T24’ten Hazal Özvarış’ın Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimlerinden THKP-C üyesi, Kurtuluş’un kurucularından olan ve bugün Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) kurucularından olan Mustafa Kemal Kaçaroğlu ile yaptığı röportajın birinci bölümünü yayımlıyoruz:
Dünyada ’68 fırtınasının dalgaları Türkiye’nin kıyılarına vurduğunda Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi kaynıyordu. Gençlik liderleri, sonradan Dev-Genç’e dönüşecek, THKP-C’leri, THKO’ları, Kurtuluş’ları ve solda daha nice örgütü doğuracak fikir kulüpleri içinde toplanmış “devrim”i tartışıyorlardı.
Sağla, özellikle devletin resmi ideolojisi hâline gelmiş Türkçülüğü siyasette sahiplenen MHP ve ona bağlı Ülkü Ocakları’yla çatışan sol, çok geçmeden kendi içinde de ayrışmış, yer yer çatışmaya başlamıştı.
Mekteb-i Mülkiye’nin o zamanki çatısı altında kimler yoktu ki…
Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, Cahit Talas, Mete Tunçay, Baskın Oran ve Turan Güneş…
Ve onların öğrencileri:
Mahir Çayan, Abdullah Öcalan, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Uluç Gürkan, Hüseyin Cevahir, Yusuf Küpeli, Oktay Etiman, Şadi Somer, Okay Gönensin, Sabahattin Kurt, Kamil Dede, Nasuh Mitap, Abdülkadir Aksu, Melih Gökçek, Murat Karayalçın, Mesut Yılmaz…
Zamanın ruhu sanki 12’ye 5 kala bir devrimi haber veriyordu.
Hayaller, örgütler, çatışmalar, Kızıldere’ler, Deniz’lerin idamı, 12 Mart… Ve en karanlık darbe, 12 Eylül 1980.
1960’ların sonları ve 70’lerde Türkiye’de sol nasıl bir havayı soluyor, ne hayal ediyor, ne yapıyordu? Ve sosyalist sol, yaklaşık yarım yüz yıl sonra o günlere baktığında nasıl bir muhasebe yapıyor?
Cevaplar için, sol hareketin mazisinde efsane mertebesinde anılan isimlerden, Mülkiye koridorlarında çift tabancayla dolaştığı rivayet edilen Mustafa Kaçaroğlu‘nun kapısını çaldık.
1970’lerde Kiziroğlu türküsünün de adına uyarlandığı Kaçaroğlu Mustafa Bey, T24’e verdiği söyleşinin ilk bölümünde sağ siyasetten sola geçişini, Mahir Çayan’la ilişkisini, THKP-C’nin kuruluşunu, cezaevinde öğrendikleri Kızıldere’yi ve kurucularından olduğu Kurtuluş’u anlattı.
43. yıldönümünün eşiğinde, 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan‘la cezaevinde nasıl helalleştiklerini, Mahir Çayan’ın kemiklerini kimsesizler mezarlığından alıp taşıdığını aktaran Kaçaroğlu’nun sözlü tarih niteliği de taşıyan yanıtları için buyrun.
‘Şapkacı komünistler’
– Sağcı bir ailede yetişen siz nasıl solcu oldunuz?
Ailem Girit göçmeni. “Bizi Girit’te Yunan mezaliminden Atatürkkurtardı” diyerek ananem hep hayır duası yapardı. Akrabalarım önce Serbest Fırka, daha sonra Demokrat Partili (DP) oluyorlar. Amcamın oğlu yerel politikaya yatkındı, beni de yanında taşırdı. 8 yaşımda DP kongrelerine gidiyordum. Komünist düşünceye sahip olduğumda aklıma ilk gelen 58’lerde kahve toplantılarında komünizmle ilgili söylenenler oldu.
– Ne diyorlardı?
“Komünizm nedir biliyor musunuz; akşam eve gelirsiniz ve şapka görürsünüz. Yani, siz geldiğinizde karınız başka biriyle içeridedir. ‘’
– Şapka “Komünistler birbirleriyle yatarlar”ın simgesi miydi?
Evet, komünizm tarifini mülkiyetin ortaklaşmasından, yani kolektif mülkiyet üzerinden değil kadın üzerinden yapıyorlardı. Toplumun muhafazakârlığını ‘namus’ kavramı üzerinden istismar ediyorlardı. İşin ilginci o dönemde komünist dedikleri de, ‘CHP’liler oluyordu.
– 60 darbesi olduğunda henüz çocuktunuz ancak anlattıklarınıza göre, sokağa kutlama yapmak için çıkan ailelerden olmadınız.
Orta 2. sınıftaydım. Aksine efelerin gelip Adnan Menderes’i kurtaracağını hayal ediyordum. Asıldığı gece ağladığımı bilirim… Darbeden bir yıl önce gibi de, Menderes’i Antalya’da belediye sarayının balkonunda konuşmasını dinlemiştim.
– Menderes için ağlarken 1960 darbesini ihtilal sayanların yoğun olduğu, 1961 Anayasa’sını yapanların öğretim görevlisi olduğu Mülkiye’ye gittiniz. Sesli bir itirazınız oldu mu yoksa “İdam gerekliydi” hattına mı kaydınız?
Sesli bir itirazım olmadı. Mülkiye’ye geldiğimde aileden gelen bilinçsiz sevgi ağırlığını yitirmişti, sorgulama başlamıştı. Ailem Bektaşi olduğu için evde muhafazakâr bir ortam yoktu. Bundan dolayı, materyalist bir düşünceyi benimsemem zor olmadı. Fakat belirtmem gerekir, o zaman politikada kariyer yapma düşüncem vardı.
– Politikada kariyer eşittir kaymakamlık mı yoksa aktif siyaset mi?
Antalya’da Adalet Partisi’nin (AP) gençlik kollarında aktiftim. 1965 yıllarında, birkaç kez Süleyman Demirel’in karşılanmalarında gençlik içerisinde önemli görevler almıştım. Siyasette kariyeri AP’de yapmayı düşünüyordum. Hatta yurtta kalırken sosyal yaşantımda daha rahat hareket edebilmek için, eve çıkarken kefilim Antalya milletvekili olabiliyordu.
– AP saflarından Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’ne (THKP-C) geçişiniz nasıl oldu?
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyor olmam devrimci olmam konusunda önemli bir etkendi, tabii ki önce THKP-C’li değil, Dev-Genç’li oldum. Okulda derslerin siyasal içeriği, fakültedeki siyasal etkinliklerin yoğunluğu ve karakter olarak haksızlıklara karşı bir duruşumun olması etkili olmuştur. Tabii bu arada bazı derslerin konularından dolayı hocaların önerdiği sol tandanslı yardımcı kitapları okumamızın da önemli payı vardır. Örneğin, Che Guavera,Mao Zedung kitaplarını da okuma fırsatı buluyorduk.
– Siyasi söylemde herkes haksızlığa uğrayana sahip çıktığı için muhtemel karşı çıkış şu olacak: “Sağ da aynı şeyi söylüyor.”
Bir buçuk ay içerisinde İstanbul Hukuk, sonra İzmir Ziraat, sonra Siyasal’a geçtim. Şunu net bir şekilde söyleyebilirim; Siyasal’a girmeseydim devrimci olamazdım. Orada bilime karşı bir güven hissi uyandı. NATO üzerine açık oturumlar yapılıyordu, örneğin siyasi tarih hocamız Fahir Armaoğlu ki, kendisi sağ düşünceliydi,Behice Boran, ‘’Amerika-NATO ve Türkiye’’ adlı kitabın yazarı olan hocamız Türkkaya Ataöv gibi isimler bu oturumlarda konuşmaya başladığında sağın kalelerinin ne kadar zayıf olduğunu görebiliyorduk. O dönemde CHP’nin açılımı olarak ortaya konan ‘ortanın solu’ görüşünden dolayı Bülent Ecevit de bu konferanslarda konuşmacıydı. Ama benim devrimci düşünceye ulaşmamda özellikle anayasa derslerimize giren Mümtaz Soysal’ın Anayasaya Giriş kitabının önemli bir payı olmuştur. Hatta Mümtaz Hoca bu kitabından dolayı 12 Mart’ta yargılanmış ve bizimle aynı hapishane koğuşlarını paylaşmıştı.
– Zihnimizde Mülkiye’yi canlandırmamız için o dönem çevrenizde olan öğrenci ve akademisyenleri sayar mısınız?
