Türklerin Küçük Asya’dan sökülerek doğuya sürülmesi, 19. yüzyıl Avrupa devletlerinin ortak amacıydı. Bunu gerçekleştirememelerinin temel nedeni, aralarında bir anlaşmazlık oluştuğunda hemen birinin ya da diğerinin Osmanlıyla işbirliği yapmasıydı. Bu oyuna Çarlık Rusyası da dâhildi. Jöntürkler, 1908’de birçok Avrupa devletinden daha demokratik bir hamleyle Osmanlı coğrafyasına Fransız İhtilali’nin prensiplerini getirdiler. Ancak bu durumun sürdürülebilirliği, eşyanın tabiatı gereği imkânsızdı: Özgürlükçü Jöntürk imgesi, kısa sürede yerini milliyetçi/militarist İttihatçı kimliğine bırakacaktı. O konjonktürde Almanya, İttihatçı rejimle işbirliği yapmaya karar verdi ve 1. Dünya Savaşı’nı tetikledi. İttihatçılar her cephede yenildiler ama sayısı milyonları bulan Ermeni nüfusunu geleceğin Türkiye haritasından kazımak gibi bir milli “başarıya” imza attılar. Dünya üzerindeki insanlığın çoğunluğu buna soykırım diyor. Sonunda, “Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık,” ama bütün göstergeler savaşın sonunda İngilizlerin Kemalistlerle işbirliği yaptığına işaret ediyor. Türkiye Cumhuriyeti, bu işbirliği sonucunda kuruldu. Türkler, Küçük Asya’dan sökülüp doğuya sürülmeyecek ama “medenileşecek,” yani batılılaşacaktı. Kemalizmin Batı’ya (İngiltere’ye) vaadi de tam olarak böyleydi.
Cumhuriyet, o haliyle ilerici bir hamle gibi görünüyordu ama Türk ve Sünni/Müslüman kimliğini dayatan homojen bir nüfus yaratma ihtirası, bu projenin baştan ölü doğmasına neden oluyordu. Ölüler, cumhuriyetçilerden çok, Türklüğü ve Sünniliği reddedenlerden oldu. Şeyh Said İsyanı’nda öldürülen Kürtlerin sayısı, Milli Mücadele ya da Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan Türk-Yunan savaşındaki her iki tarafın da verdiği kayıplardan daha fazlaydı. Dersim Tertelesiyle Alevi Kürt kimliğine yapılan saldırı ise, ancak Ermeni soykırımıyla kıyaslanabilecek bir katliamdı. Böylelikle, cumhuriyet coğrafyasının Kemalist vakanüvis Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle “som bir Müslüman Türklük vatanı” haline getirildiği varsayıldı. “Kılıç artıklarına” yönelik olarak da sistematik pogromlar ve “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyaları yapıldı. Olmadı. Kürt halkı, diğer birçok Müslüman etnisiteden farklı olarak Türk olmayı onuruna yediremedi. Hıristiyanların haritadan silindiği, Musevilerinse yeraltına çekildiği koşullarda, Aleviler 20. yüzyılda inanç değiştirmeye zorlanmanın faşizm anlamına geldiğini kanlarıyla kanıtladılar. Cumhuriyet, topluma ilerici, laik ve demokratik bir zemin yerine despotizme, ırkçı milliyetçiliğe ve örtülü Sünni İslamcılığa boyanmış bir bulamaç sunduğu için iflası kaçınılmazdı.
Bu iflas, modern Türkiye tarihi boyunca Kürt ve Alevi direnişleriyle kıyaslanamayacak ölçüde ılımlı İslamcı itirazlarla da dile getirildi. Rejimin marjinine itilmiş olmasına rağmen, merkezde etkili olabilen Saidi Nursi’den, devletin ‘tepesini’ fethetmiş Adnan Menderes, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal gibi figürlere kadar uzanan bir hegemonya mücadelesi hep var oldu. Sonunda, Recep Tayyip Erdoğan şahsında siyasal İslam Kemalizmi resmen devirdi. Türkiye toplumu, 22 yıldır bu ‘devirim’ koşulları altında yaşamakta.
