Ergin YILDIZOĞLU yazdı – Solun direnişi ve askeri rejimin tüm bu özeliklerinden dolayı, faşizm 1980’lerde “acil ve güncel” tehlike olmaktan çıktı. Ancak, aynı dönemde devreye giren, neoliberalizm ve post modernizm simbiyoz ilişkisi çoktan “süreç olarak faşizmin” mikroplarını beslemeye başlamıştı.
Yaklaşık 40 Yıl önce bugünlerde 24 Ocak kararları, Türkiye ekonomik coğrafyasını, bu ekonomiyi yeniden üreten hukuki siyasi kurumları, duyarlılıkları (öznellikleri ve egemen kültürü) uluslararası sermayenin serbestçe kullanımına uygun biçimde yeniden şekillendirmeye başladı. Diğer bir deyişle, ABD hegemonyası altında devreye giren ve genelleşmeye başlayan neoliberal kriz yönetim modeline Türkiye de ekleniyordu.
Neoliberalizm yalnızca bir ekonomik önlemler paketi değildir. Bir yapısal yıkım ve yeniden şekillendirme, mekan düzenleme modelidir; bu nedenle yerleşmesi de insanların öznelliklerini, toplumdaki yerleşik bölüşüm ilişkilerini, sınıflar arası ittifakları etkiler, egemen duyarlılıkları ve öznellik biçimlerini yıkarak yeniden yapılandırır. Tüm bunlar simgesel, fiziki ve yapısal şiddet uygulamaları, entelijensiyanın bu şiddet biçimlerini kabul edilebilir kılan aktif katkıları olmadan gerçekleşemez. Öyleyse entelijensiyanın, bu işlevi yerine getirmesine olanak verecek yeni bir “düşünsel harita” da gerekecektir.
1970’lerin sonuna 1980’lerin başına bakınca, bu yeni “düşünsel harita”nın, 1968-72 döneminde yükselen devrimci dalga geri çekilirken, yükselmeye başlayan post-modernizmin katkısıyla çoktan şekillenmiş olduğunu görüyoruz. Neo-liberalizm ve post modernizm, aşağıda değineceğim gibi birçok felsefi ekonomik savı paylaşan simbiyoz bir ilişki içinde birlikte yükseldiler.
Bu simbiyoz ilişki, neoliberal model ve post-modern “düşünsel harita”, yapısal özellikleri gereği, “süreç olarak faşizm”([1]) “mikrobunu” da taşıyor ve besliyordu. Daha sonra, 2000’li yıllarda, kapitalizmin iç çelişkilerinin, ancak belli bir süre ötelenebilen kriz eğilimlerinin basıncıyla, bu simbiyoz ilişki dağılmaya başladığında “süreç olarak faşizm” mikrobu adeta aktif hale geçerek, küresel çapta siyaset ve kültür dünyasında, patolojik biçimler sergilemeye başlayacaktı.
24 Ocak’dan iki gün sonra, 26 Ocak 1980’de zam yağmuru
1970’lere farklı bir bakış
Türkiye’ye geri dönersek, neoliberalizm-post modernizm ikilisinin yerleşmesi, sol hareketin 1970’ler deneyiminin çok “özel” bir yorumunun üzerinde gerçekleşti. Bu yorum, içinde gerçeklikten parçalar bulunmakla birlikte tamamen yanıltıcıydı, bu anlamda ideolojikti.
Bu ideolojik yoruma göre ‘Sol hareket 1970’lerde izlediği birçok yanlış politikanın sonucunda, toplumda büyük bir kargaşa yaratmış, yenilmiş ve askeri diktatörlüğe zemin hazırlamıştı’. Yine bu yoruma göre Sol hareketin 1970’lerdeki savları, örgütlenme biçimleri ve çalışma tarzı (özellikle şiddet içeren direniş biçimleri) unutulmalı, disiplinli örgüt yapılarının aksine yeni demokratik ve özgürleştirici biçimler benimsenmeliydi.