Hocaların içinden, Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, Cahit Talas, Mete Tunçay, Alaaddin Şenel, Baskın Oran, Cemal Mıhçıoğlu, Ruşen Keleş, Turan Güneş, Seha Meray, Bülent Daver, Beşir Hamitoğulları, Nermin Abadan, İlhan Ünat gibi isimler ayrıca, yine bunların yanında “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” kitabını çevirenCem Eroğul. Sağcı düşünceleri olan öğrencilerden Abdülkadir Aksu, Melih Gökçek’in yanı sıra sol içerisinden de o dönem Fikir Klüpleri Başkanlığı yapmış Oral Çalışlar, Hasan Cemal, SBF Öğrenci Derneği Başkanlığı yapmış Cengiz Çandar, Uluç Gürkan, Hüseyin Cevahir, Yusuf Küpeli, Oktay Etiman, İlhami Aras, Şadi Somer, Okay Gönensin, Sabahattin Kurt, Kamil Dede ve Nasuh Mitap.
– Abdullah Öcalan?
Öcalan ile 74’te hapisten çıktıktan sonra tanıştık, tanıştığımızda Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD) yönetimindeydi. Henüz Apocular olarak örgütlenmemişlerdi, 1970’lerden arkadaşımızDoğan Fırtına ile yakın arkadaştılar. 75 sonbaharında o dönem mücadelenin ihtiyaçlarının zorlamasıyla yayımladığımız “Ulusal sorun” broşüründeki Kürdistan ile ilgili sömürge tespiti, Öcalan’ın bize daha sıcak olmasını sağlamıştır. O dönemde kantinde iki kez uzunca sohbet ettiğimi hatırlıyorum.
– Melih Gökçek ve Abdülkadir Aksu’ya dair izlenimleriniz neydi?
Mülkiye’de gelenektir, yıl boyunca ilk gün oturduğunuz sırada oturmaya devam edersiniz. Gökçek de birinci sınıfta yanımda oturuyordu. Ama kendisini o dönemden çok hatırlamıyorum. Benim olmadığım bir dönemde faşistler okula bir baskın yaptı. Baskın öncesinde okulda şöyle bir işleyiş vardı; okulda bulunan politik akımlar, kendi propagandalarını yapmak üzere duvar panoları kullanılabiliyordu; Ülkü Ocakları, Hasan Celal Güzel’den sonra Gökçek’in başkan olduğu Hür Düşünce Kulübü, Uluç Gürkan’ın başkanlık yaptığı Sosyal Demokrasi Dernekleri ve benim okula girdiğim zamanda Mahir Çayan’ın başkanlığını yaptığı Sosyalist Fikir Kulubü’nün duvar gazeteleri bu panolara asılırdı. Faşistlerin bu baskından sonra panoları kırıldı.
– Kırıldı mı, kırdınız mı?
Kırıldı. Ondan sonra faşistlere okulda hayat hakkı tanınmadı. Gazetelerini tekrar asmaya çalıştıklarında izin vermedik. Fikir Kulübü’nün de kararı vardı: SBF’de dışarıda devrimcilere karşı herhangi bir eylemde bulunan faşistler ders ve imtihanlara sokulmayacaktı.
– Bu ilk karşı karşıya geliş mi oldu?
Hayır, Siyasal’da öyle ama başka okullarda, sokakta, gazete satışlarında kavgalar oluyordu. 68 sonu, 69 başlarıydı. Bundan sonra Siyasal’da ülkücülerin hiçbir faaliyetine izin verilmedi.
– Mahir Çayan’ın “etkisi” altına ne zaman girdiniz?
İlk etapta beni asıl etkileyen Mahir olmadı. Devrimci olmaya karar verdikten sonra Fikir Kulübü (FK) yönetiminden iki arkadaşımın kaldığı odayı seçtim ve bir gece Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) Fikir Kulübü yönetiminden Ferruh arkadaşı kafası sarılı bu odaya getirdiler, kafası Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) propaganda için Sincan’a gittiği kahve konuşmasında faşistlerin saldırısıyla kırılmış. Gece yarısı tanımadığım bir arkadaş geldi, sesi tok ve konuşması etkileyici bir arkadaştı, “Bunlara aman vermeyeceğiz” diyerek özgüvenle konuşuyordu. İşte beni Çayan’dan çok daha önce etkileyen, o gün FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) Başkanı olduğunu öğrendiğim Yusuf Küpeli’ydi. O gün gayri ihtiyarı, “Burada biz de varız, yarın biz de gelelim’’ dedim. Ve ertesi akşam Samanpazarı’nda yapılan TİP’in kahve toplantısına ilk defa elime bir sopa alarak gittiğimi hatırlıyorum. O gün herhangi bir olay çıkmadı ama bir daha sopayı elimden bırakmadım, sopayı silah ile değişene kadar. O dönem sınavlara girmeyip, TİP’in bütün etkinliklerine gitmeye başladım. O günden bugüne 40 yıl böyle geçti. Böylece İlhami Aras ile de FK üyesi olduk.
– Kaçaroğlu namına neden olan da daha sonra sopanın yerini alacak silah oldu. O dönemde sokağın raconunu, kavganın solunu anlatır mısınız?
Aslında namın gelişi 74 sonraki dönem olmuştur. 70’ler dönemi rahle-i tedrisat dönemiydi. Anti emperyalist eylemlerin yanı sıra faşistlere karşı kavgaların içinde yer alıyorduk. O dönemin militan kadrolarından Oktay Etiman’la da yakınlaşmıştım. Bir yandan da TİP’le, daha sonra Doğu Perinçek’le yaşanacak ayrışmalar başlamıştı. Benim kerteriz noktam ağırlıklı olarak ideolojik değil, sokakta faşistlerle dövüşmek gibi pratikteydi. Bu sırada Mahir Çayan, daha sonra öğreneceğim üzere hem uluslararası gerilla hareketlerini yakından izlemek, hem de teorik vizyonunu geliştirmek için Fransa’da lisans eğitimi yapan kadın arkadaşıGülten Savaşçı’nın yanından yeni gelmişti. Bir gün Oktay, SBF kantininde Mahir’le otururken, “Gel seni Mahirle tanıştırayım” dedi.
– THKP-C adı altında yeni bir örgüte neden ihtiyaç duydunuz; Perinçeklerle andığınız ayrışmalar nedeniyle mi?
TİP’te Perinçeklerle aynı saflardaydık. Sokağa bakışta aktif-pasif tartışmalarıyla bir ayrım yaşandı. TİP içindeki tartışmalar sonrasında, militanlığı ile ön plana geçen Yusuf Küpeli, FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) Başkanı seçildi. Mahir o sıralarda genellikle teorik düzlemde yazan çizen biriydi, pratikte görünmemenin sıkıntısını duyuyordu.
– Bir çeşit kompleks mi?
Değil ama bunun lafı edildiği için 1970’lere giderken, Dev-Genç içindeki eylemliliklerde olmak istiyordu.
– O dönem yaşanan sözlü atışmada Perinçeklere yönelik “Kampus Mao’cuları” diyen Çayan için ne tür ifadeler kullanılıyordu?
Mahir’in bunu söylemesinin nedeni kendisine “Kalemşör’’ gibi şeyler denmesiydi. Ama Mahir süreç içinde önderliğini kabul ettirdi.
– Ömer Laçiner, 1998 tarihli Toplum ve Bilim’de çıkan “THKP-C: Bir maceranın başlangıcı” başlıklı makalesinde 1965’e kadar bir bütün olarak yola devam eden solun 1970 ortalarına doğru bölündüğünü söylüyor ve bunu özellikle şu iki maddeyle açıklıyor: 1) Sol askeri darbe ihtimaline yaklaşımda ayrışmalar, 2) 15-16 Haziran işçi eylemleri. Katılır mısınız?
