Fatoş OSMANAĞAOĞLU yazdı – İktidarın saldırılarına karşı gerçek bir yanıt üretmek istiyorsak, hem Fatsa’nın sesini, mücadelesini güçlü bir biçimde sahiplenmek hem Kazdağları’nın sesi olmak hem de Kanal karşıtı mücadeleyi birlikte örgütlemek zorundayız.
Birbiri ardına eklemlenerek büyüyen bir sarmalın içindeyiz. Gezegenin her yerinde, tüm ülkelerde “kriz” sözü en sık kullanılan sözcükler arasında herhalde birinci sıradadır. Siyasal kriz, ekonomik kriz, ekolojik kriz, alt başlıkları ile; iklim, gıda, su diye devam ediyor ve tabii şimdi hayatımızın merkezine yerleşen “pandemi”. Günlük sıradan konuşmalarımızın, yaşamımızın bir parçası haline gelen Covid-19 da bizi terk edecek gibi görünmüyor. Fakat krizler ana veya bir döneme dairdir, oysa durum bu değil, Doyumsuz açlığıyla her şeyi yutan kapitalizmin geldiği evreyi doğru değerlendirmemiz gerekiyor.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, bir çığ gibi üzerimize gelen “kapitalizm denen bu sistemi değiştirmek gerek.” Bu sistemin şekillendirdiği insan/doğa karşıtlığı, sistem aşılmadan aşılamaz. “Sürdürülebilir” hiçbir tarımsal veya sosyal politika, mevcut sosyal düzenin ezici yıkıcılığına karşı bir şansa sahip değil. Kapitalizmin özellikle bu evresinde bazılarının zannettiği gibi yamalarla, reformlarla nefes alınacak bir durum kalmadı. İnsanlık ve parçası olduğu doğa ya yüzde birlik bir insan topluluğunun kar hırsının kurbanı olacak ya da bu durumu değiştirecek. Bununla birlikte, tarihi ciddiye alan bir ekoloji politikasının önündeki en büyük engeller, ekoloji hareketinin ısrarla ayrışmaya devam etmesi ve ana akım çevreciler arasında, özellikle de küresel kuzey ülkelerinde, kapitalizmin restorasyonunun yukarıda özetlenen sorunları çözebileceğine dair yaygın inançtır.
Doğru bir durum tespiti için kapitalizmin yeni evresi ve ekolojik yıkımın ulaştığı boyutun prizmasında Covid-19 pandemisini anlamlandırmamız gerekiyor. Bugün, dünyanın toprak, iklim ve su sistemlerinde meydana gelen korkunç insanlık dışı seviyeler ve derin değişimlerle tanımlanan yeni bir çağda yaşıyoruz. 1930’ların Dust Bowl‘u (Dust Bowl’un Türkçe’si “Toz Kasesi”dir. 1930’larda ABD’de yaşanan ekolojik krize verilen isimdir.) gibi, çağdaş ekolojik yıkım, yüksek düzeyde toplumsal eşitsizlik, emperyal el koyma, sosyal yer değiştirme ve faşizan siyasetle ilişkilidir. Buna göre, bilim insanları, iklim değişikliği, toprak bozulması ve tatlı su kıtlığının yarattığı tehlikeleri anlamaya çalışırken, bugünkü dönemimize bir örnek olarak 1930’ların felaketini inceliyorlar. Aynı zamanda kapitalizmin 2008’le birlikte girdiği ve giderek derinleşen ekonomik krizini de 1930 büyük buhranına benzetiyorlar.
1930’lardan çok daha derin bir yıkım içindeyiz
Kapitalistler krizleri aşabilmek için yeni yollara başvuruyor, örneğin son yirmi yılda doğal alanlara el koyarak kar oranlarının düşüş eğilimini engelleye çalışıyor. Harvey, ilksel birikim dönemine gönderme yaparak buna “el koyarak birikim” adını veriyor. Şimdi bu da yeterli olmuyor.
4. Sanayi Devrimi evresine girdik ve artan bir hızla ilerliyoruz. Bilişim teknolojisinde, yapay zeka, robot teknolojileri gibi yeni gelişmeler, üretim, dağıtım ve bölüşümde köklü değişikliklere yol açacak ve bu insanlık tarihi için çok kısa bir süre olarak düşünülmesi gereken 10 veya 20 yıl gibi bir zaman dilimi içinde gerçekleşecek. Şu kapsamda Çin, ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle Almanya) arasında ciddi bir yarış var. ABD Başkanı Trump’ın Çin’e yönelik politikalarında net olarak görülüyordu bu. Biden döneminde yönelimin değişeceğini ileri sürmeyi gerektirecek bir neden yok. Üretimde köklü değişimin sonuçları insanlığı çok daha zor koşulların beklediğini gösteriyor. Distopyalarda anlatılan, bir avuç sermayenin dünyayı yönettiği, tüm üretim araçlarına sahip olmasının ötesinde insansız bir üretim sürecinin oluşacağı ve nüfusun çok büyük bir bölümünün aç ve işsiz, doğanın da tümden tahrip olduğu bir dünya olasıdır.
