Bihterin OKAN yazdı: Dün, Salgado’nun fotoğrafları ve öyküsünü izledikçe Paramaz’a daha çok yürüdüm. Varlığımızın tuzdan oluştuğu, şu gelip geçici dünyada asla kaybolmayacak bir tozlaşmış varlık olarak ve sürekli geri dönüşümlü maddeler olarak, ona hayatım boyunca dokunacağımı, onun hayatım boyunca benimle olacağını gördüm.
Zaman, var olmak ile yok olmak arasında geçen bir olgu.
Zaman yaşadığımız fakat yaşadığımızı hisssetmediğimiz, bize teğet geçen, geçtikten sonra geçtiğinin farkına vardığımız şey, zaman…
Zaman, ya da gelecek bir vakte ertelediklerimizle varlığını duyumsadığımız, çoğu kez, terk ettiği için ardından çaresiz gözlerle bakılan, ya da tekrar kavuşulamayacağı için ağıtlar yakılan, şu sevgili zaman.
Zamana karşı duruşu ben yazmakta buldum.
Oldukça naif, bir tür yeldeğirmeni şövalyeciliği bu.
Ne önemi var. Bu benim kendi yolum. Kişisel tercihim.
***
Sıkılmadınız mı saraylar üzerine konuşmaktan?
Sıkılmadınız mı Yavuz Bingöl, Alev Alatlı üzerine konuşmaktan?
Sıkılmadınız mı hırsız cumhurbaşkanları ve şürekası üzerine konuşmaktan?
Sıkılmadınız mı insan ruhunu kirleten, yaralayan ucuz televizyon dizileri izlemekten?
Sıkılmadınız mı kadınların peşinden koşmaktan?
Sıkılmadınız mı erkeklerin peşinden koşmaktan?
Sıkılmadınız mı sevgisizlikten?
Sıkılmadınız mı kendi yalanlarınızdan?
Sıkılmadınız mı yalan dünyalar üzerinden kurduğunuz sırça köşklerde, ahkamlar kesmekten?
Sıkılmadınız mı koca bir hayatı böyle harcıyor olmaktan?
***
Başkaldırı, önce başkalarının sizin için biçtikleri ve kurguladıkları hayatı kabul etmemekle başlar.
Başkaldırı önce ”ne yapıyorum ben, nasıl bir hayat istiyorum ben?” sorusunu kendine sormakla başlar.
***
Öykü insanı anlatır, öykü insanı insana anlatır. Okurken ya da yaşarken.
Fark etmez. Öyküde kendimizi, öyküde karşıtımızı, öyküde varoluşu, yokoluşu, yeniden dirilişleri, ya da tekrar tekrar yenilişleri okuruz, ya da yaşarız.
***
Brezilya’da 1964 yılında CIA gizli desteği ile askeri bir darbe yapılır. Sol muhalefet bastırılır ve siyaset sahnesinde yer alan 300 siyasetçiye siyaset yapma yasağı getirilir.
1965 yılında getirilen yeni yasal düzenlemelerle özgürlükler kısıtlanır, faşist ulusal cunta bu düzenlemelerle iktidarını güçlendirir.
1968 yılında öğrenci ayaklanmaları ve grevler başlar. İktidar derhal siyasi bir temizlik hareketine girişir, sansür gelir.
1985 yılına kadar süren askeri diktatörlük boyunca Brezilya’da, devletin ölüm mangaları tarafından komünistlerin, tüm muhaliflerin, demokratların, insan hakları savunucularının cinayetlerle öldürülmeleri, işkence ve kaybedilmeler günlük alışılmış olaylar olur.
Brezilya faşist diktatörlüğü, CIA destekli CONDOR OPERASYONLARI’nda, Latin Amerika ülkelerinde, sağ diktatörlüklerin yaygınlaşması ve yerleşmesinde aktif olarak yer aldı.
