NURULLAH YILDIZ
Toplumlu sınıflara geçeli, insanlık çeşitli yönetim biçimleri altına alına geldi. Her yeni toplumsal varoluş yahut yok oluş sürecine “devrim” desek de, bazen tarihi ve coğrafik koşulların dayatısı da hakim oldu. Yasaların Ruhu eserinde ünlü Fransız hukukçu Montesquieu devlet yönetimini ve denetimini kademelere ayırsa da, aslında laik olmayan önerilerde de bulunmuştu. Laik olmayan diyoruz, zira laik toplumlar için güçler ayrımı yönetimin omurgası mahiyetindedir. Aslında çeşitli mutlakıyetlerde de yasama, yürütme, yargı mekanizmalarının ayrıldıkları görüldü. İngiltere monarşisi bunu çok öncelerden başarabilmişti.
Günümüzde hemen hemen her toplum demokratik yönetim biçimleri üzerinde tartışır ve bunun üzerine söz söyler. Yönetimler baskıcı dahi olsalar, demokrasi hep ağızlarında yer alır. Demokratia, Yunanda her ne kadar eşitlik ilkesini de dayansa, aslında eşitlerin kendi arasında eşit olmasının tahayyülüdür. Ülkemizde de demokrasi, simultane çevirmenler tarafından kulaktan doğma, mot-amot şekliyle alınmış, çevrilirken kelimenin etimolojik boyutu incelenmeden, doğrudan Türkçeye kazandırılmıştır. Getirdiği zorlamalar, dayatmalar ve anlayış biçimi, çeviri esnasında matbaaya giderken düşmüş olsa gerek. Öyle ya, seçim beyannamesinde verilen sözler yazılı metne işlenmediğinde ilk söylenen budur. Biz de buna sadık kalalım.
Faşizmin partileşme süreçlerinin altında yatan demokratik söylem, yine, bir kimliğin kendi içinde eşit olması temeline dayanıyordu. Üstün ırk olanlar daima kendi içlerinde eşit olmalılardır. Bu da bir demokrasi anlayışı olarak savunulmuştur. Bu bir gerçek. Fakat gerçekmiş gibi görünen, hiçbir zaman gerçek olmasını istemeyeceğimiz bir şey var ki; o da demokrasiyi Başkanlık, Yarı Başkanlık, Kabine gibi yönetim zeminlerinde arıyor oluşumuz. Bizler kandırıldıkça sevinen ve kandırıldığını fark edince de tüh diyebilen ecdadın torunları olduğumuz için, Hükümetler değişirken, Başbakanın ağzından demokratik söylemler bekleriz. Öyle de olur. Seçim süreçleri hep ılıman geçer. En azından başlangıçta öyledir. Naralar küfre, anca anket sonuçlarından sonra döner. O günlerden geçiyoruz. Küfür, kavga kıyamet. Her yer ateş hattı. “Oyunuza sahip çıkın! Tehditle oy alıyorlar! Oy namustur! Yeni, yeni, yeni!” Alanlarda yalnızca “yeniye öykünme” ve “geçmişe sünger çekme” palavraları dönüyor.
Peki ama neden? Neden hiçbiri çıkıp gerçekleri anlatmıyor. Anlatanlar da var. Yadsımayalım. Fakat yazımızın esas amacı bir yere oy devşirmek değil. Fakat aslolan gerçek şu ki, o da bunlar ne siyasetten, ne muhalefetten, ne de “yeniden” anlıyorlar. Bunların anladığı, yazımızın minvalinde de görüldüğü gibi oyalama. Bu yazı da birkaç dakikanızı sizden çalmak adına kaleme alınmış bir yazı. Öyle ya, başlığı “Başbakan nasıl olunur” diye karalanan bir yazı da, bu konu neredeyse hiç dikkate alınmadı, öylece sıkılan palavralarla okuyucu oyalanıyor. Böyle düşünebilirsiniz. Fakat az kaldı. Orta Doğulu olmasa da, oralardan duygusunu almış, Batıdan edebiyat devşirmiş, Bilim hiç memleketine uğramamış bir coğrafyadan söz ederken, illaki böyle yapılır. Önce biraz yalan, biraz oyalama, işte Başbakan da böyle olunur.
Sözü edilen coğrafyada, yüz yılı aşkın süredir laik, demokratik, hukuk devleti varlığından söz ediliyor. Pek detaylı inceleme şansı bulamamamız, şuanki iktidar anlayışının yabancılara yaklaşımıyla ilgili. Sevmiyorlar. 3. Reich dönemi gibi sayılmaz ya da Mussolini çağı gibi de değil. Ama onlarla kadeh kaldırabilir, onlarla tavla atabilir. Gidişat o istikamet nihayetinde. Bu ülkede, tek partili dönem kapanmış ve seçimler berrak yapılmaya başlanmış. Yalnız bu ülkenin başına öyle bir bela musallat olmuş ki, veba desen değil, çiçeğe benzemez, erozyon misali bir bela. Ağaçlar yerlerinden sökülmüş, yerine Saraylar yapılmış. Dereler kurutulmuş, Oteller yapılmış. Üç tarafı denizle çevrili bu yarım ada misali ülkede, nükleere AK denmiş, lakin geleceği kapkara. Enerji lazım demişler, bozuk iş makineleriyle Hidro santraller kurulmuş. Çay yok diye, çay eken köylüyü göçe zorlamışlar. Tütün, şairlerin dizelerinde “kız saçı demiş zeybekler” olarak geçse de, ithal edilmeye başlanmış. Pamuk, tüm büyük yazarların kitaplarında yer almasına rağmen, değersiz olmuş. Olmuş, olmuş, olmuş… Yangından mallar kaçırılmış, yedi cücelerden biri Başbakan olmuş.
