Murat SEVİNÇ, Diken için yazdı: “Siyasetçiler, bir milletvekilinin bir emniyet mensubunun çenesine vurmasını ulusal gündem maddesi yapıyorsa ve aynı siyasetçiler, güvenlik güçlerinin farklı kesimleri temsil eden muhalif yurttaşa sıklıkla reva gördüğü kötü muameleye vs. sessiz kalıyorsa, burada büyük bir içtenlik ve eşitlik sorunu var demektir.”
Ne milliyetçilik birörnek ne de Türkiye merkez-sağı o birörnek olmayan milliyetçilikten masun. Hal böyleyken, eğer hiç de aşırı uç olmayan mutedil bir milliyetçilikten, hatta günümüzde şevkle cilalanan ‘seküler milliyetçilik’ten söz edeceksek, mutedil milliyetçiler ve milliyetçi siyasetçinin de devletle ilişkisinin, bağlılık-bağımlılık-sadakat düzleminde kurulduğunu ifade edebiliriz.
Milliyetçiler kamu ile değil, daha ziyade devletle kuruyor gönül bağını ve cumhuriyetin ‘cumhur’undan çok devlet ideali ve örgütlenmesiyle sıkı fıkı oluyor. En demokrat ve aklı başında milliyetçi için de ‘devlet’ yüceltmesi çoğu zaman diğer tüm ideallerin önüne geçiyor.
Geçtiğimiz günlerde Artı Gerçek’te İrfan Aktan, Tanıl Bora ile çok güzel ve ferah bir söyleşi yaptı. İki bölümlük söyleşinin ilkinde, Bora, Aktan’ın “İslamcı-Türkçü iktidarın uygulamaları, pratiği Türkiye’de İslamcılığı ve Türkçülüğü nasıl dönüştürdü?” sorusu üzerine 1970’lerden miras ‘fenafiddevle’ kavramını hatırlatmış:
“Bu iki ideolojik yapıda da müthiş bir devleti yüceltici, kutsallaştırıcı bir eğilim var; din û devlet milliyetçiliği hâkim. Dini de, milleti de kendi bünyesinde yücelten ve güvenceleyen bir üst varlık olarak devletin tasavvur edildiği bir zihniyetten bahsediyoruz. ‘Beka’ söylemi boşuna değil. Ben bıktırasıya tekrarlarım, MHP’nin 1960-70’lerdeki ikinci adamı Dündar Taşer’in ‘fenafiddevle’ mefhumu vardı… Fenafillah kavramında uyarlama; fenafillah olmak, insanın kendi varlığını Tanrının varlığında eritmesidir, fenafiddevle de insanın varlığını devlette eritmesi… Mevcut iktidarın ideolojik destekçilerinde bu anlayışın fanatizmi hâkim. Temel vasıf bu. ‘Yeni Osmanlıcı’ dediğimiz, somut bir geleneği sahiplenmekten öte emperyal azamet iddiasına, kibrine hitap eden yaklaşımla da bağdaşıyor. ‘Yerli ve milli’ kavramı da bu bakımdan işlevsel oluyor.”
Günümüzde merkez-sağa yerleşme iddiasını/eğilimini giderek daha açık sergileyen milliyetçi siyasetin milliyetçi niteliği ile eskisi (MHP tarzı) arasında nasıl bir fark var, devlete, devlet yurttaş arasındaki ilişkiye dair ne söylüyor, önceliği nedir? Söyleşiden bir alıntı daha:
“Merkez sağ, adı üstünde vasattır, orta yoldadır. Merkez sağın kendi başına ideolojik bir programı yoktur. O aşırı sağı modere eden, ehlileştiren ve sistemi mutedil bir şekilde idare edendir. Şu anda buna bir hasret duyuluyor. Fakat şu an merkez sağ olarak görülenin ne kadar merkez sağ olduğu da tartışmalı. Çünkü orada da uç sağın ideolojik nüfuzu güçlü. Ama genel olarak mevcut radikal sağdan duyulan rahatsızlık, ‘merkez sağ’ yapılara ilgiyi artırıyor. İktidarın huşunetinden bıkkınlıkla, mutedil görülen sağa yöneliniyor.”
Tanıl Bora, ‘fenafiddevle’ kavramına bugünkü iktidarın ideolojik destekçilerine hâkim olan fanatizmi betimlemek için başvursa da, ‘insanın devlette erimesi’ düşüncesinin iktidar halesi dışındaki milliyetçi siyaset için de hayli cazip olduğu söylenebilir. Yeni bir şeylerden değil; köktenci ya da mutedil, milliyetçi düşüncenin farklı tonları ve siyasetçilerde, ayrıca milliyetçi yurttaşta, her zaman gözlemlenebilir bir ‘devlet yüceltmesinden’ söz ediyorum. Bunun beklenebilir sonucu, devleti şu ya da bu ölçüde eleştiren, karşısına alan herkesin, her düşüncenin, her hareketin, partinin, kurumun ve bireyin en hafif tabirle ‘tekinsiz’ görülmesidir. Devlet ile ‘uğraşanlar’, tekinsizlikle düşmanlık, güvenilmezlikle hainlik arasında bir yerde tanımlanır. Milliyetçi ideolojinin güçlü olduğu ya da güçlendiği devir ve topraklarda, ‘devletinin yanında’ olmak, her zaman için daha konforlu ve fırsat dolu bir yaşam vadeder kuşkusuz.