Sistemin bu evresinde tek başına rızaya dayalı gerçekleşme olasılığı pek olmadığı için, bugünün “gözetleme” evresinden “denetim” evresine geçiş hızla başlayacaktır. Bugün Covid-19 pandemisinin insanları nasıl rızayla hareketsizleştirdiğini görüyoruz. Yaşadıkları ekonomik zorluklar, kadınlara yönelik şiddet, doğaya saldırılar karşısında sokaklara dökülenleri de nasıl şiddetle cezalandırdıklarını biliyoruz. Bu durum ilerleyen dönemde doğrusal değil sıçramalı olarak artacaktır, bunu ön görmek zor değil.
Bugün, çağdaş kapitalizmin derin yapısal çelişkilerinin somutlaştığını görüyoruz: ekonomik, ekolojik, epidemiyolojik ve emperyal / jeopolitik bunlar, felaket olarak nitelendirilebilecek mükemmel bir küresel fırtınada birleşiyor. Elbette, son yıllarda ortaya çıkan diğer benzer ölümcül zoonozlar gibi, COVID-19 da var. Bu durum monokültürler ve ekosistem tahribatı ile küresel tarım ticaretine kadar izlenebilir. Bellamy Foster kapitalizmin bu evresine “Felaket Kapitalizmi” adını veriyor.
Yeni “normal” ve pandemi
Covid-19 pandemisinin laboratuvar ürünü olup olmadığı konusunda çokça rivayet var. Laboratuvar ürünü ya da değil bu sonucu değiştirmiyor. Uzun yıllardır bio genetik ile ilgili yapılan çalışmalar, tarım endüstrisinin (özellikle endüstriyel hayvancılıkla bağlı olarak) gelişimi, doğal alanlarla genişleyen kentlerin iç içe geçmesi gibi nedenlerin herhangi biri olabilir. Örneğin ağırlıklı olarak tarım endüstrisinin Amazon yağmur ormanları ve diğer yerler gibi, daha önce vahşi alanlara yayılması yoluyla vahşi hayvanlar ve insanlar arasındaki mesafe tamamen kapanmıştır.
Burada önemli nokta kapitalistlerin bu yaşadığımız felaketin tadını almış olmalarıdır. Pandeminin geliştireceği endüstriler ortadadır, teknoloji, ilaç, tarım endüstrisi vb. diye sıralanabilir. Önümüzdeki yıllarda benzeri pandemilerin yaşanma olasılığı da çok güçlüdür. Kaldı ki şu anda mutasyonla (*) yeni bir dalganın oluşabilme olasılığı da vardır, henüz aşısı bile yeni yeni ortaya çıkarken ikinci dalga her an gelebilir.
Ekoloji mücadelesinin içinde olanlar ve bu alanda çalışan bilim insanları uzun yıllardır tarımda endüstrileşmenin zararlarını yüksek sesle dile getirmektedir. Topraklarda, sularda oluşan kayıplar tüm gezegende hızla artmaktadır, buna iklimde oluşan değişiklikleri de eklediğimizde “Dust Bowl”dan çok daha kötü bir noktaya hızla evrilmekteyiz, açlık ve hastalıklarla boğuşacağımız bir dönemin başladığını görmek zor değil. Yeni “normalimiz” budur, artık eskiye dönmek mümkün değildir.
Ekolojik yıkımın geldiği yer: gezegenin sınırlarına dayandık ne yapmalı?
Ekolojik yıkımı ele almak istediğimizde misal, sadece iklim değişiyor, sular, ormanlar, tarım alanları yok oluyor demek yetmiyor. Yönetenlere “yok etmeyin” demek de… İklim değişiyor önlem alın dediğimizde Fransa’da olduğu gibi yakıt fiyatlarına zam yapmak çözüm olarak halkın önüne konabiliyor.