Bunun için 68’i anlatmak lazım. 68’lerde Fransa’da kapitalizmin sömürüsüne ve eşitsizliğe karşı özgür bir toplum için yola çıkan öğrencilerin eylemleri Türkiye’de karşılığını Amerikan emperyalizme karşı Dev-Genç’in bağımsızlık eylemlerinde bulmuştu. Bunun teorideki karşılığı Milli Demokratik Devrim (MDD) oluyordu. MDD’nin halk savaşı teorisi gençliğin ilgisini çekiyordu. Teorisyeni Mihri Belli’ydi, karizması vardı, Yunan İç Savaşı’na katılmış, yaralanmış, 51 Tevkifatı’nda yakalanmış, sorguda konuşmamıştı. Deniz Gezmiş’in Dolmabahçe’deki 6. Filo’ya karşı eylemleri, yine Vietnam kasabı olarak anılan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Kommer’in arabasının yakılması gibi eylemler bu anlayışın sonucuydu. Bu arada Perinçekler de proleter devrimci Aydınlık dergisi etrafında, Dev-Genç’ten kopuyorlardı. Eylül ayında Dev-Genç kitlesel bir toplantı yaptı; orada Mahir Çayan, Mihri Belli’yle köprüleri atmamaya çalışıyordu, milliyetçilik ve revizyonizm bağlamındaki ayrışmaları nüans olarak görüyordu ama 3 ay sonra, 29 Ekim Kurultayı’nda kopuş oldu. O dönem THKP-C’nin temelleri atılmıştı ve öncü savaş için örgütlenme faaliyetleri başlamıştı. Artık yasal alanda bir parti öncülüğünde mücadelenin gerekli olmadığı, bir şehir gerillası temelinde bir savaşın yürütülme düşüncesi Mahir Çayanlar için netleşmişti. Bu nedenle de Mahir, Yusuf, Ramazan Aktolgaimzalarıyla, 29 Ekim TİP Kurultayı’nda TİP ve Mihri Belli ile yolların ayrıldığını açıklayan bir mektup yayınlandı.
– Atatürk için “Sapına kadar ihtilalci” diyen Çayan, Kemalizmi nasıl nitelendiriyordu?
Mahir Çayan, Kemalizmi küçük burjuvazinin milliyetçilik tabanında antiemperyalist tavır alışı olarak görür. Biz Kurtuluş olarak 71 direnişinin yenilgi nedenlerinden birini, kitleler temelinde yürütülmeyen bir öncü savaşı olduğunun tespitini yaparken, bir başka eksikliğin de Kemalizmle olan yanlış ittifak arayışı olduğunu söyledik. Ve bunun Kürt sorununa da bakışta sağ bir anlayış getirdiğini söylüyoruz. Çünkü Kurtuluş olarak, Kemalizmin bir burjuva ideolojisi olduğu, sınıfsal olarak da ticaret burjuvazisine denk düştüğü tespitini yapıyorduk. Bu nedenle de küçük burjuvaziyi ittifak içinde görmemizle beraber Kemalizmi görmeyiz. Ulusların kaderlerini tayin hakkıyla ilgili Mahir’in Dev-Genç’in kitle toplantılarında özel bir bölüm ayırıp konuştuğunu hatırlıyorum.
– Çayan’ın Kemalizmi sağ-soldan öte görüp “Kemalizm Doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva milliyetçiliğidir” demesinin sebebi sizce ne?
60’lı yılların sosyalizm anlayışının antiemperyalizmle belirlenmesi “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” sloganıyla ifade edilir. 70’li yılların ikinci yarısında ise siyasal mücadelenin odak noktası antifaşist mücadele oldu. Antiemperyalist mücadele dönemi yer yer sınıf hareketiyle milliyetçi hareketin birbirine karıştığı noktalar yarattı. Antifaşist mücadele dönemi de sosyalizmle demokratlığın birbirine karıştığı alanlar oluşturdu.
Sosyalist harekette antiemperyalist niteliğin ağırlık kazanmasında Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Mustafa Kemal’in ağırlıklı etkisi oldu. Biz, Kurtuluş olarak 71 hareketini değerlendirirken 50 yıllık revizyonist bir hareketin aşıldığını ve işçi sınıfının sağındaki güçlerden devrim bekleme umudunun yenildiğini söyledik. 71 direnişinin bize getirdiği en önemli kazanım budur. İşçi sınıfının özgücüne dayanarak devrim yapma anlayışı ortaya konmuştur. Ama o vakte kadar işçi sınıfının objektif şartlarının olmadığı düşüncesinden hareketle cuntalara bel bağlandı. “İlerici bir cunta olacak ve proletaryanın önünü açacak.” Bu, Faruk Gürler, Muhsin Baturlardan 9 Mart’ta beklendi ama 3 gün içinde 12 Mart oldu. Cuntaya bel bağlayanlar için bunun bir yanılgı olduğu ortaya çıktı.
– Solun, askerle işbirliğinden sizce o dönemin öncü kadroları da sorumlu mu?
Her şeyden önce THKP-C, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve daha sonra Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun (TİKKO) silahlı mücadele konusundaki kararlılıkları cuntalardan medet ummayla çelişiyor. Fakat bu, hareketlerin özellikle Kemalizm bağlamında etkilenmelerini ortadan kaldırmıyor. Gerillaya hazırlanıldığı için cuntaya bel bağlamak diye bir tutum yok. Ama sınıf hareketinin güçlü olmadığını söyleyip, proletaryanın ideolojik öncülüğünden söz ederken 15-16 Haziran hareketi oluyor ve kırdan kente teorisi değişmek zorunda kalıyor.
– Perinçeklerle ayrım noktası olarak gördüğünüz “sokağa bakış”tan kastınız ne?
Sokak derken sadece Amerikan bahriyelerinin Dolmabahçe’de denize dökülmesi değil, aynı zamanda okullarda da faşist saldırılara karşı etkin bir mücadele sürdürülüyordu. Antiemperyalist eylemler için sokağa çıktığınızda, örneğin egemenler karşınıza faşistleri çıkarıyordu. Bu arada faşistler fabrikalardaki direnişlere polisler ile birlikte saldırabiliyordu. Faşistlere karşı eylemlerde bu grup aktif bir mücadeleden uzak duruyordu, yani “lafızda devrimci pratikte pasifist” davranıyordu.
– Sokağa dair saydıklarınızın düzenli bir çatışma hali sunmasından yola çıkarak soracağız; sizce bazı zihinlerde kitlelerin sokakla yıkımı eşleştirmesinde ve sola olumsuz bakışta o dönem sol örgütlerin silahla kurduğu ilişki rol oynadı mı?
Hayır. Öncelikle sokağa çıkmak illa bir yerlere saldırmak değildi; bildiri-gazete dağıtma, miting yapma, belli olaylar karşısında sokağa çıkıp ses yükseltme, kitleleri bilinçlendirme gibi etkinlikler de vardı. Biz 71’in bir kahramanlık dönemi olduğunu düşünüyoruz. Marx, Paris komüncüleri yola çıkmadan 6 ay önce komüncülerin yeterli bir örgütlenme içerisinde olmadıklarını söyleyerek ‘’kalkışmanın budalalık’’ olduğunu söyler. Fakat kalkışma olduktan ve komüncüler katledildikten sonra Marx onlar için “göğü fethetmeye çıkan kahramanlar’’ der. 71’de devrim uğrunda ölen olan yoldaşlarımız için biz de “Onlar göğü fethetmeye çıkan kahramanlardır” diyoruz çünkü Türkiye ölçeğinde ilk defa oligarşiye karşı, proletarya adına bir silahlı başkaldırı yaptılar ve günümüze bir direniş geleneğini miras bıraktılar.
– Sizce silahlı eylemlerle, insanlara zarar vererek “halkı bilinçlendirmek” ne kadar mümkün?
Dev-Genç’inkiler tamamen açık alanda, kitleyi bilinçlendirmek için yapılan eylemlilikler. Saldırı, insanlara zarar verme yok. Örneğin Komer’in arabası yakılıyordu, Komer değil. 70 Nisan’ında Balgat’taki Amerikan İktisadi Yardım Teşkilatı (AİD) eylemi de yine ABD emperyalizmini teşhir etmek için gizli bir ekip tarafından yapılıyor. Dev-Genç o dönem sadece gençliğin değil, başta pamuk ve tütün üreticileri olmak üzere diğer toplumsal tabakaların sorunlarıyla da ilgileniyor; DİSK’in öncülüğünde yapılan fabrika grevlerine yardımcı oluyorlar. Aslında bir proletarya partisinin yapması gereken şeyleri yapan Dev-Genç gittikçe bu yükün altında ezilmeye başladı.
– Saydığınız 1-sokak, 2-işçi partisi ayrımında “silahlı mücadele” THKP-C için neden gerekli görüldü? Çayan buna ne zaman, nasıl karar verdi?
68 gençliğinin vizyonunda Küba devrimi ve önderlerinin ayrı bir yeri vardı. Devrimin teoride barışçıl geçişle olabilirliği var ama bu bir istisnadır. Hiçbir yerde burjuvazinin iktidarı gönüllü teslim etmeyeceğinden hareketle silahsız mücadele bir seçenek olarak görülmüyordu.
– Halk sizce silah olmadan “uyanmaz” mıydı?
