Yasin Durak yazdı: Benim bildiğim başka bir yol yok. Barış İçin Akademisyenler’den destek açlık grevcisi olarak Yüksel’de beklediğimiz gece bir öğrencim “ne yaparız da Nuriye ve Semih’i ölümün elinden alırız” diye sorduğundan beri çocukluğumda okuduğum o masaldan başka bir şey de gelmiyor aklıma. “Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerb
YASİN DURAK
“Ah Tinkerbell, beni kurtarmak için mi içtin o ilacı?”
J. Matthew Barrie – Peter Pan
Rüzgârda sürüklenmeye direnen bir yaprağın sesini duydum. Haziran 13’ten bu yana yasak edilmiş bir sokağa tohumlar ekiyordu. Bir heykelin önünde duran direnişçiler gördüm. İşinden edilmiş kamu emekçileri olduklarını söylediler. Taşıdıkları pankart hakikatle efsunlanmıştı: “İşimizi geri istiyoruz” diyorlardı. “İşimizi geri istiyoruz”. Bu kadar net!
Ağaçlar şarkı söylemeye başladığında tam, ortalığa devletin kokusu sindi. Sisin içinden sekiz tane ren geyiğinin çektiği bir TOMA çıktı. Yanında resmi üniforma giyinmiş bir zürafa anons yapıyordu. Birdenbire iskambil kâğıdından askerler belirdi, beyaz bir dumanın içinden yükselen çığlıklar eşliğinde direnişçileri alıp gittiler. Ne ilk defa, ne de son…
“Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan, “bekle, OHAL Komisyonu kurulsun belki işinize dönersiniz” dediler.
Oysa geçenlerde ruhunu şeytana satmış birinin yüzüne baktım. Bana devletten bahsetti. “Cehennemde düzen tesis edilince” dedi, “azap sona erecek”. Sonra sesini yükseltti, “ama siz” dedi, “ebediyen günahlarınızın bedelini ödemeyi sürdüreceksiniz”. Amel defterimden bir sayfa koparıp ona uzattım, “azabınızdan korkmuyoruz” dedim, “ama siz bizi yanlış kazanda haşlamaya çalışıyorsunuz”. İlahi Komedya’da ateşin içinde yaralarını tedavi etmeye çalışanları filan hatırladım o sıra, Yiğit Özgür karikatürlerini hatırladım, sonra Murathan Mungan’dan bir mısra; “kamunun ve tamunun kuralları” diyordu. Not aldım.
“Ya da” diye başlayan birileri oldu, uzaklardaki yeşil ülkeye giden o gemiden bahsettiler. Kamaraları birer kişilikti, paçadan yırtılmış biletleri gizli saklı satılırdı, o gemiye herkes binemezdi. Hangi kapının dış mandalı olacağına karar verdiğinde yola çıkıyordun. “Olur mu ama birader” dedim; “daha işimiz bitmedi”.
“Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan. Bu gaz bulutunun üstünde altın çanakları olan bir dev yaşar mı? Saat gece yarısını vurduğunda şu TOMA balkabağına dönüşür mü? Çünkü bir zaman meselemiz var.
Aslında periler de orta yerdeydi. Biri bana dargındı mesela, öbürü yeni kanamıştı. Biri pek konuşmazdı, birinin kanadını koparmışlardı, duydum, parlayan bir ışığın kalbinde pil vardı. Dahası da vardı. Çoğalıyorlardı, gün be gün Yüksel’iyorlardı, ama bir vakit geldi çattı, ortalığa saçılan peri tozlarından devletin öksürüğü tuttu. Alıkonuldular. Hayatımda ilk defa bir heykelin gözaltına alındığını gördüm. Polislere direnen Güleç adında bir köpek gördüm. Yerlerde sürüklenen direnişçileri gördüm. Gaz odasına atılan anneler gördüm. Koca Kötü Kurt bir büyükanneye daha işkence etti gözlerimizin önünde. Engel olmaya çalıştık, bizi de dövdüler.
