VEYSEL DENİZ yazdı: “Popülist partiler ve liderler seçimleri nasıl kazanacaklarını çok iyi bilirler. Ancak seçim sonrasında iktidar olduklarında liberal demokrasinin tüm kurumlarına, azınlık hak ve özgürlüklerine, kuvvetler ayrılığına, dolayısıyla da demokrasiye saldırırlar.”
VEYSEL DENİZ
Popülizm, otoriterlik ve faşizm son yıllarda Dünyada olduğu kadar Türkiye’de de üzerinde en çok konuşulan üç kavram. Birbirinden farklı içeriklere sahipler. Buna rağmen sahip oldukları ortak yanlarının (dil ve araçlar gibi) çokluğu onların yanlış bir biçimde birbirlerinin yerine kullanılmalarına neden olabiliyor. Bu kavramlarla tanımlanan Trump, Putin, Le Pen, Narendra Modi, Hofer, Yanukovych, Viktor Orban ve Erdoğan, hepsinin birçok farklı yanı olduğu kadar, çok sayıda ortak özelliği de var. Aşağıdaki yazı bazılarına göre neo faşist, yazara göre ise popülist otoriter biri olan Polonyalı lider Kaczyński yönetiminin beş temel özelliğini ele alıyor. Yazıyı tanıtırken, “her otoriter rejimin mutlaka faşist olmasının gerekmediğinin” de bilincinde olarak, tarihsel faşizm deneyimleri ile benzerliklerini kurmaya çalıştık. Aynı zamanda da Türkiye’deki gelişmelerle bu üçlü yapı arasındaki bağlantılara dikkat çekmeyi amaçladık.
Polonya’daki ‘Krytyka Polityczna Hareketi’nin kurucusu S. Sierakowski, Dünya’nın önde gelen ekonomi portallarından biri olan Project Syndicate de 2 Ocak’ta yayımlanan makalesinde (1); Polonya’nın, yazarın kendi deyimiyle “de facto” (fiili) lideri J. Kaczyński’nin, Trump’tan sonra Batı demokrasisi için en önemli tehdidi oluşturan biri olduğunu ileri sürüyor.
Yazar, Kaczyński’nin lideri olduğu ‘Kanun ve Adalet Partisi’nin (PİS) iktidarı sırasındaki deneyimlerden hareketle sağ popülist-otoriter rejimlerle mücadele eden politik hareketlerin aşağıdaki beş önemli bulgudan ders alması gerektiğini vurguluyor.
(i) Neo liberalizme karşı ekonomi politikaları:
Yazara göre, “sağ popülist liderlerin ya da iktidarların sürekli olarak zenginlere hizmet ettiği” biçimindeki genel geçer görüş Polonya deneyiminde doğrulanmıyor. Zira Polonya’daki popülist otoriter yönetim, ilk yıllarında (2005-2007 arasında) zenginlerin gelir vergisi oranlarını ve emlak vergilerinin oranlarını düşürmüş olsa da, şimdilerde devlet bütçesi üzerinden Polonya tarihindeki yoksullara dönük en büyük sosyal transferleri gerçekleştiriyor.
Yazara göre devlet bütçesinden, örneğin ailelere bir çocuktan fazlası için çocuk başına 500 Ziloti (120 $) çocuk yardımı yapılıyor. Bu yardımlarla yoksulluğun yüzde 20-40 arasında, çocuk yoksulluğunun ise yüzde 70-90 arasında azaldığını belirtiyor. Ayrıca 75 yaşın üstündeki Polonyalılara sağlık hizmeti bedava sunuluyor ve daha önce 67 olan emeklilik yaşı erkekte 65 ve kadında 60’a düşürüldü.
Yazarın bu tespitleri popülist otoriter hükümetlerin iktidarlarını sağlamlaştırıp belli bir kitle tabanı oluşturuncaya kadar sosyal yardımlar aracılığıyla yoksullara dönük transferler yaptığı gerçeğini doğruluyor.
Nitekim Türkiye’de de sosyal yardımların 2002’de milli gelir içinde binde 5 olan payı bugün itibariyle üç kat artarak yüzde 1,5’i aşmış durumda. Diğer taraftan bugün itibariyle esnaf da dâhil olmak üzere küçük ve büyük sermaye kesimlerine verilen ve 2017 Bütçesi ile verileceği açıklanan destekler yoksulluk yardımlarını kat kat aşıyor. Ayrıca yeni vergilerı ve enflasyon artışı bu kesimleri yoksullukta 2002 düzeyine kadar geriletiyor. Yani üç kat artan yoksulluk yardımlarına rağmen yoksul sayısı azalmadığı gibi daha da arttı. Öyle ki toplam nüfusun yaklaşık yüzde 40’ı yoksulluk yardımları ile ancak ayakta durabiliyor (diğer etkenler arasında borçlanma, kayıt dışı faaliyetler ve köyden gelen destekler ön plana çıkıyor).