Neoliberal sistem, kar oranlarını artırmak, büyümeye devam etmek için doğal alanlara el koymaya devam ediyor. Sular ticarileşiyor, küçük çiftçiler ortaklaşım alanlarından hızla çekiliyor, tarım yapamaz hale geliyorlar. Göçüyorlar doğal olarak, ülke içinde kentlere veya ülkeler arası. Bir kısmı da topraksız tarım işçisi oluyor bu arada. Bu sorunlar en alttakiler için çok ciddi ekonomik, sosyal yumaklara dönüşüyor. İşçi olarak gittikleri yerlerde başlarına gelenlere bir bakalım, kadınlar hem ev denemeyecek barakalarda iş yapıyor, tarlada çalışıyor, tacize, tecavüze uğruyor, ev içinde uğradığı şiddet bunun sadece bir yüzü. Çocuklar, geleceğimiz, kaç yaşında olursa olsun yalnız, insanca yaşam şartlarının olmadığı yerlerde yaşamaya çalışıyorlar. Bunlar sorunların sadece bir kısmı, maruz kaldıkları ırkçı saldırılar da gün geçtikçe artıyor. Türkiye’de şöyle bir etrafımıza bakmamız yeterli, öyle çok hafıza filan zorlamamıza gerek yok, çünkü neredeyse her gün Kürt topraksız tarım işçilerinin başlarına gelenleri okuyoruz.
Kente gelenler işçi, işsiz, güvencesiz. Milyonlar bırakalım sendikalı olmayı kayıt dışı çalışıyor. Nüfusun yüzde sekseninden fazlası kentlerde yaşıyor. Her geçen gün artan bir prekarya ordusu var. İşi olan da ortalama 10 – 18 saat çalışıyor, işini kaybetmek istemediği için başını kaldıramıyor ve zamanı da yok. Marx’ın sistemin zamanı hızlandırması ile insanları çitlemesi örneğidir aynı zamanda bu. İlksel birikim dönemindeki “köleliğin” bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Yeni kölelik hem zorlama hem de rıza içeriyor. Sistem bunları medya, digital alan vasıtasıyla “mutluluk”, “refah” vaatleriyle üzerimize boca ederken, rızasını alamadıkları, ikna olmayanlar da var tabii, bunları da ya göçmen işçi, işsiz, göçmen işçi ile tehdit ediyor ya da her şeye rağmen başını kaldırdığında kolluk karşılarına dikiliyor. Sistemin “rıza” ve “kontrol” mekanizmaları bir arada işliyor. Kontrol de bazen rıza ile karşımıza dikilebiliyor tabii, pandemi sürecinde bunu kavramak daha kolaylaşıyor.
Devletler sermayenin büyüme hırsını tatmin edebilmek için ‘70’lerden bu yana kamusal alandan neredeyse tamamen çekilmiş durumda. Eğitim, sağlık, kamu iktisadi teşekkülleri, ortak alanlarımız, hazine ve belediyelerin ukdesindeki tüm doğal ve kültürel varlıklar sermayeye kimi yavaş yavaş kimi hızla devredildi. Geniş yığınlar bu yok edilenler, ellerinden alınanların sonucunu ağır bir yoksulluk ve yok olma olarak yaşıyor. İnsanlar, insan dışı canlılar, doğanın tüm bileşenleri bir yok olma sürecinde. Bunu tabii “androposen” diye niteleyemeyiz çünkü sınıfsal olanı görmeden, “insana ait” dediğimizde sermayenin yani küçük bir azınlığın verdiği zararı tüm insanlığa mal ederek ilerlememiz mümkün değil. Bunun açtığı başka kapılar da var, “nüfus fazlası” buna bir örnek. “İnsanlık sorunu” dediğinizde, nüfus çok artıyor gezegenin olanakları buna izin vermiyor manasına geliyor ister istemez bu. Oysa ki gezegende üretilen yiyeceklerin yüzde yetmişinden fazlası küresel kuzeyde tüketiliyor. Milyarlarca insan ise yatağa aç giriyor, temiz suya erişimi yok. Oysa eşit dağılım olsa hem gezegen hem de diğer canlılar için durum sürdürülebilirdir. Veya insan gezegeni sömürüyor, yok ediyor, iklimi değiştiriyor derseniz, bu neoliberal kapitalizmi görmezden gelmek demektir.
Kentin yeniden üretimi
Kentin yeniden üretimi, kent mega projeleri sadece rant meselesi değildir, muhalefeti de dağıtmak, işçi sınıfını kent dışına itmek, hem görünmez kılmak hem de kent merkezinde söz söylemelerine engel olmak gibi işlevleri var. Ayrıca mahalle kültürünü, yan yana gelişleri minimuma düşürmek, insanı çitleyerek daha fazla kendine, emeğine, çevresine yabancılaştırmak bir diğer boyutudur.
