SEÇTİKLERİMİZ – YEKTAN TÜRKYILMAZ’ın GazeteDuvar’daki yazısı: “HDP, Kürdistani bir parti olmadan Kürtlerin siyasal birliğinin temsilcisi olmak ve radikal demokrasi, çoğulculuk ve özyönetim programı etrafında Türkiye muhalefetinin en temel ve dinamik adresi olmak arasındaki tansiyonu büyük ölçüde dindirmiş ve hatta uzlaştırmış görünüyor.”
YEKTAN TÜRKYILMAZ*
24 Haziran seçimleri hem devletliğin, egemenliğin MRI’ını çekti, hem de rejimin geleceğine dair ihtimalleri azalttı, daralttı. Panoramanın iktidar bloku boyutu ve rejimin akıbetine ilişkin olası senaryolar daha sonraki bir tartışmanın konusu olacak, ancak MRI görüntüsünün muhalefet cephesindeki belirgin bir bulgusu rejime karşı en temel direnç bloku olarak HDP’nin popülerliğini ve var kaldığını ispat etmesi oldu. HDP’nin 24 Haziran’da tarihinin rakamsal değilse bile siyasal olarak en önemli sandık başarısına ulaştığını düşünüyorum. Bu yazıda HDP’nin neden sandıktan ‘zaferle’ çıktığını tartışacağım.
Kürt Hareketinin kadim ikilemi
Şüphesiz HDP Türkiye’de olabilecek en yüksek gerilimli bir mecrada siyaset yapıyor. Rejim kaynaklı sistematik şiddet, kadrolarına ve örgütsel ağını çökertemeye yönelik yoğun saldırılar ve kriminalizasyon bir tarafa, gerilimin bir diğer temel ideolojik kaynağı partinin politik programıdır. Halkların Demokrasi Partisi bir yandan kendini Kürdistani bir parti olarak tanımlamadan Kürtlerin siyasal birliğinin savunucusu ve legal platformdaki lideri olmak iddiasındadır. Öte yandan ise Kürtlerin siyasal birliğinin temsilcisi olarak Türkiye kamuoyuna ülke çapında uygulanacak bir program önermekte ve ademi merkeziyetçi, çoğulcu ve (radikal) demokratik bir alternatif sunmak çabasındadır.
Bu iki pozisyon arasındaki tansiyonun emareleri parti içerisindeki çekişmelerde veya HDP’ye hem Kürdistani cepheden gelen ‘koloni subjesi’ olma eleştirilerinde, hem de Türkiye siyasasından yükselen kuşku dolu ‘sorgulamalarda’ sıkça belirmekte. Aslında ilk bakışta HDP’nin bu oldukça zor pozisyonuna şüpheci yaklaşmamak mümkün görünmüyor. Belki dünyada birçok anti-kolonyal mücadele kolonici veya egemen topluluğa, ve hatta bütün insanlığa evrensel özgürlük getirmek iddiasında bulunmuştur; ancak Haiti Devrimi’ne kadar uzanıp, yani 18. yüzyılın sonundan başlayıp günümüze kadar bir döküm yaparsak anti-kolonyal mücadelelerin neredeyse istisnasız bir tutarlılıkla nihayetinde değişik versiyonlarda ulusçu, kültürcü ve özcü retoriklere sığlaşmış olduklarını görürüz. Bölge tarihinde ise geç Osmanlı dönemi Ermeni, Bulgar ve Makedon ‘sosyalist’ örgütleri bunun örnekleridir. Diğer taraftan, bu tür anti-kolonyal mücadeleler egemen topluluklar içerisinde muhtemelen yüzdelik ölçüme bile gelmeyecek çok küçük bir kısmı dışında ideolojik sempati, politik destek veya aktif katılım bulamamıştır: Koloni topluluklarını kurtaracak olanın ancak ‘kendi’ elleri olacağı kanısı tekrar, tekrar pekişmiştir.