Badem bıyıklı cin cüceler televizyonlara çıkıp konuşmalar yaptı sonra, “terörist onlar” dediler, “terörist”. Şaşırmamıştım. Haksızlıklara karşı çıkanlara “terörist” demek burjuvazinin geleneksel alışkanlığıdır ne de olsa. Ne ilk olmuştu bu iftira, ne de son olacaktı. Ama bu seferkinin ne zaman başladığını hatırlıyordum. Dedim ya, bir zaman meselesi bu…
Ne evvel zaman içindeydi ne de kalbur saman, tarihi çok belli, Fethullahçılar berber Menzilciler tellal iken, tarikatlar Cumhurbaşkanının beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kamuoyuna “FETÖ tasfiyesi” diye yutturulan KHK’lardan çok evvel işte, o vakitler 7 Haziran sonuçlarını hazmedemeyen sağcıların salyalarıyla yazılmaya başlamıştı bu seferki terör manifestosu. Seçimlerin tekrarlanmasının gerekçesi olarak terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu illerinde faaliyet göstermesi nedeniyle seçmenlerin rahatça oy kullanamadığı söylendi önce. Sonrası operasyonlar, darmadağın şehirler, sokaklarda çürütülen cenazeler, Türk bayrağına sarılı tabutlarda evlerine dönen yoksul çocukları… Sonrası patlayan bombalar, sonrası korku, sonrası bitmek bilmeyen bir kâbus…
Biz daha Suruç’un ve 10 Ekim’in yaralarını sarmaya uğraşırken bir seçim daha yapıldı. Kan aktıkça büyüyen öfke, yatırımını kandan yana yapan politikacıların elini güçlendirdi elbette. AKP tekrar iktidara getirildi. “Kıyamete kadar” dediler, “biz iktidardayız”. Kuyruğunu kıstırdığı kapandan kurtarmaya çalışan bir fare kükrerken o sıra, bir aslan da “miyav” diyordu. Sola saldırdılar. Gazetecileri, öğrencileri, aktivistleri, HDP’lileri, herkesi tutuklamaya başlamışlardı yine. Saray iktidarı o çok istediği “olağanüstü hali” fiili olarak o vakit başlatmıştı. Zulme karşı ses çıkaranlar “terörist” ilan edildikçe sağcı kompleksler de tavan yapmıştı. Egemenliğin en iğrenç lehçeleriyle yapılan karalamalar müstakbel faşistlerin gölünde taht kurdu, en cılız muhalif ses bile vahşi müdahalelerle bastırılıp saray fedaileri sokakların müstevlileri haline getirildi. Artık sokağa çıkıp bir şeyi protesto etmeye filan kalkıştığımızda sadece polisle değil, paramiliterle de cebelleşecektik. Cihatçı örgütlerin üstümüze saldığı canlı bombalar da cabasıydı. Üstelik öldüğümüzde arkamızdan “oh olsun” diyorlardı, “oh olsun”, ha bir de “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber”.