Tarihsel sürece baktığımızda da benzer tabloları dünyanın büyük şehirlerinin tümünde görebiliriz. Paris’ten Barselona’ya, New York’tan Pekin’e ve tabii ki İstanbul’a çok örnek verilebilir. Kentlerin yeniden, yeniden inşası birden fazla nedenle olsa da sonuçları birkaç başlıkta toplanabilir. Nedenlerin tamamı politiktir, sermaye için rant alanları yaratmak, inşaat sektörü başta olmak üzere tetikleyerek kazanca yol açan demir çelikten, çimentoya pek çok sektöre etkisi vardır. Sonuç açısından bakıldığında birincil olarak, ekolojik yıkım başlığı altında su, orman, toprak kaybı ve insan dışı tüm canlı yaşamın yok edilmesi diyebiliriz. Diğer başlık ise kentte yaşayan insanlar açısından da hem sorun çıkarmasınlar hem de, görünür olmasınlar diye yerinden etmeler, sürgünlerin uygulanmasıdr. Kim bu insanlar, tabii ki işçiler, işsizler, göçmenler, etnik olarak veya kimlik olarak ötekiler. Bize tercüme edersek, Kürtler, Suriyeliler, Romanlar, LGBTİ+’lar ek birkaç örnek olur.
Kanal Projesi ekolojik yıkımı artırırken işçi sınıfını da dağıtacaktır
Bugün Kanal İstanbul diye önümüzde duran talan projesi yukarıda saydığımız parametrelerin tamamı ile birlikte çok yönlü bir örnektir. Bu projenin ilk etapları olan 3. Köprü ve 3. Havalimanı kentte çok şeyi değiştirdi. Bunların bazıları ekolojik yıkımdır tabii ama önemli bir mesele de bu projelerin planlamasının ilan edilmesi ile birlikte oluşan, demografik değişimdir. Bölgede emlak fiyatlarındaki artış ve bu bağlamda oluşan hareketlilik yerel halkın tümden bölgeden, köylerden sürülmesi ile sonuçlanmıştır.
Kanal İstanbul projesinin bugünkü etabında, onaylanan ÇED raporu mahkemeliktir, HDP, meslek odaları, ekoloji örgütleri ve İBB gibi muhtelif kurum ve bireyler dava açmıştır. Tüm davalar bilirkişi incelemesi için İstanbul 10. İdare mahkemesine gönderilmiş, keşif beklenmektedir. Fakat iktidar boş durmamıştır pandemi sürecinde bile, önce kamuoyunda çok tepki çeken tarihi/kültürel varlık olan iki köprünün taşınması ihalesini pandemi sürecinin en yoğun döneminde yapmıştır, Yenişehir denen projenin 1/100 binlik planına kabul vermiş, ardında 1/5000 nazım plan ve 1/1000 ölçek imar planlarını onaylamıştır.
“Nitelikli insanlar” için yeni kent
Yenişehir projesi hızlanmıştır, iktidar Kanal için henüz finansman bulamasa bile bu proje ciddi bir yıkım oluşturacaktır. Yenişehir projesi, ÇED raporunda yazdığı şekliyle “nitelikli insanlar”ın yaşadığı bir kent projesidir. Raporda geçtiği şekliyle, “Yüksek nitelikli nüfusun Yenişehir’e çekilmesi için nitelikli konut ve sosyal çevre olanaklarının oluşturulması”, siz bunu “zenginlere yeni bir kent yapıyoruz zengin değilseniz burada işiniz yok” diye tercüme edebilirsiniz. Bu projenin amacı ÇED raporunda açık biçimde, yeni turizm alanları, yeni konut alanları, finans projesi ile de bağlantılı yeni bir dünya yaratılacağını muştulamaktadır bizlere. İstanbul’un 3. Bölge diye tanımlanan, güneyde yoğun yerleşim yerlerinin, kuzeyde ve batıda son tarım arazilerinin olduğu bölge tümden yeniden yapılandırılacaktır.
Kent yoksullarını yerlerinden edecekler
Yukarıda gördüğümüz ilçelerin birçok mahallesinde kent yoksulları ikamet etmektedir, ağırlığı işçi ve emekçi kesimdir. İşyerleri de doğal olarak o bölgede ve sanayi işletmeleridir, binlerce işçinin çalıştığı ve ikamet ettiği bir bölgeden, ilçelerden bahsediyoruz. Hem fabrikalar hem de organize sanayi bölgeleri vardır. İktidar bu bölgelerde yaşayanları açık biçimde yerlerinden süreceğini söylemektedir. Bir hamlede hem işçiden, hem de yerelde yoğunluklu yaşayan Kürt işçi nüfustan kurtulmayı planlamaktadır.