Bu noktada Kürt Hareketi kesinlikle evrensel bir istisnadır. Şekillendiği 1970’lerden başlayarak en ileri, en saygın birçok kadroları Kürt olmayan topluluklardan gelmiştir. Marksist paradigma içerisinde enternasyonalist dayanışma olarak övünülen bu durum, hareketin post-Marksist yeniden şekillenmesiyle ve özellikle 2000 sonrası ulus-ötesi toplum inşası, devlet-ötesi egemenlik modeli geliştirme çabalarıyla programatik bir ısrara dönüşmüştür. Ve bu ısrar ulusçu, rakip Kürt siyasal kesimleri arasında Kürt toplumunun Kürt siyaseti eliyle yeniden-kolonizasyonu ve hatta Kürt ulusunun önüne gelen tarihsel fırsatları fütursuzca tepmek olarak okundu, okunuyor. Ayrıca, bu tutum hareketin tepesi ile ‘hakiki’ tabanı ve taşıyıcı unsurları arasında hakkaniyetsiz bir güç, nüfuz ve temsiliyet bölüşümü olarak hedef tahtasına oturtuldu; ‘yerel’, ‘otantik’ bir organizasyon olmaktan çok ‘Türk solunun’ gölgesi ve ‘dogmatik Marksist’ eski yöneticilerinin sultası altında ve onların güncel siyasette karşılığı olmayan ütopyası etkisinde bir hareket. Bu tür tepkilerin kimi zaman HDP içerisinden de seslendirildiğini görmek mümkün. Ne var ki, Kürt Hareketi oldukça pragmatist eğilimlerine rağmen Kürt kamuoyundaki kimi entelektüel ve siyasi çevrelerin bu tenkitlerine oldukça kararlı bir biçimde sırtını çevirdi.
Yeni kolonyalizm, Kürtler ve HDP
Kürt Hareketi geçtiğimiz üç yıl içerisinde travmatik bir çatırdama yaşadı. Bu çatırdama Türkiye sınırlarını aşan saiklerle gelişti ve yine sınırları aşan tesirleri oldu. Bunu bir sonraki yazıda detaylı tartışacağım. Bu çatırdamanın HDP seçim listelerinin hazırlanışı üzerinde de etkisi olduğunu düşünüyorum. HDP baskın seçimden önce ‘Kürdistani partiler’ ile bir ittifak kurmak konusunda pek de ısrarcı olmadı. Yeni kolonyal ilişkiler ağında büyük ölçüde kadro dışı kalan ve konumunu belirlemekte zorlanan HÜDA PAR’ın zikzaklı ‘barış’ imasına da oldukça mesafeli yaklaştı. Kürt illerindeki listelere bakıldığı zaman çok dikkat çekici olan 7 Haziran ve 1 Kasım aday profiliyle olan belirgin farklardı: Birincisi ‘belediye’ geçmişi olan isimler neredeyse tümden liste dışı bırakılmışlardı. İkincisi, Cumhuriyet erken dönemi Kürt direnişleriyle anılanlar dışında geleneksel ileri gelenler grubuna dahil edilecek kimseye rastlanmıyordu. Üçüncüsü ‘dindar’ ve hatta ‘din-adamı’ adaylar vardı, ancak muhafazakârlar dışlanmıştı. Dördüncüsü, Kürtler arasında HDP kendi geleneği dışındaki isimlere, İmam Taşcıer hariç, listede yer vermemişti. Beşincisi, yaş grubu olarak belirgin biçimde daha genç bir aday profili vardı.
HDP Kürt bölgelerinde seçimlere 7 Haziran ve hatta 1 Kasım’a göre çok daha dezavantajlı bir ortamda girdi: Rejim HDP’yi o denli hedefine yerleştirmişti ki, en üst ağızlardan partinin cumhurbaşkanı adayı gösterebilmesi ve barajı aşması durumu ‘terörizm’ vakası olarak nitelendirildi. Kürt hareketinin travmatik çatırdamasının ve Kürt bölgelerinde rejimin inşa etmeye çalıştığı yeni kolonyal nizamın da HDP’nin sandık gücü üzerinde çok olumsuz etkileri olduğu açıktır. Rejim bir süredir bu yeni nizamı inşanın temel şartı olarak Kürtler arası siyasal, sosyal ve ekonomik dayanışma ağlarını tasfiye etmek çabasındadır; ve bu yönde başka hiçbir alanda olmadığı kadar sistematik ve hummalı bir faaliyet sürdürmektedir. Bu bağlamda HDP’yi 1 Kasım’dan bile daha dezavantajlı kılan bir başka etken ise neredeyse kazandığı bütün belediyelere el konulan partinin artık kaynak dağıtıcı durumunda olmamasıdır. Kısacası HDP Kürt bölgelerinde Kürtlerin siyasal birliğinin ve taleplerinin savunucusu olmak dışında vaat edeceği veya destekçilerini mükâfatlandıracağı olanaklardan mahrum olarak sandık başına gitti.