69’da, tütün mitingi için iki gün önceden Akhisar’a gitmiştik. Kahvelerde insanları mitinge davet etmek için yapılan çalışmalarda Mahir Çayan’la aynı ekipteydik. Gece vakti Akhisar’ın bir köyündeki propaganda çalışmasından minibüsle dönerken “Ya Kaçar” demişti, “Ne kadar ağır sömürü koşulları altında olduklarının farkındalar. Daha ürünlerini kaldırmadan tüccar mallarına el koyuyor, seneye borçlu başlıyorlar. Bu koşullarda bile uyanmadıktan sonra bunlar nasıl uyanacaklar? Silahlı propaganda dışında bir yol yok uyanmaları için.” Bu konuşma Mahir’in kitlelerden kopuk silahlı mücadele düşüncesine o zamanlar vardığı düşüncesini anlıyoruz. 70’lerde gündeme gelecek Politikleşmiş Askeri Savaş (PAS) Stratejisi kafasında o zaman şekilleniyordu.
– O zaman bu şiddet olaylarında ne derece etkindiniz?
O dönem dekan veya rektör izin vermeden polis üniversiteye giremezdi ama polis Dev-Genç’in karargâhı Siyasal Bilgiler’e izinsiz saldırdı ve yurtta silahlı değil ama molotoflu 4 saatlik bir çatışma oldu. Ertuğrul Kürkçü, İlhami Aras, Hüseyin Cevahir, bizler polis henüz saldırmadan yönetimle polisin müdahalesini engelleme için çabalıyorduk. Bu nedenle, bu çatışmanın dışında kalmıştık. THKP-C, bu saldırının kendisine yapıldığı eğiliminde oldu. Ve misilleme kararı aldı. İlhami Aras, ben ve Mahir Sayın bir Amerikan işyerine karşı bir eylemde bulunmak için görevlendirildik. Ankara’da “Papaz’ın Bağı’’ dediğimiz bölgeden geçerken araba rampayı çıkamadı, biz de geriye dönüp polisle çatışarak kaçmayı düşündük. Ama dönerken İlhami Aras önden atladı polisi oyalamak için. Mahir şofördü, ben ateş etmek için silahı hazırlamıştım. Dönerken gece karanlığında üç dört takla atarak şarampole yuvarlandık. İlhami yukarıda kalmıştı, daha sonra öğrendik ki atlarken başını çarpmış, travma geçirmiş, biz kaçmış olabileceğini düşünüyorduk ama hastaneye kaldırmışlar. 30-40 metre aşağıdan tesadüfen canlı çıktık. Öyle bir ablukada yakalandık. Onlar Denizleri yakaladıklarını düşünüyorlardı. O sırada onlar da banka soygunundan aranıyorlardı, 16 Mart’ta da yakalandılar. Önce Deniz, bir gün sonra Yusuf Aslan, bir hafta sonra da Hüseyin İnan Sarız’da dayısının ihbarıyla yakalandı.
– O dönem Durum dergisinde üzerinizden çıkan mühimmatlarla bir fotoğrafınız yayımlandı. Bunlar nereden geliyordu?
El bombası Filistin malıydı.
– Siz içerideyken THKP-C dışarıda ne tür eylemlerle devam etti?
Biz içerideyken Ziraat Bankası soygunu, (İşadamı Kadir Has’ın yeğeni) Mete Has’ın kaçırılması, Türk Ticaret Bankası soygunu ve(İsrail Başkonsolosu Efraim) Elrom olayı oluyor.
– “Komer değil, arabası yakıldı” dediniz. Ancak İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom kaçırıldı ve öldürüldü.
THKO’nun, yani Denizlerin İş Bankası soygunundan sonra Dev-Genç saflarında bir dalgalanma oldu. THKP-C adına eyleme gidişimizde bunun da etkisi vardı. Denizlerin İş Bankası soygunuyla birlikte, THKP-C birkaç sene sürecek ön hazırlıklardan sonra başlatmayı düşündüğü silahlı mücadeleyi öne almış bulundu. Elrom’un seçilmiş olmasının nedeni Filistin halkıyla dayanışmaydı. Kaçırınca “Karşılığında şu arkadaşlarımızın serbest bırakılmasını istiyoruz” diyorsunuz. Oligarşi buna hayır deyince, sizi bastırmak için sıkıyönetim ilan edince, siz de kararlılığınızdan şüphe duyulmasını engellemek, sözünüzü tuttuğunuzu göstererek kitlelere güçlü örgüt imajı vermek istiyorsunuz. Bu silahlı propagandanın kendi sistematiği açısından böyledir.
– Dediklerinize göre, “DHKP-C de savcıyı öldürürken haklı” mıydı?
Ben o günlerin mantığını anlatıyorum. Ayrıca o gün (Çayanların Elrom olayında polisten kaçarken girdikleri evde rehin aldıkları 14 yaşındaki) Sibel Erkan’ı koruyorlar, öldürmüyorlar. Sibel de mahkemede kendisine iyi davrandıklarını söylüyor.
– T24’e yazdığı Kızıldere dizisinde Elrom olayını da aktaran Murat Bjeduğ’un paylaştığı bilgiye dayanarak soracağız; Cevahir “yüzlerce kurşun”a maruz kalırken Çayan’ın sağ kurtulması sizde soru işareti doğurdu mu?
Hayır, Mahir de kendisini vuruyor orada, kurşun kalbinin altına isabet ediyor.
– İntihar etmeye çalışan birinin kalbinin altından kendini vurması tartışma yaratmış mıydı?
Mahir’in solak olduğunu biliyor muydunuz? Bilmiyorum ama orada olan kimse bugün yok. Ama Mahir’in kendini vurduğunu, Cevahir’in ise önce, bir usta nişancı tarafından kafasından vurulduğunu duyduk. Biz cezaevindeydik o zaman ve transistörlü radyodan “Mahir öldü, Cevahir sağ ama ağır yaralı yakalandı” sesi yükseldi. Akşam 7 haberlerinde bilgi düzeltildi.
– Öcalan yakalandığında PKK’lıların yoğun olduğu koğuşlardaki havanın aktarılan özeti şu: “Dünya başımıza yıkıldı.” Çayan’ın önce öldüğü, sonra yakalandığı haberini duyunca siz “THKP-C bitti” dediniz mi?
Bir moral bozukluğu yarattı. Cevahir de çok saygı duyduğumuz v e güvendiğimiz bir arkadaşımızdı. Ama THKP-C’nin ağır bir darbe yediğini düşündük.
– O dönem tutuklanan bir başka isim Ömer Laçiner, Aksiyon’dan Bünyamin Köseli’ye şunları söyledi: “1971 Temmuz’unda ben yakalandım. Birilerinin ifadesinde ismim çıktı ve yakalandım. Beni doğrudan doğruya THKP-C ile ilişkilendiremediler. Ben zaten Mahir’in ifadesinden gittim. Ondan dolayı tutuklandım.” Laçiner, devamında kendisine yöneltilen “Mahir mi ele verdi sizi” sorusuna şu yanıtı verdi: “Ben öyle demem hani. Ne ettiyse etti işte.”
Böyle spekülasyona açık bir konu hakkında konuşmayı doğru bulmuyorum.
– Çayanların Maltepe Cezaevi’nden firar edeceğinden haberdar mıydınız?
Hayır. Ama bu arada biz de, Mamak’ta bazı talepler için üç gündür direnişteydik. Mahirlerin firar ettiği gün, İstanbul’daki tünel olayından bizim haberimizin olabileceği ve bizim de bir tünel kazmış olabileceğimiz düşüncesiyle cezaevi idaresi baskınla direnişi kırdı. Cezaevi idaresiyle görüşmeler sürerken bu ani baskını pek anlayamamıştık. Ama ertesi gün öğlen mahkemeden dönen Oral Çalışlar bize Mahirlerin firar ettiğini söyledi, durumu o zaman fark ettik.
– Firardan yaklaşık 4 ay sonra yaşanacak Kızıldere katliamı cezaevine nasıl yansıdı?
Çok büyük bir moral bozukluğu oldu. Denizler o zaman sağdı, onlara da büyük bir şok oldu. Çünkü Mahirlerden beklentileri vardı. Bir eylem yapıp devletle takas yapabileceklerini düşünüyorlardı. Ve yapılan eylem başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
– O vakte kadar devletle benzeri bir takas yapılmış mıydı?