Türkiye’de genel bir muhafazakârlaşma söz konusu (söyleşide de değiniliyor) ve yalnızca muhafazakâr kesimle ilgili bir sorundan söz etmiyoruz kuşkusuz. Muhafazakârlık salt dinle, dindarlıkla ilgili bir olgu/durum değil ve bir süredir böyle algılanıyor oluşu da, o genel muhafazakârlaşmanın yol açtığı çoraklığın, düşüncede tekdüzeleşmenin ürünü. 1960-70’lerin muhafazakâr-dindar olmayan kesimlerine, sosyalistler bir yana, örneğin Kemalist-sol Kemalist düşünce insanlarına (Mümtaz Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi) bakılır ve aynı ideolojinin bugünkü temsilcileriyle (saymaya gerek var mı?) karşılaştırılırsa, gelinen yerin düzeyi ve muhafazakârlığın farklı kesimleri kapsayan niteliği daha açık görülür.
Bunun ne önemi ya da anlamı var? Genel muhafazakârlaşma, ortalama yurttaşın ve siyasî temsilcilerinin milliyetçiliğe bakışını da biçimlendiriyor ve milliyetçilerin milliyetçiliğiyle, solcu olduğunu varsayanların milliyetçiliğe verdikleri anlam arasındaki ayrımlar giderek bulanıklaşıyor. Örneğin artık, sosyal demokrat partiye mensup bir siyasetçinin propaganda gezisi sırasında ülkücülüğe özgü sembollere başvurmasının, yalnızca oy kaygısından kaynaklanmadığını düşünüyorum. Ayrımın bulanıklığı, başta devlet ve görevlileri dahil, her kişi ve kuruma bakışı da belirleyici etkiye sahip.
Nereden çıktı bu gevezelik derseniz; bir milletvekilinin polise vurması (iddia bu yönde ve bildiğim kadarıyla yalanlanmadı) sonrasında milliyetçi siyasetin, sağıyla, soluyla, merkeziyle, İslamcısıyla gösterdiği tepki ve kullanılan terminoloji sonrasında bir kez daha düşündüm, milliyetçilerin devlet ve yurttaş algısı üzerine.
Örneğin, anayasaların temel haklar ve özgürlükler kısmında yurttaşın hak ve ödevleri sayılır ve insan hakları kavramı, yurttaşı devlete, bir başka deyişle güçsüz olanı güce karşı korumak içindir, oysa Türkiye’de bahsi geçen ideolojiye şu ya da bu ölçüde gönül verenlerin ‘ödevler’ konusundaki hassasiyeti, ‘haklar’ için olduğundan hep daha fazladır.
On yıllardır, işkence ve kötü muameleyi samimiyetle dert edinen, haklarında bu tür iddialar bulunan kamu görevlilerinin soruşturulup yargılanamamasını yüksek sesle eleştiren kaç milliyetçi/sağcı siyasetçiye tanık oldunuz? Habersiz olabilirler mi? Tek bir insan hakları raporu okumamışlar mıdır dersiniz, mümkün mü böyle bir şey? Kuşkusuz bizlerin haberdar olduğu her şeyden, milliyetçiler de haberdar, sorun, haberdar olduğumuz her ne varsa onları farklı görüyor, değerlendiriyor oluşumuz. Bir milliyetçi için işkence ve kötü muamele, çoğu zaman üzerine gidilmesi değil, üzeri kapatılması gereken bir gerçek. Yeri gelmişken, TİHV’in (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) sayfasını buraya bırakayım, dileyen ihlal raporlarını okuyabilir.
Olağan ‘ideolojik ayrımlardan’ söz etmiyorum burada, bir milliyetçinin hayata bizler gibi düşünenlerle aynı yerden bakması için bir neden yok, sevip sayması için de. Türlü uzlaşmalar gerekli olsa da, siyasî mücadele, tarafların mütemadiyen öpüşüp sarılarak kazanım elde edebileceği bir alan değil. Adı üzerinde, mücadele. Buna mukabil, mücadelenin taraflarının faaliyette bulunduğu sahanın sınırları, oyunun kuralları belli, önceden saptanmış. Eğer demokratik siyasal sistemden söz ediyorsak, o kurallar demokrasiye uygun olmak zorunda. Türkçesi, demokratik kurallar, eşit yurttaşlara eşitçe uygulanır ve kuralın uygulanması, yazılı ya da yazılı olmayan ilkelere saygı gösterilmesi düzenin sürmesi için şart. Bunun için öncelikle muhatabın hukuksal bakımdan eşit kabul edilmesi gerekir.