Ayrıca, HDP kapsamlı bir seçim kampanyası yürütemedi; ana-akım medyada neredeyse hiç yer bulamadı. Seçim barajını aşamamasının ne kadar karanlık bir sonucu olacağını vurgulamak dışında seçime özgü yeni bir program da sunmadı. Bütün bunlara rağmen önceki iki seçimde sandık egemenliğini kazandığı illerdeki konumunu 3-13 puanlık düşüşle de olsa büyük ölçüde korudu. HDP en dramatik oy kaybını Mardin, Şırnak ve Hakkâri’de yaşadı. İlginçtir ki Şırnak ve Hakkâri, partinin 7 Haziran’dan 1 Kasım’a Kürt bölgelerindeki dramatik oy kaybından neredeyse hiç etkilenmeyen iki il idi. Bu sert düşüş bu illerde belirgin biçimde azalan katılım oranı, şehir yıkımları ve göç, ve artan baskılar kısmen açıklasa da, daha yakından incelenmeyi hak ediyor.
Böylesi koşullar altında Kürt illerinde sandıktan çıkan sonucun HDP için çok büyük bir başarı, rejimin yeni kolonyal siyaseti açısından ise şevk kırıcı olduğu açıktır. Çünkü, baskının, şiddetin ve çaresizleştirmenin toplumsal hareketleri, yani doğrudan tepki, isyan tetikleyeceği artık çok eskilerde kalmış oldukça mekanik ve indirgemeci varsayımlardır. Detaya girmeden söylersem karşı koyuş, protesto, başkaldırı, devrim esas olarak olanaklar yapısına koşulludur. Bu örnekte ise, HDP seçmenlere, taraftarlarına veya destek ifade etmek isteyenlere imkan, kaynak vaat etmek bir yana (bazı bölgelerde oldukça yakın ve yüksek) ancak risk ‘dağıtabilir’ bir halde 24 Haziran’ı karşıladı. Ve bu koşullar altında parti açısından mümkün olabilecek ey iyi tablolardan birine ulaştı. Üç temel sonuç bu büyük ‘zafere’ işaret ediyor: 1) Kürtlerin siyasal birliğinin korunması, bir başka deyişle yeni kolonyal nizam için mahrumiyet ve bağımlılıkla ‘tedip’ edilmek istenen Kürtlerin kolektif taleplerindeki ısrarı; 2) Partinin bu birliğin Türkiye siyasetindeki temsilcisi olması durumunu sürdürmesi; 3) Bu bağlamda Kürt siyaseti içerisinde bağımsız adaylar veya partiler düzeyinde yeni rakiplerin ortaya çıkmaması, var olanların kayda değer bir varlık, gelişim gösterememesi.
Bu noktada MHP’nin ‘şaşırtıcı’ Kürdistan performansı üzerine bir parantez açmak isterim. Artık bir asrı aşan kolonyal nizamın bir sonucu ve böylesi bir nizam içerisinde ‘barış’ içerisinde yaşamanın bir şartı devlet içindeki değişimlere, güç dengelerindeki oynamalara duyarlı ve hatta onlar hakkında önsezili olmaktır. Bu bir yanıyla güvenlik ve ‘otonomi’ sağlayacak, diğer yanıyla da patronaj ilişkilerinden, yani kaynak dağıtımından hisseleri garanti altına alacaktır. Dolayısıyla on yıllardır Kürdistan sandık sonuçları bir tek direnişin yankısını ölçen bir desibel metre değil aynı zamanda iktidar bloku içerisinde farklı siyasi aktörlerin güçlerini tartan ve sezen hassas bir terazi olmuştur. Esasen, Kürt illerinde ana-akım siyasi partilerin çok köklü gelenekleri yoktur; partiler meşruiyetlerine ve popüleritelerine devlet kudretini, kuvvetini ve olanaklarını kontrol edebilmeleri nispetinde ulaşagelmiştirler. 