Ümit KIVANÇ Duvar için yazdı: Yıllarca bıktırasıya işleyerek geliştirdiği burjuvalık, salon adamlığı, jantilik, gurmelik, zevk ve keyif insanlığı imajının yoğurulduğu malzemeyi bütün iğrenç renkleri ve pis kokusuyla ortaya sermekten çekinmeyerek, toplumsal adilik kültürünün dibine şipşak daldı, oradan kana, çamura, meniye bulanmış şu manşeti çıkardı: “Devlet girdi”. Otuz kişi ölmüştü, ne idüğü belirsiz madde yüzünden insanlar yanmıştı, yüzleri tanınmaz hale gelmiş olanlara bakmak bile yürek istiyordu.
Türk basınından etiği kapı dışarı eden, gazeteleri, televizyon kanallarını patronların başka işleri için hizmet gören buzkıranlar haline getiren, özgüvenleri beyaz gömleklerinden taşan ayrıcalıklı yönetici-gazeteci zümresinin tartışmasız lideri, simgesel ismi Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’ten ayrılışı -ya da pek çoklarının iştihayla tekrarlamayı sevdiği şekliyle, kovuluşu- riyakârlık resitallerine, koro performanslarına, büyük orkestra konserlerine vesile oluyor.
Ertuğrul Özkök öyle “şunun maşasıydı”, “bunun elemanıydı” filan diye geçiştirilecek vaka değildir. Türkiye’de basının Genelkurmay bültenliği rolünü nazlanmadan kabul etmiş oluşunun zaman zaman doğurduğu sıkıcı resmiyet havasını aşmış, devletin ilgili birimlerine ve politikalarına hizmete yaratıcı renkler, tatlar, dokular katmıştır. Yapısallaştırdığı, meşrulaştırdığı, kurumlaştırdığı arızalarla, Türk basınının tarihinde çok önemli tahripkâr-dönüştürücü rol oynamış adamdır. Tek değildir, ama dönüştürücü ekibin yıldızıdır.
Böyle birinin basın dağının en yüksek tepesine saray kurabilmiş olması, çok boyutlu, geniş sorundur. Özkök’ün varlığını ve pratiğini hayatî sorun saymamış, uyku kaçıran mesele olarak yaşamamış kimseyle gazetecilik hakkında tek kelime konuşmamak gerekir. Ancak bu durumda da konuşulacak kimseler pek az kalabilir, çünkü ana akım Türk basını Özkök’ü yıllarca barındırmış, taşımış, kimi zaman yüceltmiştir. Öte yandan, Özkök’ün Hürriyet’inde çalışmış olmak, kimseyi itibarsızlaştırmamış, kimsenin güvenilirliğini azaltmamış, meslek yaşamında engel olarak karşısına çıkmamış, toplumsal alanda dışlanma sebebi sayılmamıştır.
Özkök’ün basındaki hayatı ve eserleri, başlıbaşına inceleme konusu yapılacak malzemedir. Bugünün kendini zeki sanan muktedirleri kurnazlıkta onun eline su dökemez. Gerçeği evirip çevirme, bulduğu gediklerden içeri sızarak ters yüz etme gibi cambazlıklarda hüneri tartışılmaz. Onu bir televizyon dizisine yerleştirebilirdik rahatlıkla. Seyirci hoşlanırdı. Çünkü onları hep şaşırtabilir, “yok artık o kadar da olmaz” diyecekleri yerlerden vururdu. Ahmet Hakan’ın art niyeti daha ağızdan çıkarken belli olan “sadece soruyorum”u, Özkök’ün sinsice kurduğu ağların, tuzakların yanında, olsa olsa, çırağın ustasından ilk aferini almasına yolaçacak basit marifet sayılır. Gerçi Özkök basit devlet hizmetinde o kadar yaratıcı olamıyor, bayağılaşıyordu, ama buna bile çeşni katma gayretinden vazgeçmiyor, beklenmedik yerde, yoktan kötülük var edebildiği durumlarda ise yaratıcılığı sınır tanımıyordu. Ahlâkî sınır zaten yoktu, hak-adalet ömrü dolmuş kavramlardı, gazeteciliğin kime hizmet etmesi gerektiği belliydi, ona göre. Özkök’ün işi iktidarlaydı. Her türden iktidarla.