Hayır, ama sonradan öğrendiğimize göre, Demirel’i kaçırmanın yanında büyükelçiler toplantısını basmayı da düşünmüşler. Ama güçleri buna yetmeyeceği için vazgeçmişler. O dönem aramalar da artınca Ankara’da sıkışıyorlar. Kafalarında hep Denizleri kurtarmak için bir eylem yapma fikri de var. Karadeniz’de kaçırılabilecek İngiliz ve Kanadalı teknisyenler olduğu bilgisini Karadeniz örgütlenmesinden arkadaşlar veriyor. Böylece hem Ankara’dan çıkıyorlar, hem de bir eylem hedefi için imkân doğmuş oluyor. Bu arada yurt dışına çıkma teklifi geliyor. Bazı arkadaşlar “Biz örgütü toparladıktan sonra siz gelirsiniz” diyorlar ama reddediyorlar.
– Bir Karadeniz parantezi: THKP-C ile Karadeniz ilişkisinin temeli ne?
70’in başlarında illerde ve ilçelerde TİP kongreleri başlamıştı. Biz de Dev-Genç olarak TİP içinde bir muhalefet yürütüyorduk. Fatsa’da yapılan kongreye giden Dev-Genç Merkez Yürütme’den arkadaşa, gönlü MDD’den yana olan Ziya Yılmaz ve bazı arkadaşları “Biz Mahir Çayan’ın düşüncelerini kendimize daha yakın görüyoruz, bir tavır alacağız ama Mahir gelsin, yazılarını tartışalım” diyerek haber gönderdi.
Karadeniz’e Mahir ile birlikte gittik. Ziya Yılmaz’ın örgütlediği,Terzi Fikri’nin de aralarında olduğu 30 kişiyle bir toplantı yaptık. Toplantıyı Ziya Yılmaz’ın “Yeşil Fatsa” adıyla çıkardığı gazetesinin matbaasında yaptık. Daha sonra o gece Mahir ile birlikte bir otelde kaldık. Ertesi gün akşam Samsun’da bir otelde, THKP-C’nin Karadeniz örgütlenmesinin çekirdeğini teşkil edecek olan bazı arkadaşlarla sabaha kadar süren bir toplantı yaptık. Bu toplantıda Ziya Yılmaz, 74’ten sonra Kurtuluş’un merkez komitesinde yer alacak olan İsmet Öztürk, Kızıldere’de ölen Ertan Saruhan, ben ve Mahir vardık. Toplantının ertesi günü aylardır hazırlıkları süren ve Dev-Genç’in örgütlenmesine yardımcı olduğu Alaçam’da tütün mitingi vardı. Ben İsmet Öztürk ile o mitinge katıldım. Mahir Çayan da gerilla mücadelesi başladığında kendisini rahatsız edeceğini düşündüğü burnundaki bir et parçasının ameliyatı için gerekli parayı sağlamak üzere yakınlarda ölen babasının miras işlerini halletmek için Merzifon’a gitti. Kalan parayı da mücadele için harcayacaktı.
– Ertuğrul Kürkçü, savcılık ifadesinde Kızıldere’de yaşananların son bölümünü anlatırken “Bir anlamda intihar kararı aldık” diyor. Siz cezaevinde eylem için nasıl bir değerlendirme yaptınız; Kürkçü’nün yorumunu genele yayarak “Sonu başından belli bir eylem” aklınızdan geçen bir tespit oldu mu?
O dönemin duygu ve düşüncesiyle yanıtlayacağım; çok iyimser değildim. Mahirlerin ölümünün işareti verilmişti. Ulaş Bardakçı, Arnavutköy’de evi basılmış, çatışmada öldürülmüştü. Ziya Yılmazlar yine Fındıkzade’de kıstırılmış, silahlı çatışmadan yaralı ele geçirilmişti. Mahirlerin sağ ele geçmeyeceği olgusu kafamızda netti; teslim olmayacaklarından emindik.
– Demirel yerine güçleri yettiği için kaçırılan teknisyenleri düşünerek “Günâhları neydi” dediniz mi?
Açıkçası o günlerde onu düşünecek bir duygu sistematiğimiz yoktu. Çünkü bu eylem silahlı propagandanın doğal bir sonucuydu. Şahsen içeride benim de içinde olduğum bazı arkadaşlar, farklı düşünmüyorduk. Örneğin Mahir’lerin firarından önce 71 yazında firar planımız oldu. THKP-C’nin merkez komitesi üyesi Ramazan Aktolga’yı dış kapıda Yıldırım Bölge’deki cezaevinden firar etmesini sağladık.
– Siz neden kaçmadınız?
Münir’le beraber 4 kişi daha, İlhami Aras, Mahir Sayın, Şaban İbave ben firar edecektik. Ve dışarı çıkarsak Mahirleri içeriden almanın takasını sağlayacak bir eylem yapma kararlılığındaydık. Fakat örgütün saklanmamız açısından sıkıntıya girebileceği düşüncesi ve Münir’in kaçışını güvenceye almak için bundan vazgeçtik. Ama her şey çok çabuk gelişti, Kızıldere yüzünden benim gibi düşünen, dışarıda olsalar onlarla beraber olabilecek arkadaşlar büyük bir eziklik yaşadılar, “Biz orada niye değiliz” diye. 74’te çıktığımda bu eziklik nedeniyle de politik mücadeleye kararlılıkla devam ettim. Bir de Denizlerin idam sehpasına gidişlerindeki kararlılığını gördük. Yanımızdan gittiler. İdealleri için ölüme gitmeleri bize örnek oldu.
– Devletin öldürdüğü kişilerin mezarını meçhul bırakma eğilimi malum. Ancak Kızıldere’de öldürülenlerden Sabahattin Kurt’un nereye gömüldüğü bilinmezken Mahir Çayan’ın mezarının konum bilgileri Vikipedia’da dahi mevcut. Bu fark neden?
Burada kamuyounun çok bilmediği bir olaydan bahsetmek istiyorum. 1974’te hapisten çıktığımızda, Ziya Sümer arkadaşımız gelip Mahir Çayan’in mezarının kimsesizler mezarlığında olduğunu ve bu mezarlığın bürokrasisine göre, iki yıl orada kaldıktan sonra mezarının kaybolabileceğini söyledi. Emniyete başvurduk, adres istediklerinde Kurtuluş’u beraber kurduğumuz Mahir Sayın’ın Ankara’daki ailesinin adresini gösterdik. Mahir Çayan’in annesinden vekâlet almamız gerektiğini söylediler. Annesi Naciye Teyze sağdı o zaman, ama bilgisi yoktu. İstanbul’a gidip Naciye teyzenin Feneryolu’ndaki evinde iki gün kalıp durumu anlattım ve ikna ettim. Mahir Sayın adına yazılı vekâleti aldım.
– O güne kadar Çayan’ın mezarının taşınmamasının sebebi ne; gidenin fişlenme ihtimali mi?
Meselenin o günün genel baskısı yüzünden olabileceğini düşünüyorum. Örneğin biz çıktığımızda Denizlerin mezarı etrafında sürekli bir polis denetimi söz konusuydu, bu baskıcı ortamdan dolayı Mahir’in mezarıyla bağlantılı bir girişimin yapılamadığı kanaatindeyim.
– Taşıma işlemi nasıl yapıldı?
Ağustos 74’te arkadaşlarla birlikte mezarını naklettik. O zamana kadar geriye kalan sadece kemikleriydi. Mahir Sayın’ın annesiMeryem Teyze bir kefen dikti. Kemiklerini mezara indirenlerden biri de bendim. Bir arkadaşımızın yazdığı ağaçtan bir plakayı iyice derine çaktık. Mahirlerin ilk 30 Mart anmasını da 1975’te ben örgütledim; birkaç otobüs öğrenciyle Siyasal’dan kalkıp gittik. Ve anmayı gerçekleştirdik.
– Aynı cezaevinde kaldığınız Deniz Gezmişlerle, idamdan önce konuşabildiniz mi?
Kızıldere’den sonra Denizlerin de umutları bitti. 35-36 gün içinde yapılan Jandarma komutanı Kemalettin Eken’i kaçırma teşebbüsü gibi eylemler de akamete uğradı. İsmet İnönü’nünbaşkanı olduğu CHP idamları durdurmak için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu, reddettiler. Artık Denizlerin idamının önünde bir engel yoktu. Üçünün idamı kesinleştikten sonra cezaevi idaresinden izin alındı, helalleşme oldu. Yusuf (Aslan), Hüseyin (İnan), Deniz koğuşları gezdiler, hepsiyle helalleştik ama Deniz’le biraz oturduk. Deniz ODTÜ’de saklanırken, bizim Mahir Sayın’la yakın arkadaş, karakter yapıları da şakacı. Ranzanın üstüne bağdaş kurarak oturdular. Ben de onların yanına yanaştım, üçümüz sohbete başladık. Asılmaydı, idamdı falan konuşmuyoruz. Sessizlik kumkuması. Deniz döndü bana, gülerek “Kaçar, gidiyoruz ha” dedi, seyahate gidiyorlarmış gibi. Ben de gayri ihtiyari, “Nereye gidiyorsunuz ya durun bakalım, daha gitmiyorsunuz” gibi inanmadığım bir şey söyledim ama başka ne diyecektim. Gerçeği buydu, gittiler.