24 Haziran’da bu durumun bir yeni örneğini görüyoruz. MHP’nin devlet içerisindeki sessiz ve derinden yükselişi, savaş siyasetinde ısrar ve parti kadrolarının bu savaş gücü içerisindeki orantısız temsili Türkiye genelinde oy kaybeden partinin Kürt illerinde belirgin yükselişine yol açtı. Bu artışın bir tek bölgede güvenlik güçlerinin sayıca artmasıyla açıklanabileceğini sanmıyorum. Kaldı ki, bu güçler içerisinde partinin söylem olarak artık pek de ayrıştırılamaz ortağına göre daha fazla destek görür olması da savaş bürokrasisi içerisinde de MHP’nin yükselişine işaret ediyor. Hakeza usulsüzlük iddiaları da aynı kapıya çıkıyor; bu iddiaların tümden doğru olduğunu varsaysak bile ‘hile’ yapabilecek konumdaki aktörlerin neden MHP lehine bu tercihi yaptığı yine aynı cevaba götürüyor bizi. Özellikle Urfa, Van gibi hem savaşın ve gerilimin en şiddetli yaşanmadığı ve hem de Kürt bölgelerinde patronaj ilişkilerinin en önde gelen merkezlerinde MHP’nin kayda değer yükselişi durumun bir tek asker-polis oylarıyla açıklanamayacağına bir delildir; patronaj imkanlarından faydalanmak isteyen farklı kimlikli ‘sivil’ kesimlerden de bir miktar destek bulduğuna işaret etmektedir.
HDP’ye barajı kimler aştırdı?
Şimdi HDP’nin Türkiye performansına geçersek, çok çarpıcı bir sonuçla başlamak isterim. Aşağıda okuyacaklarınız seçim sonuçlarını iller, ilçeler, mahalle /köyler ve kimi durumlarda sandıklar bazında inceleyerek ulaştığım yargılardır. Ancak, sistematik kantitatif (sayısal?) bir araştırma yaptığım iddiasında olmadığımı belirtmek isterim.
Parti Kürt bölgeleri dışında (yani Kürtlerin nüfusun belirgin bir kısmını veya çoğunluğunu oluşturduğu ve rejimin yeni kolonyal nizamının hedefinde olan iller dışında) bütün illerde (yerleşik / otokton Kürt nüfusu olan Kırşehir hariç) 1 Kasım seçimlerine göre oylarını farklı nispetlerden arttırarak çıktı; ancak böylelikle rejimin mümkün olan her araçla çabaladığı HDP’yi baraj altında bırakma stratejisi hüsrana uğradı. Bu başarıda özellikle büyük rol oynayan partinin en yüksek rakamlara ulaştığı 7 Haziran seçimlerine göre bile daha yüksek oy aldığı iller ve ilçeler oldu. HDP aralarında İstanbul ve İzmir’in de olduğu on dokuz ilde 7 Haziran’a göre daha yüksek oranda oy aldı. Bunlardan Amasya, Artvin, Çorum, ve ‘Hatay’ illerinde HDP oyu 7 Haziran’a göre %50’nin üzerinde bir artış gösterdi. Artvin’deki yükselişi (devrimci) sol kesimler arasında partiye olan yeni bir ilgiye işaret ediyor. HDP’nin kimi ilçe ve mahallelerde 7 Haziran’a göre oylarını üçe katladığı ‘Hatay’daki’ durum ayrıca değerlendirmeyi gerektiriyor; ancak burada da Kürt göçmenlerin yaşadığı Arsuz, İskenderun, Dörtyol gibi ilçelerde HDP oylarında belirgin bir oynama görülmediğinin altını çizmek gerekir. Kısacası ildeki çarpıcı artış Kürt olmayan grupların desteğinden kaynaklanıyor.
Kalan yerler için il genelinden inip ilçe ve hatta köy sandıkları seviyesinde bakınca resim daha da netleşiyor. Yine 7 Haziran’a kıyasla Almus (Tokat), Zile (Tokat), Gümüşhacıköy (Amasya), Divriği (Sivas), Kangal (Sivas), Ortaköy (Çorum), Mecitözü (Çorum), Merkez ilçe (Çorum) gibi ilçelerde %50’nin çok üzerinde oy artışları göze çarpıyor. Bu ilçelerin bir ortak özelliği yoğun Kızılbaş nüfusuna sahip olmaları. Tabii ki Kızılbaş ve Kürt illaki birbirlerini dışlayan (özellikle Çorum ve Sivas ilçelerinde) kategoriler değil ancak mahalle/sandık bazında bakıldığında Türk/Türkmen Kızılbaş seçmen arasında da HDP’ye dikkat çekici bir yakınlaşma olduğu görülüyor.