Kan aktı, çok kan aktı… Kürt illerinden feryatlar yükseldi. Duymazlık edemezdik. Akademisyenler olarak “Bu Suça Ortak Olmuyoruz” dedik. Sen misin onu diyen? Sonrası malum. Anlatırsam çok uzun sürer. Herkes biliyor zaten. Her neyse…
ÖYP’liler olarak sürülmeye başlamıştık o sıra. İktidar 16 Şubat genelgesini yeni yayınlamıştı: “Terör örgütlerine selam verenlere çokoprens yok”. Sırf benim başıma gelenleri biliyordum; “garnizonu izinsiz terk etmek” diye başlayan deli saçması soruşturmalar “lüzum-u muhakeme” kararlarına varmıştı, üniversite yönetimi hapsimi istiyordu, gazetede bir yazı yazdım diye… Günaşırı linç tehlikesiyle işe gidip gelmeler, polis takipleri, faşizmin aynı anda hem “sıradan” hem de bir o kadar “örgütlü” olabilmesi, güya bilim insanıyız, ah taşra, ah taşra… Bir köpeğin ağzında tuttuğu beysbol topuyla muhatap olmuştum mesela, sahibinin sadece köpeğini eğlendirmek için kullandığı bir beysbol topuyla. Her nasılsa dekan olmuştu, dilekçeleri işleme koymama hakkının olmadığını bile bilmiyordu, bir gün bezdim, “her ne istiyorsan yazılı ilet, tamam, mukavemet etmeyeceğim” dedim. “Mukavemet ne” diye sordu. Diğer arkadaşları tahmin bile edemiyordum haliyle. Kimse sesimizi duymuyordu. Kendimizi elektrik süpürgesiyle baş başa bırakılmış kediler gibi hissediyorduk. “Ne etsek? YÖK’ün önünde çadır filan mı açsak?” diye düşünmeye başlamışken tam; uzun ve sonuçsuz tartışmaların, hep bir kere daha muhakkak toplanmaya karar vererek ayrıldığımız toplantıların ortasında; aramızdan birisi, bir kadın, çıkıp dedi ki: “Arkadaşlar, buna direnmemiz gerekiyor”. Pek çok kişi “Elbette ki direneceğiz” dedi. Direnemedik.
Sonra Recep Tayyip Erdoğan sarayında bulduğu sihirli bir lambanın tozunu almaya çalışırken karşısına çıkıveren bir cin ona 15 Temmuz’u armağan etti. Gökyüzünde metalden kuşların uçtuğu bir gece oldu. Egemenler birbirine girmişken tam, kanatlı bir makinenin meclisi bombaladığını gördüm, asfaltın üzerine yatan insanları, tankları ve tüfekleri gördüm. Ama en kötüsü seslerdi; rüzgârı yaran tayyarelerin sesleri, düşen bombaların sesleri, uzaktan gelen makineli tüfek sesleri, minarelerden duyulan sala sesleri… Onların taht kavgası eninde sonunda bizim bahtımızı karartacaktı elbette. Öyle de oldu. Darbe girişimi fırsat bilip yine/yeniden sola saldırdılar.
2016 yılında yayınlanan 1 Eylül tarihli KHK ile işten atılmıştım. 678 miydi yoksa 62’den tavşan mıydı? Numarası neydi? Hatırlamıyorum. Ama bir arkadaşımız o numarayı koluna dövme yaptırmıştı, onu hatırlıyorum. Cümleten bir toplama kampında olduğumuzu iyiden iyiye idrak etmeye başladığımız günlerdi. İktidar her zaman öldürmez. Bazen ölüme terk eder. Sivil ölü diyorlardı bize, sivil ölü…
Yine aynı kadın çıktı geldi; “yetti artık direniyoruz” dedi. “Elbette ki direneceğiz” dedik, “hayır” dedi, “direneceğiz değil, direniyoruz”. Dedim ya zaman meselesi diye, kulak verdim ona, dolaşmaya başladık birlikte. KHK ile ihraç edilen meslektaşlarımızla konuşmaya başladık. “Ne yapalım, ne edelim, nasıl direnelim?” Neredeyse herkese sorduk. Sonuç alamadık. Yalan yok, sonuç alamadık. Sonra o kadın dayanamadı, “yetti artık ben başlıyorum” dedi. “Dur” dedim, “belki Elfler yardıma gelir”. Gelmediler…
“Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan. “Çünkü” dedi, “deha direniştir”.