Asılacakları gün, Denizleri seven, sol tandanslı bir gardiyan, geldi bize “Denizleri bugün götürüyorlar” dedi. Geceleyin tedirgin bir şekilde beklerken saat bire doğru kapı ve pranga sesleri duyduk. Koğuşumuz koridora bakıyordu. Mahir hemen atladı, cep aynasını tuttu, oradan götürülüşlerini gördük Denizlerin.
Üçe doğru yattık. Kimsenin haber vereceği yok. Bütün hapishane sessiz. Sabah erken uyandım, radyonun kulağını çevirdim. Denizlerin sırayla nasıl idam edildiğini anlatıyordu. “Mahir kalk, Denizleri asmışlar” dedim. Sonra bütün koğuşu uyandırdım. Çok sessizdik, ne bağırma, ne slogan. Sessiz bir protesto vardı.
O gün cezaevi idaresi de anlayışlı davrandı, normal sayım almadı, göz işaretleriyle sayıp çıktılar. Ayrıntılar gelmeye başladı. AvukatHalit Çelenk gibi idamlarında hazır bulunanlar görüşlere geldiklerinde anlatıyorlardı. Slogan atmışlar, “Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi”, “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” gibi… O dönemde ilk defa böyle bir şey oluyordu. Cellatlarına fırsat tanımadan idam sehpalarına kendilerinin vurması… Bütün bunlar o duygusal atmosferin daha da yoğunlaşmasına neden oldu.
– İdama gitmeden, cezaevinde Deniz Gezmiş’e dair özel anılarınız var mı?
Deniz’in çok sevdiği bir şiiri var, Tanya; cezaevinde çok yüksek sesle okurdu. “Hadi Deniz, Tanya Tanya” diye bağırırdık, 4-5 sayfalık şiiri ezbere bilirdi. Deniz’e sık sık söyletirdik Tanya’yı. Parmaklıkları da açık olduğu için bütün hapishane çınlardı. Kızıldere ve Denizlerin idamı aklıma geldikçe Tanya şiirini hatırlarım. “Bu bayrak yere düşmeyecek” duygusunu o günden bugüne taşırım.
– Buna “devrimci romantizmi” diyene ne dersiniz?
Biz devrimci romantizmi Che’den öğrendik. Sonra 71’deki kahramanlarımız bize bu devrimci romantizmi gösterdiler. Ben devrimci romantizmi olmayan birinin devrimciliğinin eksik olduğunu düşünürüm. Bu hayal dünyasında yaşamak olarak anlaşılmasın, gerçekleşebilir hayaller kurmak kastım. “Hayal kurmak güzeldir” der Lenin, “Ama gerçekleşebilir hayaller kurmak bir devrimci için önemlidir.”
– Bugün sosyalist harekete yakın gençler sizce bu gerçeklememiş hayali benimserken Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’e nasıl bakıyor; tabulaştırıyorlar mı, ilham mı alıyorlar?
Onların mücadelesinin, sosyalizm kavgasının 21. yüzyıl sosyalizmi bağlamında bir kısmında yeterince içselleştirilmeden yer yer tabulaştırıldığını görebiliyorsunuz, hissedebiliyorsunuz. Bu kurmayı düşündüğümüz adil, eşit, tüm insanların özgürce yaşayacağı bir toplum idealiyle çok da bağdaşmıyor. Sosyalizm bir dayanışma dünyasına hitap eder, Kızıldere bunun Türkiye’deki ilk örneklerindendir. Örnek alınması gereken bu yoldaş dayanışmasıdır.
– Bir yandan “Bayrak düşmeyecek” bir yandan “Kitleden kopuk silahlı mücadele meşru değil” derken siz cezaevinde nasıl bir hesaplaşma yaşadınız?
Dışarıda yazılan çizilenlere, örneğin Mahir’in PAS Stratejisi hakkında daha sonra bilgi sahibi olduk. Cezaevinde yenilginin nedenleri üzerine tartışmaya başladık. Mamak’taki arkadaşlar olarak yaşananları tamamen örgütsel ve politik yenilgi olarak kabul ediyorduk. O sorgulama içinde yanlış olanın silahlı mücadele değil, politik mücadelenin tamamen kitleden kopuk silahlı mücadeleye indirgenmesinin olduğunun ipuçlarını bulduk.
– Kitleden kopuk olan ve olmayan silahlı mücadele arasındaki farkı somutlaştırır mısınız?
Ancak silahlı mücadelenin kitle temeli üzerinde verilmesi mücadeleyi başarıya ulaştırabilir düşüncesiyle Rusya, Çin, Vietnam, Küba gibi dünya devrim hareketlerini inceliyorduk. Dünyada barışçıl geçişin bir örneği yoktu. Ama işçi sınıfının öncülüğünde verilecek devrim mücadelesi konusunda kafamız berraklaşmıştı. Biz silahlı mücadelenin politik mücadelenin en üst biçimi olduğu düşüncesini kabul ediyorduk. Che’nin bu konuda söyledikleri aydınlatıcıydı: “Hükümetin iktidarı – hileli olsun, olmasın – halk oyuyla elde ettiği ve hiç olmazsa anayasaya uygunluk görünüşünü koruduğu yerlerde, barışçı mücadele olanakları henüz tüketilmediğinden gerilla güçleri harekete geçirilemez.”
– 74’te yaptığınız bu hesaplaşma ardından kurduğunuz Kurtuluş’ta ne yaptınız?
Kurtuluş’un alameti farikaları 1- İşçi sınıfının devrimdeki tarihsel öncülüğünü kabul etmesi, 2- THKP-C’nin ihtilalciliği zemininde kurulması, 3- Kürdistan sömürge perspektifi oldu.
– Nerelerde, kimleri örgütlüyordunuz?
DİSK’in değişik sendikalarında çalıştık. Hapisten çıktığımızda hazır işçi önderleri bizimle beraber değildi. Sendikalarda TKP’nin genel bir etkinliği vardı. Biz de öğrenci hareketi etrafındaki kadrolaşma üzerinden hareket ettik. Anti-faşist mücadele yanında sınıf içindeki çalışmalara da ağırlık veriyorduk. Ve bu süreçte hem bazı fabrikalarda, hem de DİSK içinde önemli bir ağırlığımız olmuştu.
– THKP-C ve sonra Kurtuluş döneminde İslam’la nasıl ilişki kurdunuz?
Böyle bir hassasiyete dokunmayı pek doğru bulmuyorduk. Ancak bir işçinin bir tanrısı, bir inancı olduğunu biliyorduk ve bunun materyalist bir bilince adım adım kendi mücadelesi içinde değişeceğini düşündük. Dinin bir afyon olduğu görüşü hakimdi.
– Siz “Din afyondur” derken sağ da solu “Şapkacı” olarak anlatıyor. Kitleselleşmeyi hedeflerken halkla aranıza bu sebeple ciddi bir mesafe girmiyor mu?
İlişkilerde halkımızın camisine, inancına bir şey demiyoruz. Bunun üzerinde propaganda yapmayı doğru bulmuyoruz. Ama Lenin, parti programını kabul ediyorsa bir papazın da üye olabileceğini söyler.
– Sosyalist hareketin Türkiye’de kitleselleşmesinde İslam ve İslam’a yaklaşım engelleyici rol oynamış mıdır sizce?
Tam buna tekabül ettiğini düşünmüyorum. Ama tabii ki İslam’ı kitleleri uyuşturmak ve sosyalist hareketin önünü kesmek amacıyla kullanmak Kemalist rejimin temel politikası olageldi. Bizler özgürlükçü laikliği savunuruz.
– Sosyalist hareketin yenildiğini söylerken dine dair en az yüz yıl önce söylenenleri tekrarlamak nasıl bir katkı sağlayabilir?
Dine dair söylediklerim kendi dünya görüşüm açısından bir gerçekliğe tekabül ediyor. AKP’nin yaptığı da budur, İslami ritüellere verdiği önemle arkada işleyen rantları örtüyor. Dini bir yapıştırıcı olarak kullanıyorlar. Ama biz mücadele ederken popülist bir yaklaşımla yaklaşırsak kaybederiz.
