Rahmi YILDIRIM yazdı – 29 Kasım 1971, Mahir Çayan’ın Maltepe Askeri Cezaevi’nden devrimci subayların yardımıyla kaçırıldığı tarih. Rahmi Yıldırım, 1970’lerde TSK tabanında sosyalist askerler kum gibi kaynarken, nasıl olup da Fettullahçı Çete’nin darbeye cüret edebilecek derecede güç kazandığını değerlendiriyor.
Haber, o günlerde, yani Ağustos 2018’de medyada pek yer bulamamıştı. Kamuoyunun ilgisinden uzak tutulan habere göre, Kara Harp Okulu’nda öğrenciler, cuma namazını hangi tarikatın imamı kıldıracak diye kavgaya tutuşmuşlardır.[1]
Resmi makamlar yalanlamış olsalar da, haberin doğruluğuna kaniyim. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yani Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin geçirdiği dönüşüme kışla içinde karşılık gelen bir olayın haberiydi.
Haberin doğruluğuna kaniyim. Biz de 1970’li yıllarda Kara Harp Okulu’nda öğrenciyken sağ/sol, ülkücü/devrimci kavgası yapıyorduk. Hatta, 1977 yılında Kara Harp Okulu’nda subay taburunda çıkan kavganın ardından Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, 1978 yılında mezun olacak devremizi toptan atmak üzere okula gelmiş, ancak kös kös geri dönmüştü. Subay taburu 512 mevcutluydu; mevcudun 405’i, Genelkurmay Başkanı ile Milli Savunma Bakanı aleyhine mahkemeye başvurmuştu. Devremiz toptan atılmadı, tüm engellemelere ve provokasyonlara karşın mezun oldu. Mezuniyet törenine yakın, subay tabur komutanı, “Teğmen oluyorsunuz ama yüzbaşı olamayacaksınız” demişti. Nitekim, 12 Eylül darbesinden sonra 1978 devresi büyük kıyıma uğradı, yarıdan fazlası soruşturma geçirdi; mevcudun 1/3 kadarı yüzbaşı olamadılar.
Bir anımsatma uygun düşer. “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle 12 Mart 1971 darbesini gerçekleştiren Atatürkçü cunta, ordu içerisinde Kemalistleri tasfiye etmekle kalmadı, sosyalist askerleri de tasfiye etti. O dönemde subay, astsubay, öğrenci, toplam 600 dolayında genç asker, solcu oldukları gerekçesiyle işkenceden geçirilip sokağa atıldı. 12 Eylül 1980 darbesi daha Türkiye’de resen ilan edilmeden dönemin ABD Başkanı’na “Bizim çocuklar başardı” cümlesiyle müjdelenmişti. 12 Eylül darbesi döneminde de 397 subay, 176 astsubay, 447 askeri öğrenci, yasa dışı görüşleri benimsedikleri gerekçesiyle işkenceden geçirilip açlığa mahkûm edildi. Kaba bir tahminle o tarihteki muvazzaf profesyonel asker mevcudunun yüzde 2’si kadar yani.
Peki nasıl oldu da, sağ/sol, ülkücü/devrimci kavgası yapılan günlerden, cuma namazını hangi tarikatın imamı kıldıracak kavgasının yapıldığı günlere gelindi? Başka bir ifadeyle, 1970’li yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tabanında sosyalist askerler kum gibi kaynarken, nasıl oldu da Fetullahçı Çete 15/16 Temmuz 2016 gecesi darbeye cüret edebilecek derecede güç kazandı?
Sorunun yanıtı hayli derinlikli bir araştırma ve analiz gerektirse de naçizane kısaca yanıtlamaya çalışayım.
Soğuk Savaş döneminde ABD liderliğindeki Batı emperyalizminin Sosyalist Blok’u kuşatmak için geliştirdiği stratejilerden biri de Yeşil Kuşak idi. Yani, psikolojik harp cephesinde komünizme karşı İslam dinini çıkarmak, sahada ise Sovyetler Birliği’ni Türkiye, İran ve Pakistan’dan oluşan ittifakla güneyden kuşatmak. Bu strateji, adları geçen ülkelerin devlet yapısını ılımlı İslam modeline göre dönüştürmeyi, ordularını NATO standartlarına göre yeniden yapılandırmayı da içeriyordu.