***
Tuz, maddenin çözülümü sonrasındaki, tozlaşmış halidir. Örneğin insan cesedinin yakılmasından sonra geride kalan kül, insanı oluşturan tuzdan başka bir şey değildir. Binlerce yıl önce yaşamış atalarımız, herhangi bir yerde buldukları tuzu, değerli bir hazine olarak en iyi şekilde saklarlardı.
***
Toprağın Tuzu (Das Salz der Erde) Wim Wenders’in, Brezilyalı sosyal-fotoğrafçı Sebastiáo Salgado üzerine biyografik-belgesel çalışmasıdır. Bir kaç hafta önce Frankfurt’ta sadece bir küçük sinemada gösterime giren filmi, mutlaka izlemem gerektiği üzerine gelen, şiddetli ısrarlar nedeni ile programıma almama rağmen, izlemeye zaman bulamadım. Kızımla izleme şansına sahip olduğum için, daha sonra ”bu gecikme aslında iyi oldu” diye de düşünmedim değil.
Sekiz çocuklu Brezilyalı bir çiftçinin, ekonomi eğitimi almış tek erkek çocuğu olan, sol eylemci Sebastiáo Salgado, sevgilisi Lelia ile birlikte öğrenci ayaklanmalarında ve cunta karşıtı gösterilerde yer almıştır. Daha sonra ise kurtuluşu, 1969 yılında sevgilisi Lelia ile Paris’e gitmekte bulur. Lelia mimarlık eğitimine başlar, Sebastiao ise Dünya Bankası’nda çalışmaktadır. Bir süre sonra Lelia’nın fotoğraf merakı nedeni ile aldığı Leica marka fotoğraf makinası Sebastiáo’nun ilgi alanına girer ve yaptığı fotoğraf çekimlerinin ardından bu alet, Sebastiáo’nun yürek ve akıl gözü olur.
Sebastiáo Salgado bir süre sonra, babasının arzusu ile yaptığı ekonomi öğreniminin ardından çalışmaya başladığı Dünya Bankası’ndaki işinden ayrılır.
Artık o, bir sosyal-fotoğrafçıdır. Yıllara yayılan çalışmaları boyunca sırası ile
Workers- İşçiler
Terra-Toprak
Migranten-Göçmenler
Kinder der Migration- Göçmen çocuklar
The and Polio- Çocuk felcine karşı kampanya
Photo Pocket
Afrika
Genesis,
albümleri gelir.
***
Altın madeninde binlerce insan, zenginliğe ulaşma hayalleri ile, günde 60 defayı bulan tırmanışlarla karıncalar gibi, madeni yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya inip çıkmaktadırlar. Salgado, orada çektiği fotoğraflarla bir karınca yuvasındaki çalışkan karıncaların yoğun ama meşakkatli çalışmasını izlediğiniz hissine kapılmanıza neden olacak kadar derin bir göz izi bırakan görüntüler sunar size.
***
Ruanda’da katliamdan kaçanların uzun yürüyüşleri esnasında objektife yakalanan görüntülerde tek tek insanı, yollara dökülen insanı, yollarda kalan insanı, yolda bir kepçenin dişlilerinden sarkan son nefesi gösterir size Salgado.
***
Kamplarda ölüme giden hayatları gösterir size. Kamplarda ölüme giden insanlardan dolar satın alma telaşı içindeki bir Afrikalı tefecinin hesap makinası ve yeşil dolar tomarında, ucuza kapattığı hayatları görürsünüz.
***
Etopya’da kuraklık ve açlıktan ölen insan yığınları, Kuveyt’teki petrol rafinelerinin ateşe verilmesi sonrası çıkan cehennemi yangınlarda çektiği fotoğraflar, prensin cennet bahçesini, yangından kaçarken, bahçedeki hayvanları serbest bırakmak ve onlara kaçma şansı tanımak, hayatta kalma şansı tanımak yerine, çitler içinde bırakmasının ve ölüme terk etmesinin ardında yatan kirli ruhu anlamaya çalışırsınız. Kanatları gökten yağan yağ ile yapışmış, bu yüzden uçamayan yağ tabakasının gerisinden bakan o nadide kuş için gözyağı dökersiniz.
