Sinan DERVİŞOĞLU yazdı – 49 yıl önce, 5 Eylül 1972’de, Münih olimpiyat köyüne sızan Kara Eylül üyeleri, İsrailli sporcuları rehin aldılar. İlk çıkan çatışmada 2 gerilla yaralandı, iki sporcu da öldürüldü. Gerillalar, geride kalan 9 İsrailli rehine ile bir pazarlığa girdiler. Talepleri 234 Filistinli mahpusun ve RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyesi iki militanın, Andreas Baader ve Ulrike Meinhof’un serbest bırakılması idi.
“Savaş zenginlerin terörüdür,
terör yoksulların savaşıdır.”
Peter Ustinov
Geçtiğimiz günlerde, Tokyo Olimpiyatlarının açılış seremonisinde 1972’de bir Filistin saldırısı sonucu Münih’te ölen İsrailli sporcular ilk defa anıldı ve onlar için saygı duruşunda bulunuldu. Olay İsrail hükümeti tarafından sevinçle karşılandı ve İsrail kamuoyunda “Adalet 49 yıl sonra da olsa yerini buldu” yorumları yapıldı. Olayı biz de 49 yıl sonra hatırlamaya ve yorumlamaya çalışalım: 1972’de Münih’te ne olmuştu?
“Böyle bir ülke yok, olimpiyatlara katılamazsınız!”
1960’ların ikinci yarısı ve 1970’ler, Filistin halkının kendi varlığını ve yaşama savaşını dünya kamuoyuna yansıtmayı amaçlayan bir dizi eyleme sahne oldu. Ünlü Filistinli kadın gerilla Leyla Halit’in de yer aldığı çok sayıda uçak kaçırma eylemi, bu çıkışların en çok hatırlanan örnekleridir. Sivillere zarar vermemeyi gözetmekle birlikte sivillerin de yer yer zarar gördüğü bu eylemler, tüm dünyaya “bizi, Filistin’i duyun!” mesajını vermeye yönelikti.
Bu çerçevede, 1972’de Münih’te uluslararası olimpiyat etkinliğinin kararlaştırılmasından sonra Filistinliler, seslerini ve varlıklarını dünya kamuoyuna duyurmak istediler. Yazımızın konusu olan eylemin örgütleyicilerinden, Filistin Gizli Servisleri sorumlusu Ebu İyad (Salah Halef), “Vatansız Filistinli” adlı otobiyografisinde sürecin dünya kamuoyundan gizlenen başlangıcını anlatır. Filistin halkının meşru örgütü olan FKÖ, Birleşmiş Milletler’de de temsil edilmektedir ve FKÖ, “Filistin” adı ve bayrağı altında olimpiyatlara katılmak için Münih’teki olimpiyat komitesine başvurur. Bu meşru bir taleptir, zira 1947 BM kararına göre ülke “İsrail” ve “Filistin” şeklinde, belirlenmiş ve üzerinde anlaşılmış sınırlarla ikiye bölünmüştür. Dolayısıyla Filistin de bir ülke olarak olimpiyatlara katılmak istemektedir. SSCB’nin varlığına rağmen emperyalizmin belirleyici olduğu bir dünyada, bu talep “resmen böyle bir ülke yok” gerekçesiyle reddedilir. Filistin, gene unutulmuşluğa ve sessizliğe terk edilmektedir.
“Kara Eylül” isminin anlamı
Bu durum karşısında, FKÖ bünyesinde yer alan “Kara Eylül” adlı örgüt harekete geçer. Olayın detaylarına girmeden önce “Kara Eylül” ismi üzerinde biraz duralım. Neydi “Kara Eylül” ve neden özellikle “kara” idi?
İsrail’in 1967’deki Batı Şeria işgalinden sonra büyük bir kısmı Ürdün’e geçen Filistinli gerillalar (fedayin), kendilerini bu ülkenin ABD uşağı yönetimiyle de çatışma içinde buldular. Bir yandan gerillaların keskin ABD aleyhtarı, anti-emperyalist ve sol yönelimi, öte yandan işbirlikçi Kral Hüseyin’in “bunlar devlet içinde devlet oldular, kanunlarımıza uymuyorlar” bahaneleri, kaçınılmaz çatışmayı hızlandırdı ve Ürdün’de 1970’te bir tür iç savaş başladı. 16 ve 27 Eylül 1970 tarihleri arasında Ürdün Kraliyet ordusu ve FKÖ gerillaları arasında süren çatışmalarda, Ürdün ordusu gerçek bir katliam yaptı ve Yaser Arafat’ın iddiasına göre 25.000 Filistinli savaşçı Ürdün ordusu tarafından katledildi. İsrail ordusunun öldürdüğü Filistinli savaşçıdan daha fazlasının işbirlikçi bir Arap yönetimi tarafından öldürülmesi, şu ünlü Filistinli özdeyişi bize bir kez daha hatırlatmaktadır: “Arap olduğumuzu İsrail hapishanelerinde, Filistinli olduğumuzu ise Arap hapishanelerinde öğrendik.”