Kimimiz atılmıştık, kimimiz atılmayı bekliyorduk. Ortaklaşamadık. Anlaşamadık. Karar veremedik. Önerilerin uzun uzadıya tartışıldığı bir toplantıda daha, aynı kadın çıkıp dedi ki “ben direnişe geçiyorum, gerekirse tek başıma”. Yapmalar etmeler arasında bir daha söz aldı, “yahu” dedi, “devlet aklıyla düşünmeyin”. Uzlaşamadık. Ama eninde sonunda gecenin karanlığını o kadının kararlılığı yardı, dediğini yaptı, iki yüz küsur gün evvel üzerinde “işimi istiyorum” yazan bir kartonu tutarak Yüksel Caddesi’ndeki insan hakları anıtının önüne çıktı, adı Nuriye’ydi…
Açıktan söylüyorum bu yüzden, burjuvazinin çaldığı karaya itibar edip “bu direnişin perde arkasında bir örgüt filan mı var” diyenler bilsinler; yok! Şahidim! Bir kadının cesaretiyle başladı hepsi, inadıyla devam etti, ona Acun eklendi, Semih eklendi, Veli, Mehmet, Esra ve dahası…
Harikalar Diyarı’nın Koca Kafalı Kraliçesi dinlediği bir şarkıya kızıp zamanı cezalandırdığı için çay saatine tıkılıp kalan Şapkacı, bardakları yıkamaya vakit bulamazken; her gün gözaltına alınan periler biteviye yırtılan pankartlarını tekrar yazıp çıkıyorlardı o sokağa. Zamanı “momentum” olarak değil de “movimentum” olarak kavramamız gerektiğini hatırlatmak ister gibi. Benjamin’in sekizinci tezini papağan gibi tekrarlamak değildi mesele, deha direnişti. Çünkü meselemiz bir zaman meselesi, OHAL bir zaman hapishanesiydi:
Saçma sapan bir KHK ile işinden edildikten sonra OHAL bitene kadar hukuki haklarının askıya alındığını öğrendi herkes. Pasaportlar ikinci bir emre kadar iptal edilmişti, ihraç edilenlerin resmi ya da özel üniversiteler ile kamu kurumlarında çalışması yasaklanmıştı. Çaresizce iş aramaya başlayanlar çok geçmeden SGK tarafından fişlenerek özel sektörden de dışlandığını öğrendi. Hak arayışlarını yasaklayan iktidar “OHAL bitene kadar bekle” diyordu sadece, “bekle”. Her lanet gün bir diğerinin aynısı iken, “bekle”. Ama bekleyince OHAL kalkmıyor, nitekim KHK’ların ardı arkası da kesilmedi…
Cebeci Kampüsü’nün etrafını kuşatan bir Haçlı ordusu gördüm sonunda. Ortaçağdan yanlışlıkla bizim zamanımıza düşmüş bir tiranın piyadelerini. Cüppelerin üstünde postallar gördüm. Ve şaklaban kıyafeti giyinmiş bir rektör. Kim bilir kaçıncı KHK’ydı. Ankara Üniversitesi’ndeki tüm barış imzacıları atılmıştı. Yine bir sürü toplantı filan yaptık, sonuç alamadık. Sonrası malum. “Hayır, gitmiyoruz” dedik. Gittik…
Nuriye ve Semih’in Yüksel Caddesi’ne birer sandalye getirdiğini gördüm o sıra. “Bizi aç bırakanlara karşı” dediler, “açlığımızla direniyoruz bundan böyle”. Karşı çıkanlar oldu, “hayır öyle direnmeyin” diyenler oldu, “peki nasıl direnelim” diye sordular, “öyle direnmeyin işte”.