Bu strateji doğrultusunda 1952 yılında NATO’ya girdikten sonra Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) yeniden yapılandırıldı; Fetullahçı Çete’nin darbeye girişecek derecede güçlenmesi ise son 30 yıla yayılan bir zaman diliminde gerçekleşti.
ABD istihbarat örgütünün güdümündeki FETÖ’nün TSK’yi ele geçirmesinin öyküsü, TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Raporu’nda, 15 Temmuz dava iddianamelerinde ve Hulusi Akar’ın Genelkurmay Başkanı iken kurduğu bilirkişi heyetinin raporunda ayrıntısıyla anlatılmıştır.
İlgili raporlara göre FETÖ’nün TSK’de örgütlenmesi 1970’lerde başladı. Örgütlenme 2000’li yıllara değin sızma şeklindedir. Sızmalara karşı zaman zaman adli ve idari soruşturmalar yapıldı. İlk soruşturma Mayıs 1982’de Kuleli Askeri Lisesi’nde gerçekleştirildi ve 86 öğrencinin ilişiği kesildi.[2]
15 Temmuz Genelkurmay Çatı İddianamesi’ne göre, 1986 yılında Maltepe Askeri Lisesi’nde soruşturulan 250 öğrenciden 30’u Fetullahçı oldukları gerekçesiyle okuldan atıldı; atılmayan öğrencilerin tamamı 15 Temmuz darbe girişimine general veya albay rütbesiyle katıldılar.
28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısıyla başlayan süreçte FG Çetesi TSK’deki mensuplarını seküler yaşam tarzına yönlendirerek varlığını korudu.
AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra ise FETÖ daha sistemli bir şekilde TSK’ye yerleşti. Bu dönemde FETÖ personel, atama ve tayin başkanlıkları, istihbarat ve istihbarata karşı koyma, kurmay şube müdürlüğü, bilgi işlem başkanlıkları, muhabere bilgi sistemleri, askeri okullar ve harp akademileri, karargâh emir subaylığı, özel kalem müdürlüğü, askeri mahkemeler, savcılıklar ve adli müşavirlikler ve GATA’da örgütlenmeye özel önem verdi. “Harp okullarına atanma, askeri okullara öğrenci alımı, sözleşmeli personel temini, yurtdışı ve yurtiçi yükseköğrenime personel gönderme, harp akademilerine personel seçimi, GATA’daki öğretim üyesi atamaları, askeri hâkim ve savcı temini, askeri yüksek yargı üyelerinin seçimi FETÖ yapılanmasının kontrolüne geçti.”[3]
Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk vs. gibi kumpas davalarının başlamasıyla birlikte FETÖ, ordu içerisinde kendisine rakip ya da engel olarak gördüğü personeli de çeşitli yollarla tasfiye etmeye başladı. Askeri okullarda, askeri yargıda, askeri tıpta, kuvvetlerin personel başkanlıklarında örgütlü olmanın verdiği güçle, sağlık muayenelerini, disiplin soruşturmalarını, idari ve cezai yargılamaları, örgüt mensubu olmayan personel aleyhine uyguladı. Başta pilotlar olmak üzere binlerce asker ordudan ayrılmak zorunda bırakıldı ya da sağlık muayenelerinde elendi, idari cezai davalarda mahkûm edildi. Sosyal medyada ve internet ortamında örgüt mensubu olmayan askerler aleyhine başlatılan karalama kampanyaları, rakip veya engel olarak görülen personelin ordudan ayrılmalarında etkili oldu. Sonuçta örgüt mensupları TSK hiyerarşisinde hızla yükseldiler. 2011, 2012, 2013, 2014 ve 2015 YAŞ’larında terfi ettirilen personelin büyük kısmı 15 Temmuz’da FETÖ mensubu olduğu ortaya çıkan subaylardır.