Milliyetçi, bir sosyalistten, liberal demokrattan, kimliğiyle yaşamak isteyen Kürt’ten, devlet eleştirisi yapan entelektüelden hiç hazzetmeyebilir, günahı kadar sevmeyebilir; ancak kural-ilke-teamüllerin uygulanması konusunda onunla ‘eşit’ olduğunu, olunması gerektiğini kabul etmek zorundadır. Demokrasinin asgari gereği bu kabullenmedir.
Milletvekili bir polise vurmamalı, bir milletvekili herhangi bir yurttaşa vurmamalı, eğer vurursa soruşturma konusu olur vs., kabul. Böyle bir olay gerçekleştiğinde, TBMM Başkanı’nın son derece ‘seçici’ bir telaşla açıkladığının aksine, dokunulmazlığı kaldırmaya gerek yok, prosedür vekilliği bitince başlamalı. Ancak şimdi, dokunulmazlığın iktidar-muhalefet işbirliğiyle kaldırılacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Önceki örneklerdeki gibi, olup biteceğin anayasa ve parlamento hukukuyla ilgisi yok, bunu bir yana koyalım.
Siyasetçiler, bir milletvekilinin bir emniyet mensubunun çenesine vurmasını ulusal gündem maddesi yapıyorsa ve aynı siyasetçiler, güvenlik güçlerinin farklı kesimleri temsil eden muhalif yurttaşa sıklıkla reva gördüğü kötü muameleye vs. sessiz kalıyorsa, burada büyük bir içtenlik ve eşitlik sorunu var demektir. Aynı siyasetçiler, eğer polis o milletvekiline yumruk atsaydı, bunu konu edecekler miydi? Gülünç bir soru oldu, ne yazık ki! Merkez-sağa ve mutedil yurttaşa çiçek atan muhterem siyasetçilerimiz, hazzetmedikleri milletvekillerinin hırpalanmasını görmezden geliyorsa, örneğin bir emniyet mensubunun bir milletvekiline “Kes sesini, seni çivilerim” deyişini konu dahi etmiyorsa, her Allah’ın günü ülkenin farklı bir yerinde yaşanan ‘orantısız müdahalelerin’ (dayağın kibarcası!) müsebbiplerini bir kez dahi eleştirmiyorsa, o siyasetçilerin demokratik hukuk devletinin asgari gereklerini benimsediğini düşünmek mümkün mü?
Söz konusu muhalifler, ezelden günümüze milliyetçi siyasetçinin (daha genel anlamda Türk-İslamcı’nın) gözünde eşit yurttaş olmadı. Herhangi bir yolla susturulmaları elzem ve eğer bir emniyet mensubu o hiç sevilmeyen milletvekiline ya da sıradan muhalif yurttaşa kötü muamele ediyorsa, bu durum devletin selameti için gerekli bir önlem kabul edilmeli. O muhalif, eşit değil, yurttaş değil, insan muamelesi görüp görmemesi gerektiği ise tartışılır. Bıktırana dek hatırlatmakta yarar var, büyük bir lanet olan ‘cezasızlığın’ işleyebilmesi, ancak birilerinin insan-yurttaş yerine konulmamasıyla mümkün.
Yirmi küsur yıl önce kimilerince siyasal İslamcılıkta aranan boncuk, şimdilerde ‘seküler’ milliyetçilikte aranıyor. İlkinde olmadığı için bulunamadı, ikincisinde de yok. Bu yüzden, milliyetçi siyasetçilerin dile getirdiği her olumlu görüşün, her ileri adımın, her barışçıl ve eşitlikçi yaklaşımın değerini bilip hakkını vermekte, muhabbeti reddetmemekte, ancak bir kez daha hikmet aramakta ısrar etmektense inatla eşit yurttaşlığı, yurttaş haklarını, temel anayasal ilkeleri hatırlatmakta yarar var.
Yazı önerisi: Ali Duran Topuz’un ‘Gelmekte olan büyük sessizlik‘ başlıklı yazısı. Tutuklanan Kürt gazeteciler için.
Film önerisi: Netflix’te gösterilen ‘The Lost Daughter‘ı öneririm. Elena Ferrante’nin romanından uyarlayan filmin yönetmeni Maggie Gyllenhaal. Başrolde çok sevdiğim bir oyuncu Olivia Colman (Judi Dench’in genci gibi) var. Film tanıtımı burada. Yönetmenle yapılan söyleşi de şurada.