Bu katliamın ateşleri içinde kurulan Kara Eylül, daha sonra 1971’de Ürdün Başbakanı Vasfi Tal’ı suikastla öldürdü ve FKÖ bünyesindeki örgütler yelpazesi içinde bir “şiddet çözümü” aracı olarak yer aldı.
Münich eyleminin hedefi, gelişimi ve sonrası
Münih olimpiyat köyüne sporcu kıyafetleriyle sızan Kara Eylül üyeleri, İsrailli sporcuların kaldığı binayı basarak içerdeki sporcuları rehin aldılar. Bu ilk saldırıda, yediden yetmişe bir Arap saldırısına karşı uyanık ve eğitilmiş olan bir ulusun, İsrail halkının ferdi olan İsrailli sporcular ciddi direniş gösterdiler ve 2 gerillayı yaralamayı başardılar; ve iki sporcu öldürüldü. Gerillalar, geride kalan 9 İsrailli rehine ile bir pazarlığa girdiler. Talepleri İsrail hapishanelerinde bulunan 234 Filistinli mahpusun ve Federal Alman hapishanelerinde olan RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyesi iki militanın, Andreas Baader ve Ulrike Meinhof’un serbest bırakılması idi. Uzun süren görüşmeler ve oyalamalardan sonra, dünyanın dikkatini Filistin sorununa çekme amacına ulaştıkları için, taleplerini “rehineleri serbest bıraktıktan sonra bir uçakla ülkeyi terk etmek” şeklinde değiştirdiler.
Trajedi bundan sonra başladı. Havaalanına helikopterle gelen gerillalar, kendilerine tahsis edilen uçağın bomboş olduğunu görünce bunun bir tuzak olduğunu anladılar. O anda, havaalanında konuşlanmış bulunan Federal Alman polis ve keskin nişancılar ateşe başladılar. 8 militandan beşi bu ateşte öldüler; ancak sağ kalmayı başaranlar helikoptere erişerek rehinelerin hepsini el bombası ile havaya uçurdular. Federal Alman hükümetinin, İsrail’in baskısıyla giriştiği “kurtarma” eylemi tam bir kan banyosu ile sonuçlandı.
Eylemden sonra sağ kalan ve tutuklanan 3 gerilla, Adnan El Gaşi, Cemal El Gaşi ve Muhammed Safadi, önce Alman yetkililerce tutuklandılar; sonra bir Lufthansa uçağının kaçırılması sonrası rehine değişiminde serbest kalıp ülkeyi terk ettiler. Muammer Kaddafi’nin yönetimindeki Libya hükümeti, Münih’te ölen Filistinli gerillalar için devlet töreni düzenledi. İsrail ise, kendilerine indirilmiş bu ağır darbeye misilleme olarak bu eyleme katılan herkesi öldürmeyi amaçlayan “Tanrını Gazabı” operasyonunu düzenledi. Geçtiğimiz senelerde vizyona giren ve baş rolünde Eric Bana’nın yer aldığı “Münih” filmi, bu operasyonu sorgulayıcı bir mantıkla aktarmaktadır.
“Kör terör” mü, sessizliğe mahkûm edilenlerin çığlığı mı?
Sosyalizmi bir dünya görüşü olarak benimseyen hiç kimse, ne ülkesinde, ne de dünyada sivillerin öldürülmesini içeren bir eylemi benimsemez; bu tür eylemlerin yol açacağı tepki ve nefreti, mücadelenin haklılığına sürülmüş bir leke olarak addeder. Ancak günümüzün dünyasında, her türlü gerçeğin medya devleri tarafından çarpıtılıp, allanıp pullanıp zihinlere yerleştirildiği, bazı gerçeklerin ise utanmazca yok sayılıp sözünün dahi edilmediği “post truth” çağında, ezilenlere birçok durumda “kör isyan”dan başka bir çıkış yolu ne yazık ki bırakılmamaktadır. Ezilen, susturulan ve unutulmaya terk edilenler, “çözüm”e ulaşabilmek için önce “sorun” olmayı, bir “sorun” olduklarının algılanmasını bir hedef olarak görmekte, bu doğrultuda bu tarzda yürek burkucu eylemlere girişmektedir.