Genelkurmay Çatı İddianamesi’ne göre, Aralık 2013’ten itibaren örgütün deşifre olmasına ve birçok kamu kurumunda tasfiye edilmesine karşın TSK’de tasfiye başlatılamadı. “FETÖ mensubu olduğuna dair bilgi elde edilen personel hakkında ‘bilgi yok, belge yok, tetkik ediyoruz, gereğini yapıyoruz’ gibi ifadelerle hiçbir şey yapılmamış, aksine bu personelin FETÖ mensubiyeti örtbas edilmiştir. Somut bilgiler içeren ihbar ve şikâyetlere dahi gereken işlem yapılmamıştır. Düzmece adli soruşturmalar neticesinde FETÖ mensubu personel hakkında ‘Soruşturmaya gerek yok’ kararları çıkarılarak bu personelin dolayısıyla örgütün yola devam etmesi sağlanmıştır.”[4]
Bu şekilde yola devam etmeleri sağlanarak 2011, 2012, 2013 YAŞ’larında terfi alan generallerin tamamına yakını 15 Temmuz darbe girişimine katıldıkları için TSK’den ihraç edilip tutuklandılar.[5]
TSK’nin ana rahmi askeri okullarda ise cemaat mensubu olmayan öğrenciler, şok mangası tabir edilen yıldırma teknikleriyle ayrılmaya zorlandılar. Çatı iddianamesinde paylaşılan istatistiki tabloya göre, 2007-2013 yılları arasında harp okullarından ihraç edilen öğrenci sayısı Cumhuriyet tarihi boyunca ilişiği kesilen öğrenci sayısından daha fazladır.
FETÖ’nün TSK’de mevzilenmesinde harp akademileri de özel önem taşımaktadır. Gerek akademi sınav sorularının çalınması gerekse YAŞ’larda örgüt mensubu albaylar ile general ve amirallerin terfi ettirilmeleri sonucu, TSK’nin general amiral mevcudunda örgüt devasa bir sayıya ulaştı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 166 general ve amiral ihraç edildi ve tutuklandı. Anılan dönemde TSK’de 358 general ve amiral olduğu düşünüldüğünde toplam general/amiral mevcudunun yüzde 46’sının FETÖ ile ilişkili veya darbeci olduğu ortaya çıktı.
FETÖ’nün askeri okullara ve TSK’ye sızması Yükseköğretim Kurumu YÖK bünyesinde ÖSYM tarafından yapılan bir araştırma[6] ile de mercek altına alınmıştır. ÖSYM’nin Askeri Liseler Sınavları (ALS) ile ilgili incelemesine göre, 2000 yılından itibaren matematik sınavında sorulan 30 sorunun 30’unu birden doğru yapan adayların sayısı 2004 yılından itibaren patladı. Matematik testinde tam puan alan öğrenci sayısı 2000’de 34, 2001’de 35, 2002’de 60, 2003’te 52’dir. Bu tarihten sonra tam puanlı öğrenci sayısı artık yüzlercedir; 2004’te 234, 2005’te 168, 2006’da 491… Matematik testinde tüm sorulara doğru cevap veren aday sayısı rekoru 2010’da kırılmış, tam 1.214 aday 30 matematik sorusunun 30’una da doğru cevap vermiştir! 2011, 2012, 2013 sınavlarında tam doğru cevap verenlerin sayısı da ‘hayatın olağan akışı’na uygun değildir.[7]
2013 sonunda 17-25 Aralık sonrası FETÖ’ye karşı operasyonlar başlayıp ÖSYM’de ciddi değişiklikler olunca, durum değişti; 2014 ALS’de matematik sınavında 30 sorunun 30’una birden doğru cevap verenlerin sayısı 2’ye düştü. Oysa 2013’te bu sayı 262’ydi. 2015’te hiç kimse 30’da 30 yapamadı, 2016’da ise sadece 4 kişi. Tek başına bu çarpıcı düşüş bile çok anlamlıdır.
ÖSYM araştırması tam da şu anlama geliyor: Askeri liseler, TSK’nin ana subay kaynağıdır, başka bir ifadeyle ordunun ana rahmidir. Genelkurmay’ın raporunda da itiraf edildiği üzere 1986’dan itibaren FG Çetesi sistemli bir şekilde subay kaynağına sızmıştır, sızmanın ötesinde ele geçirmiştir. Özet bir cümleyle, FG Çetesi 1986’dan başlayarak 2014 yılına kadar, yani 28 yıl boyunca soruların önceden verilmesi yoluyla ordunun ana rahmine sızmış, örgüt mensubu olmayan öğrencileri de şok mangası uygulamalarıyla tasfiye ederek, okulları ele geçirmiştir. Genelkurmay’ın bilirkişi raporunda da itiraf edildiği üzere, bu yolla okullarda çoğunluğu sağlayan öğrenciler kıta yaşamlarında kurmay heyetinin ve general kadrosunun çoğunluğunu da ele geçirmişlerdir. Benzetmek gerekirse, emniyet, yargı ve sivil bürokraside “ne istediyse verilen” FG Çetesi’ne TSK’de de ne istediyse verilmiştir. Bütün bu süreç, TSK üst komuta heyetinin gözleri önünde yaşanmış ve cuma namazını hangi tarikatın imanının kıldıracağı kavgasının yapıldığı günlere gelinmiştir.