Evet, sol hareketin 1970’lerde teorik ve pratik alanda kimi yanlışlar yaptığı doğrudur. Askeri diktatörlüğe ‘zemin hazırladığı’ da. Ancak bu iki “gerçek”, ideolojik yorum içinde sunulandan çok farklıdır. Solun ideolojik ve pratik alanda yaptığı kimi yanlışlar bu yazının konusu değildir ama, disiplinli örgütler ve şiddet de içeren anti-faşist direniş biçimleri bu bağlamda değerlendirilemez.
Diğer taraftan, sol hareketin askeri diktatörlüğe ‘zemin yarattığına ilişkin’ savın, konumuz açısından radikal biçimde düzeltilmesi gerekir: Askeri diktatörlük, sol hareketin başarısızlığının değil, aksine genel olarak solun, özel olarak, Dev-Yol, Kurtuluş, Halkın kurtuluşu gibi gerçek kitlesel tabana sahip hareketlerin (sosyalistlerin kitlelerden kopuk olduğu liberalizmin ve liberal solun uydurduğu, liberal demokrasiyi ve sol içinde demokratizmi besleyen bir yalandır. Sol açısından sorun, kitlelerle kurduğu bağların biçimine ilişkindi, bu da bu yazının konusu değil) faşizme karşı 1970’ler boyunca canı pahasına büyük özverilerle sürdürdüğü “mevzi savaşlarının” başarısının bir sonucudur.
Faşist hareket, düzen kurma ve devlet yönetme konusunda egemen sınıfa güven vermeyi başardığı noktada iktidara gelme şansını yakalamaya başlar. Komünist-sosyalist hareketin, henüz kapitalist sınıfı devirebilecek bir güce erişmediği, ancak anti-faşist bir mücadeleyle (burjuva entelijensiyanın diliyle sağ-sol çatışması) topyekûn ve yıkıcı bir iş savaş olasılığını tetikleyebileceği bir konjonktürde, egemen sınıf, esas olarak toplumun molozlarından oluşan, kaprislerinin nelere yol açacağı belirsiz, çoğu kez megaloman psikopat entelektüellerin yönetimindeki bir faşist harekete iktidarı teslim etmek istemeyecek, düzeni restore etmek ve kriz programını uygulamak için başka seçenekleri düşünecektir. Örneğin, askeri diktatörlükle düzen kurmayı denemek, egemen sınıf açısından, tercih edilir bir seçenek olarak ortaya çıkabilir.
İşte sol hareketin ilk bakışta paradoksal başarısı da bu bağlamda ortaya çıkmıştır. Sol hareketin anti-faşist direnişi, faşist hareketi egemen sınıf açısından, güvenilmez ve çok riskli bir seçenek durumuna hapsetti. Bu faşist hareketi bir seçenek olmaktan çıkaran bir başarıydı. Bu başarı, 24 Ocak kararlarını bir an evvel uygulamaya koymak için sabırsızlanan egemen sınıf ve uluslararası sermaye açısından bir askeri diktatörlüğü, hem faşist harekete hem de sol harekete (doğal olarak çok daha ağır darbelerle) vuracak, düzen getirebilecek ve topluma tarafsız bir aktör olarak sunulabilecek bir seçenek durumuna yükseltti.
Askeri diktatörlüğün, egemen sınıflar açısından başka avantajları da vardı: Egemen sınıf bu rejimi, özellikle ekonomik programı (örneğin 24 Ocak kararları) söz konusu olduğunda, kendi verdiği kadrolarla yönlendirme şansına sahipti. İkincisi, bu geçici ve toplumda derin kökler salmayan, kendisi için özgün bir ekonomik programa gereksinim duymayan bir “devlet sınıfına” dayalı bir rejimdi. Bu rejim belli ekonomik, siyasi, kurumsal yeniden yapılandırmaları gerçekleştirdikten sonra yerini, egemen sınıfın geleneksel ama, şimdi yeniden şekillenmiş partilerine bırakabilirdi. Kısacası askeri rejimin toplumsal mühendislik projesi, faşist hareketin, ırkçı soykırımcı, içinde “sınıflar üstü” korporatist fantezileri de içeren toplumsal mühendislik projesinin aksine, egemen sınıfın toplumsal mühendislik projesi tarafından yakından denetlenebilirdi.