– İnançlara ilgi, popülistlik değil de söyleme hak ettiği önemi verme olarak görülemez mi?
Sınıflı toplumlarda egemenlerin kendi hegemonyaları için üretilen “halkın değeri” denilenlere önem verdiğimiz andan itibaren popülizmin etkili olacağını, sosyalizmden uzaklaşacağımızı düşünüyorum. Ve bunun karşısında dayanışma dünyasının değerlerini cesaretle savunmamız gerekiyor.
– Ülkücülerle kavga, faaliyetleriniz arasında nasıl bir yer kaplıyordu?
Her gün ortalama 20 kişi ölüyordu.
– Mümtaz’er Türköne’nin Aksiyon’dan Cemal Kalyoncu’ya verdiği röportajdan bir alıntı: “Siyasal’ın ikinci sınıfında iken, 1974’te beklenmedik bir şey oldu. Okuldaki hava aniden değişti. Sebebi, Bülent Ecevit’in 74 affıydı: ‘Türkiye’de 70’li yıllarda şiddeti tırmandıran şey 74 affıydı.’ Zira 68 kuşağının önemli isimleri geri dönmüştü: ‘Abdullah Öcalan ile aynı sınıfta okuduk. Aftan dönmüştü. Yaşça bizden büyüktü. Mesela Mustafa Kaçaroğlu. O da afla gelmişti.” Sizce Türköne haklı olabilir mi; 1974 affıyla çıkmış olmasaydınız şiddet tırmanmayabilir miydi?
Bu çok yanlış bir tespit. Çünkü şiddet bizim çıkışımızdan kaynaklanmadı. 70’lerde dünya ithal ikameci ekonomik anlayıştan sıkı para politikasına geçildi. Bu sisteme eklemlenecek Türkiye’de de neo-liberalizm diyeceğimiz ekonomik politikanın uygulanmasıyla daha çok ezilecek, dolayısıyla direnişe geçecek işçi sınıfının direncini kırmak gerekiyordu. Bu nedenle sınıf hareketini, devrimcileri bastırmak için faşist hareketi üzerimize saldılar. Kimliksizleştirmek ancak diktatörlükle olabilecek bir olaydı. Faşist saldırılarla toplumsal gerilimi arttırıp cuntanın koşullarını yaratmak istiyorlardı. Bunu da yaptılar. Sosyalist hareketin işçi sınıfıyla bütünleşmesinin en önemli engellerinden biri bu faşist saldırılardı.
– Ülkücülerin devletin paralelinde hareket ettiği, hareketten kişilerin muvazzaf subaylarca eğitilmesi veya Ülkü Ocakları yönetiminin Genelkurmay Başkanı’nı ziyaret etmesi gibi olaylarla somutlaşıyor. Hareket içinden gelen Türköne de “Türkiye’de sola karşı, anti-komünist mücadele tam anlamıyla bir kontrgerilla projesi olarak gelişti” ifadesiyle bunu teslim ediyor. Bunu göz ardı etmeden soracağız, sizce devlet, aynı derecelerde olmasa da gerilimi arttırmak için solu da kullanmış olabilir mi?
Buna olumlu yanıt veremem. Böyle bir şey olmadı.
– Devlet, sosyalist örgütlere de sızmış olamaz mı?
Devlet her örgüte sızabilir ama buradan solun, karar mekanizmaları içerisinde yer alan ajanlar tarafından yönetildiği yorumunu çıkarmak yanlış olur. Sol içi şiddet de devletin solu kitlelere olumsuz göstermesinde malzeme olmuştur. Ama devletin bunları bilinçli olarak kurguladığı anlamına gelmez. Sorun monolitik ve sekter sosyalizm anlayışından kaynaklanıyordu.
– Devletin solu yönettiğine değil ama sola sızdığına ilişkin aklımızdaki örnekler, eski Kurtuluşçu Necdet Kılıç’ın Hanefi Avcı’yla bağlantılı olduğu iddiası, Taraf’ta Ertan Altan imzalı haberde geçen Aslan Törer’in MİT’le ilişkisi, Altan’a dile getirdiğiniz 1977’deki kahve taramasında ölen Sıtkı Aydın’ın MİT’le bağlantılı olduğu duyumunuz…
Ben Necdet Kılıç’ın bahsettiğiniz gibi bir bağlantı içinde olduğu kanaatinde değilim. Fakat bu ilişkinin gerekli bir ilişki olduğunu da düşünmüyorum. Kurtuluş’un etkin kadroları içinde dediğiniz konumda birisi hiçbir zaman olmamıştır. Yine de zikredebileceğimiz iki isim var; biri Aslan Terör, diğeri Erkan Mete’dir. İkisi de yakalandıktan sonra polisle işbirliği yapmıştır. Bazı arkadaşlarımızın sorgularına girdiklerini de duyduk.
– Kavgalarda 20 ölümün olduğu bir gün nasıl geçiyordu?
Yanlış anlamayın, Türkiye genelinde ortalama 20’den bahsediyorum.
– Çatışmalar nerelerde oluyordu?
Ağırlıklı olarak okullarda, DİSK’in ve devrimci işçilerin örgütlendiği fabrikalarda ve mahallelerde. Aynı mahallede bir sokak faşistlerin, bir sokak devrimcilerin olduğunda işe veya okula giderken çatışma oluyordu. Ankara’da, Adana’da, saatlerce günlerce süren çatışmaların olduğu mahalleler vardı. Örgütlenilen okulların, mahallelerin, fabrikaların faşistler tarafından işgal edilmesine karşı mücadele ediliyordu.
– Bu çatışmalara siz de katılıyor muydunuz?
Hapisten çıktığımız ilk zamanlar oldu.
– “Çift tabancayla dolaştığınız” efsanesi nereden çıktı?
Olayları biraz abartmışlar. O gün yaşananlar daha sonra bir efsaneye dönüşebiliyor. Bir gün Kürdistan sorumlumuz, oradan birilerinin kendisine “Diyarbakır’da Kaçaroğlu’nu görmüşler, 40 atlıyla geziyormuş” dediğini söyledi. Halbuki ben ilk 1995’te Diyarbakır’a gittim ve hâlâ ata binmesini bilmem. Ama 74’te çıktığımızda, öncesinden kalan artılarımız olsa da bir siyasal otorite avantajı sağlamıyordu. Dolayısıyla kendinizi kabul ettirmek için kavganın önünde olmak zorundasınız.
– Ne tür olaylarda?
Örneğin 77 Şubat’ında, 70’lerde Dev-Genç bölge yürütme kurulu üyesi olan ve öldüğü sırada Kurtuluş’un öncü kadrolarından Zeki Erginbay kontrgerilla ve faşistlerin ortaklığıyla öldürülmüştü. Zeki 70’lerin ilk faili meçhul cinayetidir. Hâlâ katilleri bulunamamıştır. Polis cenazeyi yürütmeyeceğini bildirmişti. Cenazenin yürütülmemesi gibi bir şey olamazdı. Bu olay Kurtuluş açısından İstanbul’da varlık yokluk nedeni gibi bir durumdu. Arkadaşlara “Yapmamız gereken, çatışmayı göze alarak yürümektir” dedim. “Biz de öyle düşünüyoruz” dediler. Binlerce kişiydik. Silahlı arkadaşlar öne geldi, “Ben en önde, tek olacağım. Benden kurşun çıkmadıkça kurşun sıkılmayacak. Ben düştükten sonra ne yaparsanız yapın” dedim. Çünkü polisin provokasyon yapma ihtimali güçlüydü. Polis saldırmayı göze alamadı. O yürüyüş Kurtuluş’un sahneye çıktığı gün oldu.
– O zaman silah nerede devreye girdi?
Esas olarak silahlar anti faşist mücadelede patlıyordu. Zaman zaman Türkiye sol hareketinde tekçi, rekabetçi bir sosyalizm anlayışı egemen olduğu için sol içi şiddet olayları görülebiliyordu. Sol içi şiddet konusunda biz de dâhil, Türkiye sosyalist hareketinde kimse günahsız değildir.
– Birini vuran grup nasıl, neden diğerlerinin önüne geçmiş oluyordu?
Böyle vurma gibi bir şey olmadı, “Soldan birisini vuralım da, buradan kendimizi var edelim” anlayışının bizde zerresi olduğunu düşünmüyorum.
– Bu yanlış bir bilgi değil mi; örneğin Kemal Karaca öldürülmedi mi?