(ii) Biat üzerinden düzen tesisi:
Yazar popülist otoriter liderlerin adeta birer kontrol/ denetim delisi olduğunu vurguluyor. Öyle ki bu liderler hemen her şeyi kontrol etmek isterler. Bu nedenle de çok sesli, bağımsız medyanın ya da bağımsız yargının düşmanıdırlar. Böylece liberal demokrasiden hoşlanmazlar zira onun kaosa, kargaşaya neden olduğuna inanırlar.
Bu liderlere göre bir ülkede kaos kendiliğinden çıkmaz, bu dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerini marifetidir. Bu nedenle de ülkeyi bu ortamdan kurtarmak ve onu tekrar “büyük bir ülke” haline getirmek için ulusal kahramanlara, aynı zamanda da ulusal hainlerin yok edilmesine ihtiyaç vardır. Bu yüzden “hain” ilan edilen muhaliflerin tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılmalıdır.
Yani bu tür otoriter popülist liderlerin düşledikleri, yasalara dayalı demokratik bir düzeni tesis etmek değil, iktidarlarına meydan okuyabilecek her tür medya, yargı, sendika, kültürel yapı ya da sivil toplum örgütü gibi bağımsız güç kaynaklarının kendilerine itaat etmesini sağlamak, aksi taktirde yok etmektir.
Yazarın bu tespitlerinin en somutlaşmış, en keskin halini kendi de otoriter -totaliter bir rejim olan faşist devletlerde görebilmek mümkündür.
Bilindiği gibi faşizmin İtalyan dilindeki anlamı ‘devletin her şeyin üstünde olması’dır. Politik olarak faşistlere göre, demokrasi sadece etkinsizliğe-verimsizliğe ve yolsuzluklara neden olur, bu nedenle parlamenter sistem ortadan kaldırılmalıdır. Ulusun gücü onun iyi disipline edilmiş bir parti eliti tarafından yönetilmesine bağlıdır. “Sorgulanamaz ve vahiy almış” bir liderin altında düzen ve istikrar yeniden kurulabilir ve ulus ileriye gidebilir.
İnsanlar devlete hizmet ettiklerinde değer kazanırlar. Bu nedenle de örgütlenme ya da düşünce özgürlüğü tehlikelidir. Bu yüzden faşist bir devlet insanlarının tüm politik, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini denetleyen totaliter bir devlettir. “Her şey devlettedir, hiçbir şey devlet dışında ya da devlete karşı olamaz. Kitleler sadece inanmalı, itaat etmeli ve savaşmalıdır” (2).
Böyle bir demogojik propagandanın belirgin sloganlarından bazıları şu biçmlerde karşımıza çıkarlar: “Seçkinler bizi sırtımızdan vuruyor”, “ cehenneme doğru gidiyoruz”, “kültürümüz ele geçiriliyor”, ulus tüm hainler yok edildiğinde yeniden doğacak”, “hainlerin seslerini kesmek gerekir”, “sessiz çoğunluk birleşirse, sağlıklı milli organizmamız yeniden canlanır”. Günümüzde de kendilerini böyle ifade eden politikacılar faşist olmayabilirler, ama kesinlikle faşizmin dilini konuşuyorlar (3).
(iii) Seçimlerle gelen diktatörlük:
Popülist partiler ve liderler seçimleri nasıl kazanacaklarını çok iyi bilirler. Ancak seçim sonrasında iktidar olduklarında liberal demokrasinin tüm kurumlarına, azınlık hak ve özgürlüklerine, kuvvetler ayrılığına, dolayısıyla da demokrasiye saldırırlar. Son tahlilde seçilmiş bir diktatörlük kurmak temel amaçlarıdır. Bu nedenle de seçimler sırasında devletin ve paranın gücü de dâhil olmak üzere tüm araçları kullandıkları gibi, seçim hilelerine başvurmaktan da kaçınmazlar.
(iv) Yaygın yalan haber ve iftira kampanyaları:
Popülist liderler yalan haber yaymak ve muhaliflere iftira atmaktan çekinmezler. Mucizelerden söz ederler. Bu iftiralar ve mucizeler yandaş medya tarafından örgütlü bir şekilde işlenip yaygınlaştırılır.
Bu arada “gerçek olmayan şeylerle” onların karşısına “gerçeği” çıkartarak mücadele etmenin yeterli olmayacağının altını çizmek gerekiyor. Gerçeklerin tahrif edildiği, gerçek dışı bir dünya algısının oluşturulduğu bir zamanda gerçekleri ortaya dökmek yetmez, zira son sözü kararlı ve kesin güce sahip olan taraf söylüyor. Yani kim daha acımasız ve kim daha vicdansız ise o kazanıyor.
Popülist liderler uygunsuz sözler söyleyip, uygunsuz davranırlar ama aynı zamanda da halkın gözünde yükselişte olanlar onlardır. Zira özellikle de yandaş medya aracılığıyla “sevgi/ sevecenlik”, “gerçekler” ve “akılcılık” gibi kavramlar seçkinlere ait kavramlar olarak halka tanıtılır ve değersizleştirilirken, “zevksizlik, görgüsüzlük” geçerli akçe olarak sunulur. Böylece “demokrasi size bir şey vermemişse yok edilmelidir” fikri kafalara sokulur.