Solun direnişi ve askeri rejimin tüm bu özeliklerinden dolayı, faşizm 1980’lerde “acil ve güncel” tehlike olmaktan çıktı. Ancak, aynı dönemde devreye giren, neoliberalizm ve post modernizm simbiyoz ilişkisi çoktan “süreç olarak faşizmin” mikroplarını beslemeye başlamıştı.
Neoliberalizmin bir kriz yönetim modeli olarak, önce 1997-2000 arasında Tayland, Malezya, Endonezya, Türkiye ve Meksika gibi ülkelerde, 2007/8 mali krizinde de küresel çapta tükenmesiyle ve post modernizmin iflasıyla birlikte “süreç olarak faşizm” mikrobu dünyanın birçok ülkesinde ve de Türkiye’de ırkçı dinci patolojik biçimler sergileyerek ortaya çıkmaya ve “süreç olarak faşizm” yeniden ve hızlanarak gelişmeye başladı.
16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamının ardından yapılan büyük protesto gösterisi
Neo-liberalizm ve post-modernizm
Neoliberalizm ile post-modernizm arasındaki simbiyoz ilişki, bu iki akım tükenirken çözülme sürecine girdi. Bu ekonomik kültürel yıkıntının üzerinde, daha radikal bir biçimde Aydınlanma, Modernite karşıtı Yeni Muhafazakarlık ve “gerici aşiretçilik” olarak betimleyebileceğimiz kültürel, siyasi eğilimler gelişmeye başladı. Gerek genelde “süreç olarak faşizm” gerekse özel olarak, bunun Türkiye’deki örneği, Siyasal İslam’ın AKP rejimi işte bu yeni muhafazakarlık ve “gerici aşiretçilik” dalgası içinde geliştiler.
Neoliberalizm ve post-modernizm tek tek çok tartışılmış, artık sınırları iyice belirlenmiş iki konudur ama, ender olarak birlikte anılırlar. Bu yazıda, bu iki akımın çok bilinen özelliklerini anımsatmak yerine bunların, konumuz açısından özellikle önemli bulduğum dört kesişme/ simbiyoz ilişki noktası üzerinde duracağım.
(1) Neoliberalizm, üretim ve emek alanlarını yok sayarak, yalnızca piyasa ile ilgilenir. Post-modernizm, üretim değil tüketim alanı, “yaşam tarzı” üzerinde yoğunlaşır, toplumu, maddi ve yapısal belirlenmelerden bağımsız, her şeyi kapsayan bir kültürel yüzeye indirger.
(2) Neoliberalizm, 1920-30 krizinin derslerini görmezden gelerek, krizin piyasanın aksaklıklarından değil, devletin, piyasaya müdahalesinden kaynaklandığını savunur. Böylece ekonomi-siyaset diyalektiğini tepetakla eder, devleti toplumdaki sınıflar matrisinden, iktidar ilişkilerinden bağımsız bir aktör düzeyine yükseltir. Post-modernizm de devleti sınıflar mücadelesinin, özgün tarihsel arka planın, ekonomik zeminin belirleyici etkilerinden soyutlayarak, bağımsız bir aktör olarak düşünür (devlet şunu yaptı bunu yaptı…) ve salt şiddet araçlarına indirger. Buna paralel olarak, evrensel vatandaşlık ilkesini, homojenleştirici, farkları bastırıcı bir etken olarak görür, onun yerine etnik, dinsel, cinsel farklılıklardan kaynaklanan kimlikleri, bedenleri ve kültürleri, piyasa ilişkilerinin dışında yeni bir birleştirici evrensellik sunmadan öne çıkarır.