Oran olarak ifade edildiğinde oldukça yüksek görünen artışın sayıca veya yüzde olarak belki çok kayda değer seviyelere ulaşmadığı düşünülebilir. Ancak bu saydığım yerlerdeki belirgin artış oldukça önemli bir veridir çünkü metropollere büyük göç veren bu yörelerden insanların (HDP’ye oy vermenin daha az ‘yük’ ve risk getireceği) büyük şehirlerde nasıl bir seçim tercihi yapmış olacakları konusunda çok önemli ipuçları sunuyor. HDP’nin baraj altında kalmasını engelleyen ve hatta onu 1 Kasım seçimlerinden daha yüksek bir orana ulaştıran oyların büyük ölçüde geldiği iki ile İzmir ve özellikle de İstanbul sandıklarına daha yakından baktığımızda yukarıdaki varsayımın çok yerinde olduğunu görüyoruz. İstanbul’da partinin oy deposu denilebilecek 1990’larda zorunlu göçler ile oluşan Bağcılar, Sancaktepe, Sultanbeyli, Arnavutköy, Güngören gibi ilçelerdeki Kürt gettolarında HDP’ye destekte 1 Kasım’a göre bir toparlanma görünse de oranlar 7 Haziran’ın altında kaldı. Ancak Ataşehir, Avcılar, Gaziosmanpaşa, Kartal, Sarıyer, Ümraniye gibi ilçelerde yukarıda saydığım bölgelerden Kızılbaş nüfusunun yoğunlaştığı mahalle sandıklarda ise 7 Haziran’a göre bile belirgin bir artış göze çarpıyor. 7 Haziran’a göre belirgin yükselişin olduğu diğer ilçelerin başında ise sokak muhalefetine desteğin yüksek olduğu Beşiktaş ve Kadıköy önde geliyor; HDP Bakırköy, Beylikdüzü, Çekmece ve Şişli ilçelerinde de kayda değer yükseliş yaşadı. Son olarak parti İstanbul’da en yüksek oy oranına bu sefer yoğun Kürt yerleşim gölgesi Esenyurt’ta değil özellikle Ermeni nüfusunun nispeten yüksek olduğu Adalar’da ulaştı.
Maalesef seçim sonrasında HDP’nin performansı üzerine derinlikli bir inceleme ortaya çıkmadı. Kimi kamuoyu araştırma şirketi yöneticileri ‘CHP’den HDP’ye kayan oy %0.5’i aşmaz’ gibi analitik bulgu ve önermelerden yoksun ve hatta manipülatif sayılabilecek açıklamalar yaptılar. Çok daha nüanslı ve nitelikli bir değerlendirme yapan cilekağacı.com ise HDP oylarının bölgeler arasında yayıldığını, parti seçmeninin oldukça sadık davrandığını ve CHP’den sanıldığı kadar büyük bir oy akışının gerçekleşmediğini iddia etti. Buradaki metodolojik sorun HDP’ye oy verenlerin bir önceki seçimde oy attıkları parti üzerinden aynılaştırılıp aralarındaki farklar hesap edilmeden analize dahil edilmeleridir. ‘CHP seçmeni’ gibi homojen bir kategori olduğunu var sayan analizlerin kaçınılmaz olarak ideolojik ve etnografik belirginlikleri silikleşiyor.