Cezayir Kurtuluş Savaşından başlayalım. Ülkenin bağımsızlığını hedefleyen Ulusal Kurtuluş Cephesi FLN, 1954’te eylemlere başladığında, Fransız ve Batı basını onları “100 yıldan fazladır Fransa’nın parçası olan bir ülkede karışıklık çıkaran çapulcular” olarak yansıttılar ve zulümle süren bir egemenlik altında ezilen Cezayir halkının çığlıkları dünya medyasının ezici gücüyle bastırılırken, bağımsızlık yanlısı yurtseverler acımasızca ezildiler. Bu noktada FLN, Cezayir’de Fransız sivillerin gittiği lüks kafe ve restoranları bombalamaya başladığında, başta Fransa olmak üzere tüm dünya kamuoyu Cezayir gerçeği üzerine, önceleri tepki, daha sonra ise soru işaretleriyle büyüyen bir sorgulamaya girişti.
Bir diğer örnek Güney Afrika’dır. 1993’te “Nobel Barış Ödülü” alan Nelson Mandela, hapse girdiği 1964 yılında karısıyla yaptığı bir görüşmede, kendisini susturmaya çalışan gardiyanların kollarında çırpınırken haykırarak şu mesajı veriyordu: “Örgüte haber ver, ülkeyi yangın yerine çevirsinler!” 50’ye yakın yıldır devam eden faşist Apartheid yönetimi altında, dünya kamuoyunun sessiz işbirliği ile zulme ve sefalete terk edilen Güney Afrikalı siyahlar, ancak bu eylemlerle varlıklarını hissettirebildiler. Tarihin ironisi, geleceğin “barış güvercini” Mandela’nın liderliğini yaptığı örgüt ANC, bu yıllarda çok sayıda Güney Afrikalı beyaz sivilin öldüğü bombalama eylemlerinin faili oldu.
1947 sonrasında vatanlarından edilen ve dünyaya bir diaspora olarak yayılan Filistin halkına da o yıllarda başka hiçbir yol bırakılmadı. “İsrail terörü” denildiğinde tüm Batı dünyası, “ama onlar da 2. Dünya Savaşı’nda katledildiler” ikiyüzlülüğüyle (katledenler sanki Araplarmış gibi) susmayı ve gözlerini çevirmeyi seçtiklerinde, Orta Doğu’da kamplarda bir sefalet yaşamı süren Filistinlilere, kendilerinin en azından bir “sorun” olduğunu dünyaya hissettirmek için başka hiçbir yol bırakmadılar. Filistin mücadelesi o günden bugüne bir dizi aşamadan geçti. FKÖ’nün dünyaca tanınması, Yaser Arafat’ın birçok ülkede Devlet Başkanı muamelesi görmesi, sosyalist ülkelerin ve dünyadaki ilerici güçlerin sağladığı devasa destek, Filistin hareketini ileri bir noktaya taşıdı.
Ancak Filistin mücadelesi, tüm dünyadaki ulusal kurtuluş mücadeleleri gibi, 1991’de SSCB ve sosyalist sistemin çökmesiyle büyük bir darbe yedi. 7 yıl önce Arap “El Hayat” gazetesine röportaj veren merhum Yaser Arafat’ın karısı Suha Arafat, eşinin SSCB’nin yıkılışını öğrendiği gün büyük bir moral çöküntü yaşadığını ve kendisine “Suha, bak göreceksin, Ortadoğu bundan böyle büyük bir yıkım yaşayacak, ülkeleri yıkılacak, işgal edecek, belki de sınırları yeniden çizecekler” dediğini aktarmıştı. SSCB’nin dünya devrimci hareketlerini desteklemekteki eksiklik ve yanlışları ne olursa olsun, tarih en yazık ki Arafat’ı hazin bir şekilde doğruladı ve bugünkü Ortadoğu trajedisini hep birlikte izler olduk.
Bugün Filistin halkının mücadelesi, pısırık ve tırnakları sökülmüş Mahmut Abbas liderliğiyle, gitgide küstahlaşmış ve kudurganlaşmış bir İsrail saldırganlığıyla ve ABD yönetiminin onlara sağladığı ahlaksızca destekle, kendisine hiçbir anlamlı uluslararası desteğin bulunmadığı bir ortamda büyük zorluklar içinde sürmektedir. Ancak Batı dünyası kamuoyunun büyük kısmı gibi Batılı yönetimlerin de bir bölümü artık İsrail saldırganlığından bıkmış durumdadır ve eski “Holokost kurbanları” edebiyatının yaldızları tüm insanlık nezdinde yavaşça dökülmektedir. İsrail basını Münih’te ölen sporcular için “49 yıl sonra gelen adalet” çığlıkları atarken, tüm insanlık 1947 sonrası öldürülen on binlerce Filistinli kadın, erkek, yaşlı ve çocuk için adaletin geleceği günü inançla, umutla beklemektedir. Münih’te 1972’de gerçekleşen trajedi de bu kapsamda değerlendirilmeli ve ele alınmalıdır.