(3) Neoliberalizm, piyasanın müdahale edilemeyecek kadar karmaşık olduğunu iddia ederken, piyasa dışında, bireysel çıkardan farklı bir toplumsal çıkar (kamu alanı) olduğunu reddeder. Neo-liberalizm, piyasa ilişkisi dışında bir “hakikat”, geçerli bir referans noktası sunamaz. Post-modernizm, dünyanın bütünsel olarak kavranamayacak kadar karmaşık olduğunu savunur, Aydınlanma ve Modernite geleneğine karşı çıkarken, bilimin epistemolojik olarak ayrıcalıklı konumunu yadsır, böylece, dini söylemler, kültürel fanteziler bilimle aynı düzeye yükselirler. “Hakikat” ise aslında perspektife bağlıdır, görelidir; bir evrensel referans noktası sunamaz.
(4) Neoliberalizm, küresel serbest piyasa projesini tarihin sonu olarak görür. Post-modernizm, Modernitenin toplumsal ilerleme, gelişme mantığını (insanın kendi yaşam dünyasını yeniden yapabileceğini) yadsır ve kapitalizmin ufkunu aşma çabalarını, totaliter projeler olarak mahkum eder; bu yaklaşım kaçınılmaz olarak, kapitalizmin, tarihin son üretim tarzı olduğu sonucuna ulaşır
Aydınlanma sürecinde, kapitalizm vatandaşlık kavramı aracılığıyla, etnik, dinsel, yerel kimlikleri aşarak, karmaşık, kapsayıcı bir evrensellik inşa etmişti. Post-modernizmin ve neoliberalizmin saldırıları altında bu evrensellik çözülmeye başladı. Neoliberalizmin elinde, toplumsal dayanışma mekanizmaları çözülürken, ekonomik kriz belirsizliği, geleceğe güvensizliği arttırırken, bireyler modernite öncesinde olduğu gibi, daha bildik, daha, doğrudan daha yakın, ama “ötekini”, farklı olanı dışlayan, “aşiret” tarzı yerel kimliklere sığınmaya başladılar.
Türkiye özelinde Siyasal İslam’ın partisi AKP’nin rejimi, devletin merkezi yapısını, kamu alanını dolayısıyla vatandaşlık kurumunun temellerini zayıflatmaya yönelik idari düzenlemelerle (bunları demokratikleşme olarak meşrulaştıran liberal /postmodern entelijensiyayı unutmadan) dini cemaatlerin taleplerine, “aşiret refleksine” verdiği önceliklerle, işte bu, yukarıda işaret ettiğim dağılma sürecinin içinde ve onun bir ürünü olarak şekillendi. Ancak bu sürecin bir boyutu daha var, o da neoliberalizm ve şiddet ilişkisi.
Post-modernizm kapitalizmin ufkunu aşma çabalarını totaliter projeler olarak mahkum eder
Neo-liberalizm ve şiddet
Dünyada, ilk doğduğu coğrafyalarda, 1950’lerden sonra gündemden çıkan faşizm, neoliberalizm ile post-modernizm arasındaki simbiyoz ilişki içinde, özellikle neoliberalizmin şiddet üreten özelliklerinden beslenerek 1980’lerden itibaren yeniden bir olasılık olarak şekillenmeye başladı.
“Şiddet”i üç kategoride düşünebiliriz. Birincisi fiziki şiddet: Bireyle birey arasında, devletle ya da bir örgütle birey arasında bedene zarar vermeye ilişkin şiddet. İkincisi fiziki darbe, yaralama vb. etkiler yaratmayan ancak bireyin kendini ifade etme araçlarının, dahası kimliğinin önemli bir tutkalı olarak özgüveni yok etmeyi amaçlayan pratiklerin simgesel şiddeti: Bazı kavramların konuşulabilenin sınırlarının dışına çıkarılması, kimi grupların aşağılanması, dillerinin bastırılması, bireyin devlet ya da bir grup karşısında değersizleştirilmesi gibi. Bir de bir aktör olarak uygulayıcısı doğrudan saptanamayan, ekonomik siyasi sistemin olağan işleyişinden kaynaklanan bir “yapısal şiddet” kategorisinden söz etmek gerekir.