Bugün birçok insan onu Ahmet Kaya’ya ettikleriyle hatırlıyor. Meşhur “Vay şerefsiz!” manşeti sık konu ediliyor. Ama Özkök’ün bundan kat kat beter birçok marifeti gibi, o manşetin yanına konmuş Ahmet Kaya fotoğrafının da sözü fazla edilmiyor. Şerefsizlik manşetten çok fotoğraftaydı. O daracık tişört, “vay”ı lafın başından alıp sonuna koyuyor, bu yer değiştirme esnasında “ibne” haline getiriyordu. Hürriyet’in manşetinden “şerefsiz ibne” ilan edilen birinin artık sokakta dolaşması risk dolu, ondan övgüyle bahsetmeye kalkacak olanın ürkmemesi imkânsızdı. Kara propagandada Hürriyet şüphesiz amiral gemisiydi, ancak Özkök’le birlikte kaydedilen sıçrama da gözardı edilir gibi değildi. O gemiye mayın da döşeyebilen lüks lokantalı buzkıran özelliği kazandırmıştı.
Şaheseri
Özkök’ün baş eseri, her şeye rağmen, Hürriyet’in Ahmet Kaya kampanyası değil, bana göre. Orada, “Parayı veren Ahmet’i alır” gibi güzellikleriyle Fatih Altaylı başta, rakipleri çok. Ertuğrul Özkök tek icraatıyla Türk basın tarihine geçecekse -ki, bu tarihin 1980’lerdeki dönüşümün tamamlandığı 1990’lar sonrası kısmında başköşeye yakışır- bu, onun 2000 Aralık’ındaki cezaevi operasyonları sırasındaki performansı olmalı.
19-22 Aralık 2000 arasında Türkiye çapında yirmi ayrı hapishanede, siyasî tutuklu ve hükümlülerin kaldığı bloklara eşzamanlı operasyonlar düzenlenmiş, yirmi sekiz tutuklu ve iki asker can vermişti. Operasyonların akla sığmaz vahşetle yürütüldüğü ortaya çıktığında, bunlara verilen ad, gün geçtikçe haşinleşen bambaşka anlam kazanmıştı: “Hayata Dönüş Operasyonu”. İktidarda DSP-MHP-ANAP koalisyonu vardı, başbakan Bülent Ecevit’ti. “Kaçı geberirse gebersin” mantığıyla yürütülen operasyonun devletin böyle işleri yapan birimlerince tasarlandığı ortadaydı. Siyasetçiler de, bu imha mantığına ve yakmalı vurmalı eyleme onay vermişlerdi. MHP açısından sorun yoktu; bilemediniz, ölü sayısını az bulmuş olabilirlerdi; zaten bizzat beşer onar solcu öldürme pratiğinden gelen partiydi. Bugün “uygar insan”lığı, hümanistliği yere göğe sığdırılamayan Ecevit ve güya “demokratik sol” partisinin iliklerine işlemiş solcu düşmanlığı operasyonla birlikte lekesi çıkmayacak kanlı kanıtlara kavuşmuştu. Üçüncü ortaksa, merkez sağın örnek siyasetçisi diye takdim edilen, etrafını zengin etmek dışında Türkiye siyasetinde ne rol oynadığı hiçbir zaman tam anlaşılamayan Mesut Yılmaz’dı ve onun da, partisinin de canı devletin emaneti olan insanların koğuşlarda yakılmasından, taranmasından rahatsızlık duyması için sebep yoktu.
Şunu eklemek lazım: Operasyon, Türkiye koşullarında bile kimsenin beklemediği şiddetle, zalimlikle planlanmış ve yürütülmüştü. İkisi asker otuz ölü, ne olduğu hâlâ anlaşılamamış maddelerle yüzleri, bedenleri yakılmış insanlar… Manzara, devlet terörüne âşinâ olanlara bile şok geçirtmişti.
