Korkut AKIN yazdı: Emrah Cilasun, “Mustafa Suphi ve yoldaşları Ankara’ya ulaşsalardı, Mustafa Kemal ile konuşup egemen gücün kurdurduğu ‘komünist partiye katılıp bakanlık koltuğuna oturacaklar mıydı?” sorusunu da irdeliyor.
Derler ki, Karadeniz, 28 Ocak’ta
bağrına gömülen 15’lerden sonra hırçınlaştı,
haksızlığı ve katliamı gördükten,
çözümsüz kaldıktan sonra…
Yakın tarihi bilmezseniz bırakın uzak geleceği, yarını bile net göremezsiniz. Her ne kadar değişim diyalektiğin temel kuralı ise de, geleceğe bakarken neyin nerede, ne kadar ve niye değiştiğini bilirseniz karşınıza çıkabilecek etkenleri saptayıp ona göre rotanızı çizebilirsiniz.
Fransız İhtilali ile başlayan ulusal düşüncenin hızla yükselişi, doğaldır ki kapitalizmin de işine gelmiş ve “yeni pazarlar” nedeniyle desteklenmiştir. Bunun karşısında, yine aynı dönemde başlayan Marksçı düşünce de aynı amaçlıdır, ama birbiriyle benzeşikmiş gibi gözüken bu iki amaç aslında birbirinin tam tersidir. Komünist Manifesto’da yer alan “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır” ifade bütün ülkelerde işçi sınıfının şiarı olmuştur. Bu düş ve düşünce, her ne kadar 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Kurtuluş Savaşı veriyor olsa da Anadolu’da da taraftar bulmakta, her geçen gün sayıları hızla çoğalmaktadır.
Benim komünizmim iyidir
Ankara’da yeni kurulu hükümet, buna karşı bir önlem almalıdır. Yapılacak en kolay şey “olacaksa benim komünizmim olmalı” mantığıdır ve komünistler partileşmeden bağımlı bir komünist parti kurdurmaktır. Mustafa Kemal’in emriyle bir parti hemen kurulur. Aynı günlerde Bakü’de, Sovyetler Birliği’nde kurulan “hakiki” Türkiye Komünist Partisi, hem çalışmalarını sürdürmek hem de hükümete, buna da bağlı olarak Mustafa Kemal’e desteğini belirtmek için Ankara’ya gelmek ister.
TKP Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi ve 17 arkadaşı yola çıkar. İşte asıl hareketlilik de öyle başlar.
Belgeler ışığında…
Yakın geçmişin önemini vurgulayan, ayrıntılarını gün ışığına çıkarmak için çalışan ve bu nedenle de birçok kitap çalışması yapan siyasal tarihçi ve belgeselci Emrah Cilasun, “Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü” sorusunu ayrıntılı irdeliyor ve yanıtını da buluyor. Yanıtını bulmaktan söz etmemin nedeni hem belge eksikliği hem de bu konuda belgeye dayanmayan yazılanların kafa karışıklığı yaratması. Zaten kişiden çok mantık, ideolojik yaklaşım soruluyor, bu soruda.
Cilasun, (saray, ulema ve feodal beylere karşı dinin reformcu boyutlarını savunarak -ama yine de dine sarılarak- başkaldıran) Hallacı Mansur, Şeyh Bedrettin ve Pir Sultan örneklerini vererek şöyle açıklıyor kitabının, tezinin nedenlerini: “…tüm bunlar beraberinde iki sorunu getirmiştir. Birincisi, yenilginin nedenleri üzerinde durmamak ve böylece yeni yenilgilerin de tohumunu atmak. İkincisi ise siyasete ve ideolojiye güvenmeyip, kitlelerin en geri kesimlerinin bilinçlerine ve duygularına hitap eden bir mağduriyet yaratmak. İkisi de birbirine bağlı ve birbirinden yanlış bu iki faktör, zamanla Türkiye devrimci hareketinin kendi resmi tarihinin temellerini oluşturmuştur.” (s.125) Arkasından sorduğu; “Şayet Anadolu’ya gelişin son durağı Trabzon değil de Ankara olsaydı, o zaman da siyasi ideolojik bir yenilgiden bahsedecek miydik?”
Komünistler, bakanlık koltuğuna oturur mu?