Yapısal şiddete günümüzden, şöyle bir örnek verebiliriz: Neoliberal dönemde, birey, bir taraftan iş güvenliğini kaybederken, diğer taraftan hazlara dayalı tüketime teşvik edilir, bu ilişkiyi kredi mekanizmasıyla (gelecekteki gelirlerini şimdiden harcayarak) sürdürmeye zorlanır. İş güvenliği olmayan ancak mutluluğunu tüketim kapasitesine bağlayan birey, bir taraftan sürekli borçlanırken, diğer taraftan işini kaybetme durumunda içine düşeceği krizin korkusunu günbegün yaşar. Bu korku, bir taraftan onun sisteme direncini azaltır, teslim olma eğilimini güçlendirir, diğer taraftan, bu korku günlük, biteviye tekrarlanan küçük travmaları besler. Boşuna mı, neoliberalizm altında depresyon iş hastalıkları listesinde 1. sıraya oturmuştur.
İkili-kriz ve kimlik krizi
Neoliberalizmin ve post-modernizmin ortak krizleri başlayınca, aralarındaki simbiyoz ilişki dağılınca, bu ilişki altında şekillenmiş öznelliklerin “bilişsel haritaları” da dağılmaya, toplumsal “kimlik krizleri” şekillenmeye, “süreç olarak faşizm” de işte bu ortamda hızla gelişmeye başladı.
Örneğin;
- Hakikatin yerini, piyasa ilişkileri olarak algılayan bir “bilişsel harita”, piyasa ilişkisi krize girince, vaat ettiklerini yerine getirmeyeceği ortaya çıkınca dağılmaya başlayacak; yeni hakikat arayışları, bir taraftan, piyasanın eleştirisinden hareketle hakikati kapitalizmin ufkunun ötesinde aramaya, bu arayış yeterince güçlü ve inandırıcı seçenekler yaratamazsa, bu kez çok daha doğrudan algılanabilen ırk, din farklılıkları üzerinden sunulan “hakikat” iddialarını benimsemeye yönelecektir.
- Neoliberalizmin piyasa ile demokrasi arasında kurduğu özdeşlik, piyasanın krize girmesiyle kopacak, liberal demokrasi çekiciliğini kaybederken, demokrasi talebi yerini, güçlü ve koruyucu, yönetici seçkinlere haddini bildirecek, yeni bir “özdeşleşme nesnesi” olarak yüce lideri / mesih arzusunu gündeme getirecektir.
- Neoliberalizm, toplumsal dayanışma ağlarını, refah devletini parçaladı, tüketim gücü sermaye ilişkisini taşımaya yetmeyen yoksulları, yaşlıları, göçmenleri, hatta gençleri, “nüfus fazlası” olarak “geride bıraktı”. Yapısal şiddet ve simgesel şiddet bu kesimlerin üzerinde yoğunlaştı. Bu ortamda, ya neoliberalizmin ve post-modernizmin krizi içinde, bu kesimleri kapitalizmin şiddetinden kurtarmayı amaçlayan bir temsil ilişkisi ve bir direniş merkezi şekillenecek, ya da bu kesimleri sorunların kaynağı olarak görecek yeni faşist hareketler, bu şiddet mekanizmalarını devralmaya başlayacaktır.