Daha fazla ayrıntıya girmeden söyleyelim, “darbeciler temizleniyor” gerekçesiyle TSK’nin FG Çetesi’nden arınırken başka tarikatların kontrolüne girmesi de kabul edilemez. Ordunun darbelere elverişli zemin sunan özerkliğini sınırlandırmak elbette doğrudur. Ordu-siyaset terazisinde sivil hükümetin ağır basması, burjuva demokrasisinin asgari gereğidir. Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi siyasi aktörün burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir.
Ordu-siyaset denkleminde değişiklik tartışmalarında sık sık referans verilen ABD’li siyaset bilimci Robert Dahl, ordunun güç kaybının demokratikleşme olabilmesi için iki temel koşuldan söz eder: “1) Askeri organizasyonlar ve polis organizasyonları olacaksa, ki kesinlikle olacaktır, o halde bunlar sivil denetime tâbi olmalıdır. Ancak sivil denetim, gerekli olmakla birlikte yeterli değildir, demokratik olmayan pek çok rejim aynı zamanda sivil denetimi muhafaza eder. Bu yüzden 2) askeriyeyi denetleyecek sivillerin ve polis örgütünün de demokratik sürece tâbi olması gereklidir.”[8]
İşte süreçteki temel eksiklikten dolayı, yani “sivil demokrasi” eksikliğinden dolayı, ordu güç kaybetti diye Türkiye daha fazla demokratlaşmadı. Çünkü Türkiye’nin “sivil” denetçileri ne yeterince sivildir ne de demokrat. Kışla merkezli militarizm geriletildi. Ancak militarizmden boşalan alan, sivil demokrasi zafiyeti nedeniyle, toplumun tüm sınıf ve katmanlarının kendileri için sürece ve yönetime katıldıkları bir demokrasiyle dolmadı. Militarizmin yerini aynı ölçüde katı, inancı araçsallaştıran siyasal İslam aldı.
Eklemek uygun olur. Bir kurumda dindarlık yarışı başladı mı, fazla uzak olmayan son durak selefiliktir. Ordunun toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki egemenliği kırılmadan Türkiye’de ciddi bir demokratikleşme yaşanamayacağı tezi ne kadar doğru idiyse, siyasal İslam etkisizleşmeden demokratikleşme olamayacağı tezi de o kadar doğrudur. Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi, ortak vatanda eşit ve özgür yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları demokratik ülke olabilmesi için militarizmin geriletilmesi ne kadar gerekli ve zorunlu idiyse, dini araçsallaştıran siyasal İslam’ın geriletilmesi de o kadar gerekli ve zorunludur.
Not: Bu yazı, Hulusi Akar’a hakaret suçlamasıyla açılan ve beraat kararıyla sonuçlanan davada yaptığım açıklamaların kısmi bir özetidir.
[2] TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Tutanak Dergisi, 19 Ekim 2016, s: 58.
[3] Genelkurmay’ın FETÖ ve TSK Raporu, 2 Şubat 2017, s: 39.
[4] 15 Temmuz Darbe Genelkurmay Çatı İddianamesi, s: 431.
[5] 15 Temmuz Darbe Genelkurmay Çatı İddianamesi, s: 430.
[6] Aktaran İsmet Berkan, Türk ordusu böyle ele geçti, Hürriyet, 17 Ağustos 2016.
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ismet-berkan/turk-ordusu-boyle-ele-gecti-40196965
Erişim tarihi 25 Aralık 2019.
[7] Söz konusu dönemde sorular adeta ailecek çalınmıştır. “Eşi KPSS soruşturmasında şüpheli olan toplam 487 personel bulunmaktadır. Bunlardan 90’ı KKK mensubu karacı kurmay subaydır. KKK mensubu kurmay subayların genel mevcuda oranının yüzde 5.62 olduğu göz önünde bulundurulduğunda, eşi KPSS soruşturmasında şüpheli bulunan kurmay subaylar tüm şüpheli personele oranının (yüzde 19) hayatın olağan akışına aykırıdır.” “Genelkurmay Çatı İddianamesi, s: 415.)
[8] Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Türk Siyasi İlimler Derneği-Türk Demokrasi Vakfı Yayını, Ankara 1993, s: 310.