İşlerini tıkırına koymaya çalışan devlet erbabı gerinerek göbeğini kaşırken, bir canavar kendisine Kaf Dağı’ndan yeni bir burun sipariş etmişti. Rejim değişikliğine odaklanmıştı tüm gözler. “Hayırlı olsun” diye uğraştık elbette, olduysa da olduramadık. Bir büyücü seçim sandıklarına hokus pokus dedi, şövalyeler mızraklarını köylülerin bağrına dayadı, saray mutfağından ziftlenen haramilerin kahkahalarını duydum hatta. “Oldu bitti” dediler, “oldu bitti”, atlar ve Üsküdar…
Sokağın kıymeti bir kere daha anlaşıldığında Nuriye ve Semih çoktan ikametgâhlarını sokağa aldırmışlardı bile. Postacıların defalarca direnişçilere mektup getirdiğini gördüm. Adres: Yüksel Caddesi, İnsan Hakları Anıtı, Ankara.
“Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan. “İnanıyorsanız” dedi, “el çırpın, Tinkerbell’in ölmesine izin vermeyin”.
Yüksel direnişçileri pek çok şeye cesaret etmemizi sağladılar. Ama yaptıklarımız yeterli olmadı. KHK’lara karşı direniş “genele” yayılmadı bir türlü. Nuriye ve Semih’i açlık grevi yapma kararına vardıran şey de aslında buydu; boyunduruğu altında tutulduğumuz saçmalığa karşı yeterince direnemeyişimiz… Şimdi ikisi de tutuklular. Sağlık durumları ağırlaşıyor. Semih Özakça’nın eşi Esra Özakça ile annesi Sultan Özakça tutuklamanın ardından süresiz açlık grevine başladıklarını duyurdular. Yüksel direnişçilerinden Mehmet Dersulu ev hapsinde tutuluyor. Acun Karadağ ile Veli Saçılık ise hâlâ her gün polis ablukasının ortasında Yüksel Caddesi’ne girerek şiddete uğramak pahasına açıklama yapıyor ve kimi zaman gözaltına alınıyorlar. Periler hala inatçı, periler hala kararlılar. Ama bir meselemiz daha var, dedim ya, bir zaman meselesi…
Ölüm döşeği geldi çattı. Nuriye ve Semih üç aydır açlar. Kabul edin ya da etmeyin; bizim için açlar! KHK’larla daha fazla insan ekmeğinden edilmesin diye açlar, devletin fütursuz saldırısını durdurabilmek için açlar. Ve inanın arkadaşlarımızı kurtarmanın tek bir yolu var: Bu yükü omuzlarından almalı! Bir an önce geniş bir direniş cephesi örgütlenerek bu saldırı durdurulmalı. Dayanışma akademileriyle, sokak akademileriyle, iş yeri önü eylemleriyle, direniş nöbetleriyle, sendikasıyla sendikasızla, gerekirse Falım sakızla, neyimiz varsa onunla direnmeli, kim nasıl direnebiliyorsa öyle direnmeli ama bu saldırıyı durdurmak için bütün kamu emekçileri birleşmeli! En ciddi açmazımızı, kompartmantalizasyonu aşmalı, Yüksel’in peri tozlarından yutmuş olsun olmasın, herkes birleşmeli, hep beraber el çırparak ses yükseltmeli: “İşimizi geri istiyoruz”.
Benim bildiğim başka bir yol yok. Barış İçin Akademisyenler’den destek açlık grevcisi olarak Yüksel’de beklediğimiz gece bir öğrencim “ne yaparız da Nuriye ve Semih’i ölümün elinden alırız” diye sorduğundan beri çocukluğumda okuduğum o masaldan başka bir şey de gelmiyor aklıma. Bunun bireysel paçayı yırtmalara takmış gerçekperestlere uzak düşmesi umurumda bile değil: Düşlerinde Neverland’ı gören çocuklar “perilere inandıklarını” haykırdığında yaşamaya devam etmişti Tinkerbell, değilse ölecekti. Bu yüzden el çırparak bağırıyorum ben de; “Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek!”
(Yasin Durak'ın yazısısı Siyaset Dergisi'nin Haziran-Temmuz sayısında yayınlanmış olup, derginin izniyle Siyasi Haber'de yayınlanmıştır.)