Türk basını, devletin kendi denetimindeki hapishanelerde kazandığı büyük askerî zaferi kutlama yarışına girdi. Tabiî Ertuğrul Özkök ve Hürriyet’i birinciliği kaptı. Yıllarca bıktırasıya işleyerek geliştirdiği burjuvalık, salon adamlığı, jantilik, gurmelik, zevk ve keyif insanlığı imajının yoğurulduğu malzemeyi bütün iğrenç renkleri ve pis kokusuyla ortaya sermekten çekinmeyerek, toplumsal adilik kültürünün dibine şipşak daldı, oradan kana, çamura, meniye bulanmış şu manşeti çıkardı: “Devlet girdi”. Otuz kişi ölmüştü, ne idüğü belirsiz madde yüzünden insanlar yanmıştı, yüzleri tanınmaz hale gelmiş olanlara bakmak bile yürek istiyordu. Ertuğrul Özkök bunu şiddet yüklü pornoya çevirmeyi tercih etmişti: “Girdi”. Devletin özne edilip o “giren” şey konumuna oturtulması, işte, ancak Özkök’ün cüret edebileceği çapta utanmazlıktı. Devlet vururdu, kırardı, ezerdi, asardı, basardı… lâkin şimdiye kadar kimse yaptığı şeye toplumumuzun pek güzel anlayacağı bu anlamı yükleyip bütün ürkütücülüğüyle böyle apaçık ifade etmemişti.
“Devlet girdi”nin altı şu halkla ilişkiler motifleriyle doldurulmuştu: “Kalaşnikof’la ateş açtılar: Terörist cezaevine Kalaşnikof ve el bombası bile sokmuş”, “Telefonla yak emri: Bayrampaşa’daki örgüt liderlerinden birinin, operasyon başladıktan kısa bir süre sonra Bartın Cezaevi’ndeki militanları telefonla arayarak talimatlar verdiği saptandı”, “Çavuş, yanan militanı kurtarırken şehit oldu”, “Yaktıranda sıyrık yok. Bayrampaşa operasyonuna katılan bir asker Hürriyet’e açıkladı: Militanların üzerine benzini bizzat örgüt liderleri döktü ve kibriti çaktı”, “Ortaçağ gibi: (…) yakılan militanın görüntüleri, terör örgütünün vahşi yüzünü ortaya çıkardı”. Ertuğrul Özkök şöyle yazmıştı: “Hükümetin bu operasyona verdiği, ‘Hayata Dönüş’ adı dün gerçek anlamını buldu.”
Türk basınında yönetici-yön verici figür olarak Ertuğrul Özkök, 1980 sonrası “medyaya dönüşme” sürecindeki rolü ve 1990’lardaki işleviyle gerçekten incelenmelidir. (Özkök Hürriyet’in başına 1990’da geçti, ama 1980 ertesi dönüşüm, onun pratiğiyle tamamlanmaksızın bu aşamaya varamazdı.) Aydın Doğan-Dinç Bilgin’li, Ertuğrul Özkök-Zafer Mutlu’lu, iki tepeli basın dönemini bugünün -ve yarının- gazetecileri, çeşitli incelikleriyle tanımalıdır. Belki bir Türk Basın Eliti Tarihi yazılmalı. Türkiye’de Devlet-Basın İlişkileri Antolojisinin ikinci cildi olarak. Doğrusunu isterseniz, bugünün birçok muhalif gazetecisinin de böyle bir deşme-kurcalama faaliyetine yanaşmayacağını düşünüyorum.
Bu Özkök aslında neydi, neyi temsil ediyordu, amacı neydi, kendine uygun gördüğü işlev neydi… Çok elverişli başlangıç noktası, medyaya dönmüş basını tanımak için. AKP dönemi, özellikle Gezi İsyanı sonrasındaki iktidar ittifakı zamanı her şeyi öyle rezilleştirdi ki, basının kendi rezilleşme süreçleri falan unutuldu gitti. Akit’in Takvim’in gazete yerine konduğu, A Haber’in, Yeni Şafak’ın, Sabah’ın ana akım sayıldığı günümüzde, dönüp geçmişe bakmak gereksiz, geçmişin sorunlarından yakınmak lüks sayılıyor. Ancak yargı sisteminin iki fiskede bugünkü “uygulamacı” konumuna düşmesinde nasıl eskiden de bağımsız olmayışının, hukukla ilişkisinin şaibeli oluşunun belirleyici rolü varsa, benzer durum basın için de geçerli. Gazeteciliğin rayından çıkmasında, kötüye kullanılmaya böylesine elverişli hale gelmesinde, asla kabul edilemez işleri meşrulaştıran iddialı söylem ve pratikleriyle Özkök ekolü başroldedir.
Şimdi çıktı mı, bilemiyoruz, ama 1980’den bu yana Türk basınından bahsedilen her metinde “Özkök girdi” başlıklı bir bölümün bulunması şart.