- Neo liberalizm, “biyopolitiğin” nüfus yönetme ve hayatı düzenleme, refah devleti, kısmını tasfiye etti. Bu “biyopolitiğin”, “disiplin ve cezalandırma rejiminin” yerini de giderek, teknolojik araçlarla yaşam üzerinde veri madenciliği yapılan, yaşam bilgileri metalaştıran, uzmanlar tarafından sürekli sayılan, tasnif eden, maniple edilen, artık kendi refahından kendisi sorumlu, emek piyasasında kalabilmek için sürekli kendi kendini yenilemek zorunda hisseden, böylece kendi kendini denetleyen ve sürekli yetersiz kaldığına ilişkin bir suçluluk ve korkuyla yaşayan bireylerin “kontrol toplumu” almaya başladı. Neoliberalizmin ve post-modernizmin krizi bu kendi kendini suçlayan, korku içinde yaşayan bireylerin korku ve nefretlerine yeni nesneler aramasına yol açtı. Bu korku ve nefretin, kapitalizme ve egemen sınıflara bir anlamda “büyük Ötekiye” yönlendirilemediği durumlarda, kapitalizmi yöneten seçkinleri, uzmanları sorumlu tutmakla sınırlı kalacak, uzman nefretinden hareketle cehaleti yüceltmeye başlayacak, buradan da, somut “küçük ötekileri”, ırk, cins ve inanç olarak farklı olanı suçlayan paranoyak ve şizofren açıklamalara yönelecektir.
Özetle, neoliberal / postmodern simbiyoz ilişkisi dağılırken bir taraftan kapitalizmi aşmaya, diğer taraftan “süreç olarak faşizmi” desteklemeye uygun bir toplumsal enerji ve kimlikler şekillenmeye başlayacaktır.
24 Ocak ve “süreç olarak faşizm”
Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla, buna eklenen askeri diktatörlükle, 1950’lerden itibaren kurulmuş, çevre Fordizm’i (ulusal – kalkınmacı) ekonomik modelin kurumları ve öznellikleri, yukarıda değindiğim şiddet biçimleriyle yıkıldılar, parçalandılar. Bunların yerlerini, neoliberalizm-post-modernizm simbiyoz ilişkisi altında yeniden şekillenen kurumlar, ideolojik yapıntılar ve haz vadeden mallara, bedenlere, vatandaşlığın soyut evrenselliği yerine, “öteki” korkusunu ve hatta nefretini de içeren somut evrenselliklere sarılan, odaklaşan öznellikler şekillenmeye başladı. Bu şekillenmenin arka planında da, kır ve kent sınıfları arasındaki yerleşik bölüşüm ilişkilerinin alt üst olması, Türkiye egemen sınıflarının, Kürt coğrafyasının yerel mülk sahibi sınıflarıyla yerleşik ilişki biçimlerinin yıkılması vardı.
Bu iki vektörden birincisi, Siyasal İslam’ın çekim alanına girecek olan toplumsal öfke ve enerjiyi üretirken, ikincisi, Kürt siyasi hareketini besleyecek entelijensiyayı ve toplumsal enerjiyi üretecekti.
Askeri diktatörlük ve neoliberalizm, yalnızca bir ekonomik modeli değil bir toplumsal sınıflar matrisini de parçalamış, yeni toplumsal şekillenmelerin, “süreç olarak faşizmin” serbestçe gelişmesinin de de önünü açmıştı.
Bu noktada liberal entelijensiyanın hem Siyasal İslam’ın toplumda meşruiyet kazanmasına, dolayısıyla “süreç olarak faşizmin” özgün bir dinci biçiminin gelişmeye başlamasına büyük bir katkı yaptığını hem de Kürt siyasi hareketinin ve Türkiye’de sol hareketin gelişme dinamiklerini post-modern savlarla çarpıtan, “süreç olarak dinci ırkçı faşizmin” gelişmesine karşı direnişi sabote eden zehirli bir işlev üstlendiğini de not etmek ve anti faşist mücadele bağlamında asla unutmamak gerekir.
[1] “Süreç olarak faşizm” kavramı, faşizmi bir “şey” olarak düşünmez. Bu kavram, faşist ideolojiyi, faşist entelijensiyanın etkinliklerini, faşist hareketi ve partiyi, faşist devleti, farklı parçaları değişik ve değişken hızlarda, değişken kronolojik sıralarda gelişebilen bir “faşistleşme” sürecinin parçaları olarak değerlendirir. Daha geniş bilgi için Bkz: Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, II. Baskı, Eylül 2020