Şimdi soruyu ‘HDP’ye hangi partiden ne kadar oy geçti?’, veya ‘CHP’den HDP’ye ne kadar ‘emanet’ veya ‘destek’ oyu gitti?’ yerine ‘HDP, nasıl oldu da temel oy desteğini oluşturan Kürdistan’da 1 Kasım’a göre iller bazında üç ile on üç puan arası oy kaybetmesine rağmen ulusal ölçekte %10.8 olan oy oranını %11.7’ye çıkarabildi?’ şeklinde sorarsak izah gücü daha yüksek cevaplara ulaşabiliriz. Bu soruya partinin metropollerdeki 1990’lar sonrası oluşmuş Kürt yerleşim alanlarında belirgin bir yükseliş göstermediğini de eklemek gerek. Cevabımı doğrudan vereyim: HDP yukarıda bahsettiğim oy kayıplarını kapatıp 1 puan daha yüksek bir sonuca ulaşabilmesi için kalan bölgelerde oylarını 1 Kasım’a göre en az %20 nispetinde arttırması gerekliydi. Bu artış üç kaynaktan geldi: 1) Çoğulcu seküler, sol/sosyalist ve devrimci çevreler ve onların nüfuz alanları; 2) 1 Kasım’a göre belirgin olmasa da artan ‘Batı’ Kürt oyları; 3) Farklı etnik kimliklerden Sünni olmayan gruplar (Kızılbaş, Alevi); 4) İlk kez oy kullanan genç seçmenler.
CHP’den HDP’ye rastsal veya taktiksel oy akışı oldukça düşük seviyelerdedir. AKP veya diğer çevrelerden/partilerden gelen ufak seviyedeki oyları da bir kenara bırakırsak, geriye kalan yukarıda sıraladığım dört grup aslında birbirlerini dışlayan kategoriler değildirler. Bir ortak yanları ise HDP’nin kuruluşundan bu yana politik projesine dahil etmeye çalıştığı temel gruplar olması. Kısacası bu dört grup halkların çoğulcu özyönetimi ve (radikal) demokrasi programının en doğrudan hedeflediği kesimlerdir. Dolayısıyla HDP’nin edindiği bu destek programatiktir; HDP öncesine de uzanan bir ısrarın sonunda filizlenmesi, meyve vermesidir.
HDP neyi başardı? HDP’yi neler bekliyor?
Peki parti yaygın ve popüler söylenişiyle ‘Türkiyelileşme’ iddiasına neden bu seçimde daha fazla yaklaştı? Nasıl oldu da oy portföyünü bu denli yayabildi? Birbirinden farklı konumlanmış grupları yan yana getirebildi? Bu soruların cevabını kısmen iktidar cephesinin düne kadar kendilerini muhalif de olsalar anaakım veya sistem içerisinde gören kesimleri marjinalleştirme, kriminilize etme ve saldırgan bir otoriterlikle sessizleştirme siyasetine tepki olarak okumak mümkün. Ancak daha önemli iki faktör Kürt hareketinin Ortadoğu siyaseti ve HDP’nin 24 Haziran seçimleri öncesi geliştirdiği yeni ittifaklar ve ‘Batı’daki’ aday profilidir.
Bu bağlamda CHP’ye geri dönersem iktidar çevrelerince de dolandırılan ‘CHP’lilerin CHP’li kalıp HDP’ye ‘destek’ oyu attıkları’ iddialarının bir dolayımı da CHP’deki erimenin ne kadar çarpıcı olduğunu saklamalarıdır. CHP oldukça muhafazakar bir hatta siyaset yapmaya devam etmekte. Ne var ki her geçen gün kendi tabanı içerisinde ‘muhafaza’ edilecek bir şey kalmadığını fark eden ve rejimin kendilerine yönelimlerinden tedirgin olan daha geniş kesimler ortaya çıkıyor. Ve bu kesimlerin en endişeli ve dinamik unsurları, açık ki, muhafaza nafilesi yerine, yeni bir toplum ve siyaset projesinde konumlanmak istiyorlar. Böylelikle yolları HDP ile kesişiyor. Kısacası önceden CHP’ye oy verip bu seçimde HDP’ye yönelenlerin büyük kısmının tutumu programatik ve hatta politik konumlanma olarak uzun vadeli yani stratejiktir.