Yoğun bir araştırma sonrasında ince eleyip sık dokuyan Emrah Cilasun, Prof. Dr. Mete Tunçay’ın ileri sürdüğü gibi, Mustafa Suphi ve yoldaşları Ankara’ya ulaşsalardı, Mustafa Kemal ile konuşup egemen gücün kurdurduğu ‘komünist partiye katılıp bakanlık koltuğuna oturacaklar mıydı?’ sorusunu da irdeliyor.
“Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü”nün dipnotlarına ve arkasında yer alan kaynakçaya bakılırsa bu konu üzerinde birçok yazı/kitap yazılmış. Şöyle bir baktığınız zaman, zaten oranlardan da anlaşılacağı üzere okuma sevmeyen toplumun bunları gözden kaçırma ihtimali çok yüksek. Buna da bağlı olarak kulaktan kulağa yayılan söylentilere inanıldığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Aradan 100 yıl geçse de…
Burada hemen bir ara verip Emrah Cilasun’un, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 100. ölüm yıldönümüne yetiştirdiği kısa ama bir o kadar da etkili ve vurucu belgesellerinden söz etmek gerekir. Görüntülerin yazıdan çok daha etkili olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. https://www.youtube.com/channel/UC2MvDyDtPNBLEvpxSbOr0Ww
Madem ara verdik… Kitabı okurken Hrant Dink’in öldürülmesiyle bir paralellik kurdum sanki. Hrant da, belli odaklar tarafından tehdit ediliyor, mahkemeye veriliyor, derin devlet tarafından sigaya çekiliyor… (mahkemeye verilen belgeler ışığında sonradan öğrendik, ama yetkililer biliyordu ve öldürülmesine göz yumdu). Mustafa Suphi ve yoldaşlarının da öldürülmelerine karar verilmiş gizli eller(!) tarafından ve kimse itiraz etmemiş. Cilasun’un “Dönüş Belgeleri C.1, s.106’dan aktardığına göre, “Karabekir Rusya ile daha yakın ilişkiler içinde, komünizmi daha iyi anlamış ve komünizme sempati duyuyor.” (s.114) Peki, ölenler? Ölenleri düşünen yok mu?
Tartışmaya nereden başlamalı?
Devrim yapmış Sovyetler ile kurtuluş savaşını sürdüren Ankara Hükümeti arasında bir ittifak söz konusu. Sovyetler’in ideolojik ve siyasal düşüncesi sınır komşusunun haklı savaşına sessiz kalmasına izin vermez. Mustafa Kemal önderliğindeki -kimi belgelerde çok net biçimde Mustafa Kemal’in komünist düşünceye yakın olduğu, ama aynı şekilde birçok belge çerçevesinde de karşı durduğu çok net- Ankara Hükümeti ise gösterilen bu dayanışmadan hoşnuttur. Somut koşulları somut tahlil edersek, bir yanlış yapıldığını görürüz. Ne yapılması gerekir ya da ne yapılması gerekirdi?
15’lerin katli pogrom mudur?
Dönemin en yetkili kişileri Mustafa Kemal, Kazım Karabekir il yöneticileri, valilere telgraflar çekerek direktifler verir, kimi bilgiler gizlense ve saptırılsa da gelen cevaplar çerçevesinde taktik geliştirirler. Halkın Sovyetler’den gelen komünistlere karşı galeyana getirilmesinde kesin parmakları vardır. Zaten çektikleri telgraflarda, yaptıkları açıklamalarda bunu söylemişlerdir bir süre sonra. Savaştan bıkmış halkın, özellikle Ermeni karşıtlığını da körükleyerek gelenlerin üzerine saldırtılması kolaydır. Bırakın Kars, Erzurum ve diğer kasabalarda yemek bile verilmeyip küçümsenmelerini, Trabzon’da, tam da en güçlü fırtınanın estiği günlerde (28 Ocak) küçük, dolayısıyla yavaş bir tekneyle denize çıkarılmaları da bilinçli ve sistemli bir tavırdır. Kahya Yahya’nın geçmişi de temiz değildir, yeri gelmişken…
“artık lüzum yok fazla söze:
bakın göz göze
-karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
on beşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü.” (Nâzım Hikmet)
Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü?
Emrah Cilasun
Tekin Yayınevi
Ocak 2021, 270 s.