***
Bir biyografik çalışma olan ”Toprağın Tuzu”nda Wenders, Salgado’nun hayat hikayesini anlatırken, aslında Salgado, size “Hayatın Öyküsü”nü anlatır. Film boyunca fotoğraf tekniğinin en güzelini merakla izlemeye ve yakalamaya çalışırken, bana anlatılan bu “Hayatın Öyküsü”nü anlamaya çalıştıkça acı çektim, kendi adıma ve zavallı, iflah olmaz insanlık adına acı çektim.
***
“Hayatın Öyküsü”nde yani TOPRAĞIN TUZU’ndaki, Ruanda fotoğrafları,
1915’te yollara dökülen insanlarımın hikayesi değil mi idi,
daha üç beş ay önce kalkışılan Ezidi katliamı değil mi idi?
***
Yüzde 80’i siyah beyaz olan film boyunca ölen milyonlarca insana daha nice milyonlar eklenmişti son yıllarda ve daha niceleri eklenecekti. İnsanın var oluşu boyunca hiç bitmeyecek bir kıyam ve elem olarak sürecek bir durumdu bu.
***
Yıllar sonra, Salgado, dünya üzerinde gördüğü, insanın insana yaptığı onca eziyetten dolayı artık bir yürek yorgunu, ruhu hastalanmış birisi olmuştu. Kendisi yeryüzü üzerinde gördüğü onca acımasız insan ve doğa katliamından sonra yorgundu ve artık hayatı sürdürmek için ayak sürümekte idi.
Filmin bir kaç aralığında Salgado’nun artık elleri titremekte olan oldukça yaşlı babasını da dinleriz. Varlıklı bir çiftçi olan ve oğluna kendi adını vermiş olan baba Salgado, eskiden bir yağmur ormanı olan, yıllar boyu yapılan ağaç kesimi ve erozyon sonucu, artık her tarafı kuru bir çöle dönüşmüş geniş arazi üzerinde bakışlarını gezdirirken, “buralar bir zamanlar zengin bitki örtüsüne sahip yemyeşil yerlerdi” der, hüzünle.
İşte tam da burada, devreye yine kadın, eş, sevgili, gönül yoldaşı girer.
Lelia’nın yani Salgado’nun sevgilisinin, eşinin, gönül yoldaşının aklına gelen bir fikir ile Salgado’nun hayat damarları tekrar açılır.
Lelia, baba Salgado’nun artık yaşlanmasından dolayı kendilerinin ilgilenmek zorunda oldukları çiftlik arazilerini çöl olmaktan kurtarabileceklerini, tekrar bir ormana dönüştürebileceklerini söyler.
Bir süre sonra ise hızla işe girişirler. Kurdukları enstitü ile çöle dönüşmüş araziye, bölgenin faunasına uygun fidanları, ilk yıl yüzde 60’ını kaybedeceklerini bile bile, ikinci yıl yüzde 40’ını kaybedeceklerini bile bile dikerler.
Yıllardır sertleşmiş ve çölleşmiş toprağın kendine gelmesi için zamana ihtiyacı vardır. Toprak yavaş yavaş kendine gelmektedir.
Evet, bir kaç yıl sonra artık, çiftlik arazisi önceden kupkuru iken, şu anda yeniden bir amazon ormanına dönüşmüştür, artık orası bir nasyonal park olmuştur.
Gözünüzün alabildiğine yeşillikler içinde 70 yaşında artık kendisi yaşlı bir adam olmuş oğul Salgado uzun yürüyüşler yapmaktadır. Hatta çocukken hatırladığı arazideki, kurumuş şelalenin kendisi öldükten tekrar oluşacağından da emindir.
