsa, kendisine solcu diyen kesimin de Nazım Hikmet tabusu var. Zekeriya Sertel vakti zamanında Hikmet’in siyasi bile olmayan bazı kusurlarına değindiğinde nasıl linç edildiğini hatırlayanlar vardır herhalde. Nazım Hikmet’in gençken yazdığı, İstanbul’un 1453’deki fethi konusundaki şiirini de örnek göstermek mümkün. (https://www.haber7.com/guncel/haber/2979987-nazim-hikmetin-istanbulun-fethini-anlatan-cok-bilinmeyen-sekiz-yuz-elli-yedi-siiri)
Osmanlı münevverleri, Padişah’a yani siyasi iktidara, Saray’daki aynı zamanda Halife olduğu için, doğrudan ve topyekün karşı çıkamazdı. Bu durum, güçlü ve köklü bir aydın geleneğinin/kültürünün doğmasını ve gelişmesini önledi.
Türkiye’de bırakın aydınları, yurttaşların önemli bir kısmının bile bağımsız bir siyasi-ideolojik kimliğe sahip olamadığı, kendisini her zaman ve her mekânda devletin temsilcisi, sözcüsü, destekçisi gibi gördüğü bir ortamda, yani bağımsız ve özgür eleştirel yaklaşımın mevcut olmadığı hatta kargılandığı bir memlekette Bayrak-Ezan-Reis nutukları ve Kürt düşmanlığı daha uzun süre egemen olacağa benzer.