Kürt hareketinin Ortadoğu siyasetini daha sonra detaylı inceleyeceğim ancak burada kısaca özetlersem ulusalcı bir çizgiden uzak durması ve ısrarla çoğulcu bir sekülerizm programına sadık kalmasının Türkiye’deki Sünni olmayan kesimlerin HDP’ye yönelmesinde kısmen etkili olduğunu düşünüyorum. Ancak şüphesiz en önemli etken HDP’nin özellikle Türkiyeli sol çevrelerle geliştirdiği yeni tür ilişkidir. Evet, Kürt hareketinin Türkiye solu ile münasebeti ve de gerilimi oldukça eski ve çetrefilli bir hikayedir. Birçok eleştirisine rağmen Kürt hareketi sol içerisinde destek bulma ısrarından hiç vazgeçmedi. Ne var ki, Türkiye solu ile yatay bir ilişki kurmayı başardığını söylemek güç; sol kesim arasındaki irili-ufaklı liasonlarından/irtibatlarından olmazsa olmaz bir onay bekleyen ve karşılığında patronaj sunan ilişkilenme denklemi farklı açılım çabalarına rağmen esastan değişmemişti. HDP, 24 Haziran seçimlerinde bu kurguyu temelden değiştiren adımlar attı. 7 Haziran seçimlerindeki ‘barış/çözüm sürecinin’ devam edeceğini varsayarak hazırlanan özellikle ‘Batı’da’ ve ‘Batılı’ adayların karnavalesk profili yerine bu sefer belirsiz ve oldukça türbülanslı geçeceği muhtemel bir siyasal gelecek öngörüsüyle şekillenmiş ‘mücadeleci’ bir profil ortaya çıktı. Özellikle ‘flash’ adayların bir ortak yönü Kürt hareketini patronajı kabullenip onaylayan isimlerden değil, rejime karşı ödünsüz karşı durmuş, onun hışmına uğramış ve buna rağmen pozisyonlarında ısrar etmiş simalardan oluşuyordu. Ayrıca eklemek gerekir ki bu isimler doğrudan kurumsal/organizasyonel bağları olmayanları da dahil ‘sokakta’ karşılığı, yankısı olan isimlerdi.
Dolayısıyla Kürt kamuoyunun geniş bir kesiminin çoğu zaman haklı olarak ‘ceket koysan (Kürt oylarıyla) seçilecek’ yerlerden aday gösterilip vekil olan, hayatta karşılığı olmayan isimlerin yerine bu sefer Kürt hareketiyle mesafesini saklamayan ama kendi kendini seçtiren, partili olmayan kesimler arasında da heyecan yaratan ve oy getiren bir aday profili ortaya çıktı. Bu noktada Barış Atay’ın, Oya Ersoy’un, Ahmet Şık’ın ve Veli Saçılık’ın ve benzeri isimlerin parti listesinden adaylıkları bu seçimde HDP’nin ‘Batı’ başarısında ve hatta barajı aşmasında kritik rol oynamıştır.
Dolayısıyla HDP yazının en başında tarif ettiğim gerilimi, yani Kürdistani bir parti olmadan Kürtlerin siyasal birliğinin temsilcisi olmak ve radikal demokrasi, çoğulculuk ve özyönetim programı etrafında Türkiye muhalefetinin en temel ve dinamik adresi olmak arasındaki tansiyonu büyük ölçüde dindirmiş ve hatta uzlaştırmış görünüyor. Çünkü iki tarafa da sunacağı ikna edici ve ayakları yere basan argümanlara sahip: ‘Batı’ya’ Kürtlerin kolektif hak taleplerindeki ısrarını, Kürt kamuoyuna ise somut, sokakta ve mücadelede karşılığı olan bir yatay ittifak…
Şüphesiz 24 Haziran’da HDP böylesi bir ittifak siyasetiyle rejimin arzularını hüsrana uğratmış, sandıktan büyük bir zaferle çıkmıştır. Ancak ülkede 7 Haziran sonrası her sandık değerlendirmesi ve analizinin bir paradoksu varsa o da meşruiyeti gayet sorunlu bir durumu normalleştirmesidir. Dolayısıyla, bunu akılda tutarak ve sandığı bir sonuç değil despotizme karşı direnişte bir süreç ve araç olarak ele almak daha yerinde bir tutum olacaktır. Son olarak evet HDP büyük bir zafere imza atmıştır ancak Türkiye siyasetinin önündeki oldukça karanlık ve fırtınalı ihtimallerin partinin siyaset yapma düzlemini ve hatta kendisini ortadan kaldırabileceğini unutmamak gerekir. Ve belki de hepsinden çok daha belirleyici olacak, Kürt hareketinin kırk yıldır muhtemelen en riskli bir dönemden geçtiğini de eklemek gerek. Kürt hareketinin çatırdaması ve önündeki oldukça çetrefilli ihtimaller ise bir sonraki yazının konusu olacak…
*Öğretim Üyesi, Kaliforniya Devlet Üniversitesi – Fresno