***
Tuza dönelim tekrar…
Tuz daha sonraki zamanlarda ”beyaz altın” olarak adlandırılmış ve yapılan birçok iktidar savaşının da nedeni olmuştu. Roma İmparatorluğu paralı askerlerinin maaşlarını tuz olarak öderdi, bugün ”salary” olarak kullanılan, İngilizce aylık maaş sözcüğü de Salt (tuz) sözcüğünden gelmektedir. İnsanın yaşaması için tuz, altından daha önemli idi, Avrupa caddelerinde beyaz altın ”tuz” nakliyesinin yapıldığı ”tuz caddeleri” vardı. Almancada birçok şehrin adı tuz, “salz” (Salzburg, Salzgitter), Keltçe ”hall” (Hallein) ile başlar.
***
“Ulvi bir inanç için yola çıkmadım, ulvi olmayan insanlarla hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyülemek istedim, o kadar.” Suphi Nejat Ağırnaslı – Paramaz Kızılbaş
***
Paramaz’ın ölümünden bu yana, hayatın anlamı ve ölüm üzerine yoğun olarak düşünüyorum. Bir yanı ile kendimi yargılamalarım yoğun bir şekilde sürüyor ve ondan bu yana yaptığım her harekette, aklıma gelen her düşüncede, yüreğime düşen her iyi ya da kötü duyguda, ikinci bir temize çekiş yaşıyorum.
Bütün bu yoğun düşünce girdaplarında, sürekli karşılaştığım şey insan ve “kötülüğümüz” oluyor.
Paramaz ile birlikte ben yeniden bir doğumu, yeniden bir varoluşu, kendimi yeniden inşa sürecinin başladığını hissediyordum. Onun gidişi üzerine beni düşünsel olarak oldukça yoran yazılar yazdım. Benim için kutsal olan gidişini anlatmaya çalışmama rağmen, bu gidişi, bu ölümü kabul edemedim. Çocuklarımızı kaybediyoruz ve kaybetmeye devam edeceğiz. Onun, onların acısı, gidişleri, yok edilişleri, asla kabul edilemeyecek, içsel bir isyan ateşi ile yakıcı bir hal olarak sürecek bir duruma dönüşmüştü.
***
Dün, Salgado’nun fotoğrafları ve öyküsünü izledikçe Paramaz’a daha çok yürüdüm.
Varlığımızın tuzdan oluştuğu, şu gelip geçici dünyada asla kaybolmayacak bir tozlaşmış varlık olarak ve sürekli geri dönüşümlü maddeler olarak, ona hayatım boyunca dokunacağımı, onun hayatım boyunca benimle olacağını gördüm.
Paramaz’ın fiziksel olarak bitirdiğini düşündüğüm hayatının aslında, benden sonra da asla bitmeyecek bir fiziksellikle, toprağın bütün devinimlerinde olması gereken şekilde, toprağın ana maddesi olarak varlığını sürdüreceğini gördüm, hissettim.
Yeryüzü cehennemlerini yaratan biz insanlar, yeryüzünün alevlerinde kavrulurken, külleşen suretlerimizin aslında “ulvi inançlarla yola çıkmayan, ulvi olmayan insanlarla hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyülemek isteyenlerin” olağanüstü bir sadelikle, başkaldırının temel unsuru olduklarını elimle tutacak, hissedecek kadar canlı gördüm.
Son bir şey; saf ve vahşi bir gerçekçilik sadeliğindeki Salgado fotoğraflarının her biri ayrı ayrı çok değerli.
Özellikle bir fotoğraf ise bana “işte bu benim fotoğrafım” dedirtti.
İzlerseniz filmi eğer,
bir küçük Afrikalı çocuk, üstünde yırtık bir gömlek, bedenin alt kısmı çıplak ve yüzü ilerde görünmekte olan ufuk çizgisine dönük,
ellerinin birinde sıkıca tuttuğu bir çanak var,
diğer elinde onunla birlikte yürüyüşe katılmış olan kendisi gibi kaburga kemikleri görünmekte olan köpeğinin tasmasını sıkıca tutuyor,
ve ufka doğru kararlılıkla yürüyor.
Gidenler, yürüyüşlerine devam ediyorlar.
Kararlılıkla…
14.12.2014