Bu bahsimiz olan ülke, tabii gerçeğe dönersek, hiçbir zaman belini doğrultamamış. O nedenle, esas konu can yaktığı için girizgâha masalsı başladık. Gerçeklere başlıyoruz. Bahsettiğimiz ülke, 75 milyona yakın nüfusu olan, zenginiyle fakiriyle, sevmeyi, sevilmeyi, özlemeyi, dert etmeyi, dayanışmayı bilen bir ülkedir. Zaman zaman tek tarflı, tarafın hangisi olduğunun önemi yok, saldırı biçimleri öldürmeye varan şiddet eylemlerine dönüşse de, orada yaşayan halkın damarlarında ve kökenlerinde zulme karşı başkaldırı hâkimdir. Hem de bunu ne Fransız Anayasasına bağlar, ne Magna Carta’ya. Ulusun Zulme Karşı Direnme Hakkı, bu halkın bağrında halk için ölen evlatların dilinde bir şiardır. 3 gencini direnme uğruna darağacına yollayan bu toplum, nicelerini dili, inancı, cinsi gibi nedenlerle toprağa gözleri yaşarmadan koymasını bilmiştir. Bu halkın kökenleri,” direnmeye” sımsıkı bağlıdır.
Belki de bu nedenlerle, büyük sermayedarlar, bu halkın başına bir ceberut musallat etmişler. Kendisi UZUN, selefi onun yarısı denecek kadar KISAdır. Aslında ortada kocaman bir ironi vardır. UZUN, boyundan büyük işlere kalkışmamış, yalnızca boyu kadarını çalabilmiştir. O nedenle kitleler, “Dik dur eğilme” – zira eğilirse cepleri boşalacak- diye bağırmışlardır. Selefi bizim derdimiz. Halefini bilen bilir. Hep ağzında bir HALEP. Her yerde gözü, uzun eli, maşası alevli. UZUN o. Kısası bir garip tarihsel süreçlerden geçmiş. Her işe elini atmamış o. Yaptığı işi düzgün yapmış. Emir kulu ne de olsa. Her söyleneni yapmış. Kendi başına yapabildiği pek bir şey olmaması, boyuyla doğru orantılı. Fakat -bunu tırnağın içine almaya gerek yok, doğrudan bilimsel yazalım, çünkü onların bilimselliğini yeriyoruz- bilimsel anlamda epey çalışmaları var. Başbakan olmasına neden olan bir gerekçe midir bu? Tabii ki hayır. Peki nasıl Başbakan olunur? O nasıl Başbakan olabildi?
Başbakan olabilmek için, öncelikli olarak yaşadığınız toplumun tam orta yerinde zehirli sarmaşıklar açmalı. Fakir iyice fakirleşmeli, yapılan nakdi ve gıda yardımlarına tamah etmeli, biat en önemli zorlama olmalı. Zengin kasasını ölenlerin kanlarıyla doldurabilmeli. Yalan politik argümanlar içerisinde yer alırken, avant-garde pozisyondakilerin adları kirli işlere bulaşmalı. Peki ülkede yaygın konuşulan dili iyi konuşabilmek gerekiyor mu? Hayır! Hitabet önemli mi? Hayır! Kitle sizi dinlemiyor, kaç torba makarna, kaç kilo şeker! Siyasete atıldığınız zemin içerisinde, taaa derinlerden kopan inanç sapkınlığı olmalı. Bunu herhangi bir inancı aşağılamak için değil, her inancın aşağılanmasına karşı olduğumuz için belirtiyoruz, yani “makara kukara”ya gönderme adına yazıyoruz. Zemin olarak seçiminiz çok önemli. Güçlünün yanında, boyunuza posunuza bakmadan yer almalısınız. Onlar güçlendikçe, yani çaldıkça, yalana battıkça siz diplerde kalmalısınız. Onlar uzadıkça, siz kısa kalmalısınız. Pek dikkat çekmeden, usulca sokulmalısınız. Onlar yalan, siz doğru olmalısınız. UZUN-kısa ironisi işte burada devreye girecektir. Uzun, her yanı balçık iken, siz toplumun baktığı yerden göremeyeceği bir mesafeye eşit olmalısınız, baya kısa kalmalısınız. Sizi görmek için bazen eğilmek gerekmeli. Siz ancak böyle olursanız şansınız yaver gidecektir. Peki, bu güçlü oluşumun içinde nasıl şans size gülecek? En basit soru bu oldu: Eğer daha az çalmış, daha az yalana karışmış, kısa ve telaffuzunuz zayıfsa, işte artık Başbakansınız. Peki neden? Çünkü siz kısa olacaksınız ki, toplum UZUN’a dönüşü bir amaç olarak koysun önüne. Başbakan oldunuz. Fakat şunu belirtelim ki, hiçbir şey olamadınız. Yazık, tam siz Başbakan olmuştunuz ki, sözü edilen ülke kabuk değiştirme kararı almak üzere. Ya Başkanlık, Ya Başbakanlık. Sanırım sizin Başbakan kalabilmeniz için, daha az miting yapmanız ve sizden beklenen milletvekili sayısına ulaşmamanız gerekir. Aksi takdirde, sonunuz toplumun sonuyla aynıdır. Yok oluş. Ya da DİRENİŞ!