Anlatmaya çalıştığım, o dönem bunu rekabet olarak görmediğimiz. Solda eylem birliğini savunurken öyle bir şey oluyor ki nüfuz alanlarınızda karşı karşıya geldiğinizde pratik meseleleri oturup dostça tartışmanız, sorunları sosyalist demokrasi anlayışı içerisinde çözmeniz gerekirken hemen şiddete dönüşebiliyor. 80’lerin ortalarında sosyalist demokrasi anlayışını Türkiye soluna taşısak da geriye dönüp baktığımızda o zaman da birlikçiliği savunmamıza rağmen “En doğru birlik biziz” anlayışına sahip olduğumuzu görüyoruz. Bu dönemde bizim de günahlarımız olmuştur. Birilerine göre az olması o günkü günahlarımızı affettirmez.
– 1971’den çıkardığınız derslerden birinin bu olduğunu söylerken yine sol içi rekabete düşmeniz sizce neden?
Demek ki yeterince içselleştirememişiz.
– “Günahlarımız olmuştur”dan öteye geçerek bugün günahlarınızı sayabiliyor musunuz?
Ben özeleştiriyi bir günah çıkarma eylemi olarak görmüyorum. Olaylar tek tek anlatılarak bir yere varılabileceğini düşünmüyorum. Önemli olan bir anlayışın değişmesi, mahkûm edilmesi ve bunu ideolojik ve teorik olarak tanımlamak.
– Bir cinayeti veya şiddeti mahkûm etmek için teori mi gerekiyor?
Ondan sonra izlediğimiz çizgi açısından önemli bu; basit gelecek ama kastım, farklılıkların meşruiyetini tanımak. Daha sonra çoğulcu sosyalizm anlayışı temelinde başka sosyalistlerle bir arada ortak bir parti içerinde olabilmek aslında bir özeleştirinin ifadesi.
– Teori, arayışa göre şekillenebiliyor ama pratikte, sokağa çıktığınızda bir ülkücünün veya solcunun vuruluyor, yaralanıyor, ölüyor olması sizi “Kana bulaşmaya ne gerek vardı” sorusuna götürmüyor mu?
Faşistlerle olan çatışma meşru müdafaa çizgisinde olduğu için yapılacak bir şey yoktu. Faşistlerin sistemli bir saldırısı vardı. Şunu net söyleyeyim, sol içi şiddet konusunda pratikte biz bundan mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışıyorduk ama bu anlayış bizi bazı yerlerde sıkıştırıyordu. Siyasi çatışmamız ağırlıklı olarak Devrimci Yol (Dev-Yol) ile olmuştur.
– Sebep?
Dev-Yol’la da çatışmanın temeli aynı hedef kitleye hitap etmemizden kaynaklanıyordu, yani THKP-C zeminine. Bu da doğal olarak rekabeti körüklüyordu.
Aramızdaki ölüm olaylarının azlığı olayın vahametini ve ayrıca bizim bu olaylardaki sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. O dönemde başka siyasal hareketler arasında da ciddi sol içi çatışmalar olmuştur. Açık söyleyeyim, sol içi şiddette daha az olay içinde yer aldığım halde, ismim “sembol” olarak görülmüştür ne yazık ki. Ama önemli olan rekabetçi sosyalizm anlayışını mahkûm ederek sosyalizmin dayanışmacı yanını öne çıkartmaktır.
– Neden “sembol isim” olarak görülüyorsunuz?
Demek ki o dönemde böyle bir etki alanımız olmuş, ismimiz bir yerden çıkmış.
– Tamamen “haksız” mı?
Haksızlıktan çok o dönemin konjonktürü içerisinde bu imajı yaratacak eylemler oldu. İnsanlar ölmedi ama sağı solu basmalar, Halkın Kurtuluşu’yla aramızda ufak tefek arbedeler oldu. Örneğin 75 sonundaki kantin baskını gibi…
– Solun sol içi şiddetle yüzleşmesi için komisyon kurulması fikrine katılıyor musunuz?
Bunun yıllar önce olması gerektiğine inanıyoruz. Geç kalındı.
– Öcalan’ın Hakikat Komisyonu önerisi için aynı şeyi düşünüyor musunuz?
Bu öneriyi gönülden destekliyorum. Ayrıca sol içi şiddete neden olan rekabetçi anlayış yenilginin önemli nedenlerinden biri oldu. Eğer sosyalist hareket 12 Eylül’e karşı ortak bir direniş örgütü yaratabilseydi darbenin etkileri bu kadar ağır olmayabilirdi. Aslında cuntaya karşı ortak bir direniş cephesi oluşturmak için adım attık, ama Dev-Yol kapıları kapattı, hamlemiz boşa çıktı. Halkın Kurtuluşu’yla üçümüz cephe örgütü kurabilseydik cuntanın kaderi böyle olmazdı.
– Neler farklı olabilirdi?
Cuntanın tahribatı daha az olur, yıllarca sürünmezdik. Mücadeleyi verili koşullarda yeniden örgütlemek için yeterli kadro ver kitle potansiyeli vardı.
– Bir komisyon kurulursa yaşananları teker teker anlatır mısınız?
Problem olmaz. Yanlışlarımız gizli saklı olmadı, ölenler, kalanlar, yapılanlar zaten ortada. Bu nedenle geç kalındığını düşünüyorum. Ama tabii ki de bunu mahkûm etmeliyiz, biz bunu yıllar önce yaptık.
– Biz bilmiyoruz, paylaşır mısınız?
Burada doğru olmaz. Ama Kurtuluş’la Dev-Yol arasında ölümle biten olayların hiçbirisinin talimatını vermedim. Gerilimde bir taraftım, ama somut olayların muhatabı değilim. Çünkü tamamen kendiliğinden gelişen olaylardı. Biri “Hayır, öyle değil” derse yüzleşmeye de hazırım.
– Halil Berktay’ın “Ateş açıldığı palavradır, birbiriyle çatışan solcular kendi rezaletinden bir mağduriyet yarattı” dediği 1 Mayıs 1977’de alandaydınız. Kısaca anlatır mısınız; o gün ne oldu? Sol içi şiddetin yaşananlarda hiç payı olmadı mı?
Halil Berktay bu konuda en hafif deyimiyle palavra atmaktadır. Çünkü bugün tüm açıklığıyla ortaya çıkmış olan bu olay bir kontrgerilla provokasyonudur. O gün en son alana Kurtuluş korteji girmişti. Sıtkı Coşkun sunucu, Kemal Türkler de son konuşmacı olarak kürsüdeydi. Bizler Kurtuluş kortejinin en önünde, bugünkü Marmara Oteli’nin önüne geldiğimizde, Tarlabaşı tarafından iki el silah sesi duyuldu. O anda otel tarafından bir yaylım ateşi başladı. Arkadaşlarla kendimizi yere attık. Yanımdaki arkadaşlar ateşin otelin 4. katından geldiğini söylediler. “Ne yapalım” diye sorduklarında, “Aynı şekilde cevap verin” dedim. O sırada büyük bir panik başlamıştı. Herkes kaçışıyordu. Yer yer polisle çatışmalar başlamıştı. Biz bir arkadaş grubu olarak silahlarımızla Taksim Gezi Parkı merdivenlerine çıkarak oradan alanı izlemeyi ve gerekli müdahaleyi yapmayı amaçladık. Sedyelerle insanlar taşınıyordu, olan biteni henüz kavrayamamıştık. Zaman geçtikçe alan tenhalaşıyordu. Oradan çıkmamız gerekiyordu artık. Bir arkadaşa “Kurtuluş flamasını kaldıralım, bunu gören arkadaşlarımız yanımıza gelirler, hep beraber buradan Kabataş’a inelim” dedim. 50 civarı arkadaşla toplandık. Gümüşsuyu üzerinden Kabataş’a indik. Kabataş insan seli gibiydi. Akşam 21.00’de haberleri dinlediğimizde ölenlerin çoğunun panik sırasında Kazancı Yokuşu’nda öldüğünü öğrendik. Şahsen bunu hiç tahmin etmemiştim. Ölenlerin çoğunun kurşunla öldüğünü sanıyordum. Bu provokasyonla sosyalistlerin işçilerle giderek gelişen ilişkilerini koparmak ve sosyalistleri kitlelerden tecrit etmek amaçlanıyordu. Bir başka yanıyla da amaçladıkları neoliberal ekonomi modelinin eksiksiz uygulanacağını düşündükleri bir askeri darbeye zemin hazırlamaktı. Tabii ki sol içindeki gerilimlerin bu provokasyonların yapılmasında bir etkisi olduğu söylenebilir. Ama bu durum olayın tam bir kontrgerilla provokasyonu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
(T24 – Hazal Özvarış)