“Karşı mücadelelerin” bakışımlı olması zorunludur!
Yaşadığımız süreci değerlendirdiğimizde, karşı mücadelelerin de bakışımlı olması gerektiği açıktır. Ekoloji mücadelesi verenler doğayı korumaya çalışırken işçi ile karşı karşıya kalabilmektedir. Oysa iki mücadelenin de çıkarları ortaktır. Bir yandan ekolojik yıkımı, iklim değişikliğini yavaşlatmak için otomotiv endüstrisini ortadan kaldırmayı ve yerine tümüyle toplu taşımayı koymayı tartışırken diğer yandan hemen şimdi “evrensel temel gelir”e odaklanmalıyız. Bu hem sistemin insanlığı açlıkla tehdit etmesinin önüne geçecektir hem de işçinin kendini daha özgür hissetmesi ile arayışlarını artırmasına olanak sağlayacak ve belki de en önemlisi kendisine, doğasına, emeğine yabancılaşmasını tersine çevirerek gelişimini ve dünyanın de yeni devrimler sürecine girişini hızlandıracaktır. Şimdiden, pandeminin de eklenmesi ile birlikte işsizliğin geldiği boyut ortadadır ve katlanarak devam edecektir.
Tüm bunlar olurken “ne yapmalı” sorusuna odaklanmamız gerekir, mücadele tarafında kurulacak müştereklerle sistemi aşındırmaya devam etmek zorundayız. Kolektifler, kooperatif örgütlenmeler, komünler, dayanışma ağları her alanda var olandan ileriye gitmelidir. Digital alanda Linux, Wikipedia gibi örnekler vardır önümüzde, tarımda küçük çiftçi veya topraksız tarım işçilerinin tarımsal üretim için kurdukları kolektif komünler, kentlerde kurulan hedefi temiz ve ucuz gıdaya erişim olan, kırdaki örgütlenmelerle ittifak halinde tüketim kooperatifleri gibi örneklerin artırılması gerekmektedir. Mücadeleyi sürdürürken “karşı yaşam nüveleri” de oluşturmak zorundayız, bu aynı zamanda sistemi yıkarken yeni kuracağımız kolektif, hiyerarşisiz, yeni dünyanın da hazırlığıdır.
Aynı zamanda, örneğin ekoloji mücadelesi açısından, hem yerel hem de uluslararası örgütlenmelerimizi nasıl geliştirmemiz gerektiğine dair de bir fikir verir. Sistemin devasa örgütlü gücüne karşı, tüm alan mücadelelerinin ve aynı zamanda sınıf mücadele örgütlerinin yan yana gelmesinin ve birlikte mücadele etmesinin zorunlu olduğunu gösterir.
Geldiğimiz noktada bu sistemin aşılmasının/devrilmesinin ancak enternasyonalist bir örgütlenme ile mümkün olduğu, tekil olarak bir ülkedeki değişimin ne insanlık ne de gezegen için kurtuluş olmadığı açıktır. Bu nedenle bu mücadelelerin bir arada yürütülmesi çok önemlidir ve bizlere iki misli görev düşmektedir.
Ekoloji mücadelesinin kendi dinamikleri açısından ise, yerel mücadelelerin veya konu bazlı oluşmuş örgütlenmelerin birlikte mücadele zeminini sağlamak artık zaruridir. Örneğin sadece İstanbul’da, birden fazla alanda yürütülen mücadelelerin, Anadolu’da farklı yerellerde yürütülen mücadelelerin diasporalarının birlikte mücadele edeceği bir zemin, koordinasyon kurulması gerekir. İktidarın saldırılarına karşı gerçek bir yanıt üretmek istiyorsak, hem Fatsa’nın sesini, mücadelesini güçlü bir biçimde sahiplenmek hem Kazdağları’nın sesi olmak hem de Kanal karşıtı mücadeleyi birlikte örgütlemek zorundayız. Bu çok parçalı durum hem mücadelelerin görünürlüğünü hem de gücünü azaltmaktadır. Birlikte güçlü olduğumuzu bir an bile aklımızdan çıkarmadan mücadele etmek her an hedefimiz olmalıdır.
(*) Bu yazı yazıldığında virüsün mutasyonu henüz tespit edilmemişti.