Popülizme direnecek olanlar gerçekleri ortaya koymanın yeterli olmadığını bilmelidirler. Kuşkusuz mücadele ettiklerine benzememelidirler ama en az onlar kadar kararlı ve sert olmalıdırlar.
(v) Milliyetçilik en önemli silah:
Bu silah popülist otoriter rejimlerin ve liderlerin en önemi silahı olma özelliğini koruyor. Ekonominin durumu çok kötü olsa dahi milliyetçi duygulara hitap eden liderler, bu duyguları ele geçirip yönlendirebiliyorlarsa halkın ekonomik sıkıntılarının üstünü örtebiliyorlar.
Bu bağlamda yazar, popülist otoriter Kaczyński’nin temelde iki araç sayesinde; “halka dönük sosyal transferler” ve “mülteci karşıtı milliyetçi söylemlerle” Polonya halkını kontrolü altına aldığının altını çiziyor.
Milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve dinsel retorik ve uygulamalar faşizmin de merkezinde yer alan araçlardır.
İki büyük paylaşım savaşı arasındaki kriz yıllarında, ana akım burjuva partileri kitlelerin sorunlarına çözüm üretemediğinde, faşizm onlara otoriter bir seçenek sundu. Bu kesimlerin sosyal kızgınlıklarını ulusal çöküş ve yenilenme sembollerine kaydırdı, milliyetçilikle, şiddetle, emek düşmanlığıyla ve ulusa düşman herkesi düşman ilan ederek kitlelerin kendilerini önemli ve iyi hissetmelerini sağladı (4).
Bir başka anlatımla faşizm dayandığı kitle tabanı olarak ırkçı, şoven, milliyetçi, cinsiyetçi ve totaliter bir ideolojidir. Zira bu gücün ana bileşenini tarihsel olarak küçük burjuvazi (onun değişik katmanları, görünümleri) oluşturur.
Derin ekonomik kriz bu kesimin içinde ciddi memnuniyetsizlik yaratır. Bu kesimde derin bir psikolojik rahatsızlık hali söz konusudur. Bu memnuniyetsizliği manipüle ederek iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen faşist hareketler, tam da bu sınıfsal özellikleri nedeniyle bu kesime hitap edecek şövenist, milliyetçi, retorikte antikapitalist, diğer yandan örgütlü işçi sınıfı ve sendikalara, sosyalizme düşman bir ideolojiye dayanmak zorundadırlar.
Keza faşizm ülkedeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanırken, diğer din ve inançları ötekileştirir ya da yasaklar. Dini retorik ve dini referanslar faşist liderlerin yaygın olarak başvurdukları araçlardır.
Faşizmin din ile olan ilişkisi özel bir ilişkidir. Örneğin İtalya’da faşist iktidarın gücü, 1929’da Mussolini’nin aracılık yaptığı ‘Lateran Anlaşması’ ile Kilise ile devlet arasında kurulan iktidar bloğu ile sağlamlaştırıldı. Böylece İtalyan tarihindeki kahramanları günün koşullarında yeni efsaneler haline getiren ve bir propaganda malzemesi olarak kullanan Mussolini Hıristiyanlığa ve Vatikan’a önem veren bir tutum takınarak efsanelerine dini figürleri ve ideolojiyi de ekledi (5).
‘Lateran Anlaşması’ ile Mussolini Papa’yı yanına aldı. Zira anlaşma Papalığa özerklik sağladı. Katolik dini resmi olarak tüm ulusun dini olarak kabul edildi. Papaya 90 milyon dolarlık bir zarar tazminatı ödemesi yapıldı. Böylece Mussolini bu anlaşma ile Papalık ile İtalya Krallığı arasında ki sorunları çözerek Hıristiyanların faşist rejime olan desteğini sağlamlaştırdı. Papa, Mussolini’yi “Tanrının lütfü” olarak tanımladığından Mussolini’nin içeride ve dışarıdaki itibarı da arttı. Yani Mussolini İtalyan toplumunu konsolide etmeyi başardı (6). Mussolini’nin yaptığı her şey Papalık tarafından makbul göründüğünden halkın rızasının oluşmasında çok önemli rol oynadı.
Son notlar:
(1) https://www.project-syndicate.org/print/lesson-of-populist-rule-in-poland-by-slawomir-sierakowski-2017-01 2 Jan, 2017.
(2)” Pareto, Liberismo, Free Trade and Conservative Fascism”,
https://beastrabban.wordpress.com/tag/the-seizure-of-power/ , 11 April 2014.
(3) Ian Buruma, “Springtime for Fascism?”, https://www.project-syndicate.org/print/are-demagogues-fascists-by-ian-buruma-2016-06, 7 June 2016.
(4) Jim Wolfreys, “What is fascism?”, http://isj.org.uk/what-is-fascism/, Issue: 112, 12 October 2006.
(5) “Italian fascism: Path towards seizure of power”, http://eu.eot.su/2015/10/22/italian-fascism-path-towards-seizure-of-power.
(6) )” Pareto, Liberismo, Free Trade and Conservative Fascism”,
https://beastrabban.wordpress.com/tag/the-seizure-of-power/ , 11 April 2014.