Erdoğan, Ergenekon/Balyoz davalarıyla Kemalist müesses nizamın çekirdeği olan TSK’nın üzerine yürüdüğünde iç ve dış liberal demokrat çevrelerden büyük destek gördü. 2000’li yılların başında amaç, ülkeyi Avrupa Birliği standartları düzeyine getirmek olarak açıklanmıştı. Jöntürklerin istibdadı deviren 1908 ihtilali yüz yıl sonra adeta tekrar yaşanmaktaydı. Osmanlı azınlıklarının meclise taşınarak eşit yurttaşlık statüsü kazanması gibi, generallerin hapsedilmesini takiben, Kürt halkıyla adil bir barış inisiyatifi gündeme gelmişti. Ancak sonrasında olanlar, Jöntürklükten İttihatçılığa ve Kemalizm’e dönüşme trajedisinin tekrarı oldu. Tayyip Erdoğan, yalnızca ‘Ebedi Şef’ Mustafa Kemal’in değil, ‘Milli Şef’ İsmet İnönü’nün de pratiğini neredeyse birebir tekrarlayarak şahsi iktidarını inşa etti.
Erdoğan’ın ilk döneminde İslamcılık-Kemalizm ilişkisi bir Oedipal isyan olarak okunmaya müsaitti. Burada, çoğu İslamcıda rastlandığı üzere, Atatürk’ün Atalığını da Türklüğünü de sorgulayan, babalık iddiasını reddeden ve babayı daha yüksek bir mevkide, çoğunlukla da Abdülhamid’de arayan isyankâr ergen açıkça görülebiliyordu. Ancak olgunluk dönemi, isyan yerine babayı tekrarlamanın daha verimli sonuçlar getireceğinin idraki anlamına da gelir. Bu geçişi anlamak için teolog/filozof Hans Blumenberg’in reoccupation (yeniden-işgal) kavramına başvurmak aydınlatıcı olabilir. Blumenberg, bu kavramla, yeni bakış açıları ve yeni sorunlarla ilgili belli değerlerin temelden farklı bir dizi ihtiyaç temelinde oluşmuş eskiye ait değerlerin yerini almakta olduklarına işaret eder. Eski değerler, yenilerine kendi taleplerini dayatır ve böylelikle onları deforme ederler. Blumenberg’e göre modern çağlardaki birçok terim ve kavram aslında Orta Çağ’ın farklı formülasyonlarıdır. Söylemin terimleri değişmiş ama teleolojik grameriyle birlikte söylemsel formasyon aynı kalmıştır.
Bu durum, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin pratiklerinde rahatlıkla gözlenebilir. Eski rejimin kurumları, değerleri ve mentalitesi aynen korunurken bunların tanımında radikal içerik değişimi olduğu iddia edilmiştir. Bunun en çarpıcı örneği ‘şapka inkılabı’dır. Başına fes yerine şapka giyen kişinin başka türlü düşüneceği varsayılmıştır. Ama daha derin tartışılması gereken reoccupation, İslam’ın ideolojik evrenden tasfiyesiyle birlikte yerine ne konulduğudur ki 10 Kasım tarihi bu nedenle önemlidir. “Yüce Tanrı’yla müsavi” tutulması önerilen, “Türklüğe Allah olan” (Edip Ayel), bir başka şaire “Göreceksin kalbimin üstünde Putun” (F.N. Çamlıbel) dedirten şahıs, bu dizeler yazıldığı ve heykelleri her ilin merkezine dikildiği esnada hayattadır. Osmanlı’nın İslam’la iç içe geçmiş hakikat rejimi yıkıldığında doğan boşluğun bir milli kutsal mit ile doldurulmasına çalışılmıştır. O mitolojik şahıs halen Anıtkabir’de yatmaktadır ve her 10 Kasım’da anılmaktadır.
21. yüzyılda Tayyip Erdoğan, Blumenberg’in tezini kanıtlarcasına bu milli kutsal mitin yerine kendisini koyma savaşı içindedir. Can Yücel, 1980’li yılların başlarında benzer hevesler içine giren Kenan Evren’i, Yazko Somut dergisinde, “Kabaramazsın Kel Fatma / Atam güzel sen çirkin” dizeleriyle rezil ettiğinde, cumhurbaşkanına hakaret suçundan hapisle cezalandırılmıştı.
Cumhuriyet, topluma ilerici, laik ve demokratik bir zemin yerine despotizme, ırkçı milliyetçiliğe ve örtülü Sünni İslamcılığa boyanmış bir bulamaç sunmakla malul olduğu için iflası kaçınılmazdı. İslamcı ve Osmanlıcı referanslı İkinci cumhuriyet de ırkçı milliyetçilik, Sünni İslamcılık ve despotizm renkleriyle aynı bulamacı tekrarlamanın ötesine geçememektedir. Tarih tekerrürden ibarettir. Çünkü ne yazık ki tarihten gerekli dersler alınamamıştır.