Milliyetçilik vaktiyle “en çelişkili siyasi fikir” diye tanımlanmıştı. Sizi doğruca gaz odalarına gönderebiliyorsa, baskıcı emperyal güçlerden de kurtarabilirdi. Her Franco veya Modi için bir de George Washington veya Mahatma Gandhi vardı. Milliyetçilik yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan kültürleri ve dilleri kurtarabilirdi ama bunların diğer kültürlere ve dillere üstünlüğüyle de övünebilirdi. Modern çağın en başarılı devrimci hareketi olarak göz ardı edilen ulusların dünya sahnesine çıkmasına olanak tanıdı ama onları kendi ruhlarına döndüren manevi bir içe kapanma biçimi de oldu.
Bazı milliyetçiler, sömürgeci işgalcilerin kıyılarına yanaşmasından önceki ütopyalarını özlemle hatırlar. 18. yüzyılda, Cennet Bahçesi’nde muhtemelen İrlandaca konuşulduğunu iddia eden vatansever İrlandalı alimler vardı. Ne var ki, bu arkaik dürtüye aldanmamak gerekir. Milliyetçilik bütünüyle modern bir ideolojidir, kökleri de en fazla iki buçuk asır öncesine dayanır. Avrupa o zamanlar ulus olmanın kendi siyasi devletine sahip olmayı da gerektirdiği fikriyle sarsılmıştı. Etnik köken ile siyaset arasında doğrudan bir bağ kuruldu. İnsanlar (bu amaç kadınları kapsamıyordu) yalnızca bireyler olarak değil halk olarak da kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahipti. “Ulus” ile “devlet” sözcüklerinin arasına can alıcı bir tire eklendi, yeni bir olgu ortaya çıktı.
Bu devrimci fikrin sorunları da vardı. Bir kere, Çin gibi bir istisna dışında sözde ulusların hepsi etnik açıdan melezdi, öyleyse neden bu etnik grupların her biri kendi devletine sahip olmasındı? Bir diğer husus da o zamanlar ulusların büyük ölçüde emperyalizm ve sömürgecilik eliyle tanımlanmasıydı. Bu egemen güçler, çoğunlukla kendi maddi çıkarları doğrultusunda bölgeler arasındaki sınırların çizilmesinde önemli bir rol oynuyordu. O halde devrimci milliyetçilik, düşmanın tersyüz edilmiş bir yansıması değil miydi? Ayrıca Tibetli ya da Perulu olmanın size doğrudan kendi siyasi devletinize sahip olma hakkını vermesi hangi mistik mantığa dayanıyordu? Elbette, etnik kökeniniz ne olursa olsun, Perulu olmanın yalnızca Peru vatandaşı olmak anlamına geldiği ve çoğu ulusun üzerine inşa edileceği temel olarak kabul edilen sözde medeni milliyetçilik biçimleri de vardı. Ancak bir halk olarak farkınızın, benzersizliğinizin ve muhtemel üstünlüğünüzün onaylanmasına yönelik romantik arzu etkisini hiç kaybetmedi, yakınlarda İngiltere sokaklarında da kendini gösterdi.
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, bu yaz yaşanan ayaklanmaların nedeni İngiliz işçi sınıfının bir bölümünün toplumsal üstlerinden gelen propagandayı fazlasıyla içselleştirmesiydi. İmparatorluklar ve hanedanlıklar dünyasının yerini özerk ulus-devletlere bırakabilmesi için sismik bir kültürel dönüşüm gerekiyordu. Eskiden kendilerini somut olarak feodal bir toprak sahibinin kiracısı ve soyut olarak monarşinin sadık hizmetkarı olarak gören insanlar Fransız, İngiliz veya Portekiz vatandaşı olmayı öğrenmek zorundaydı. Kimlikleri yeniden şekillendirilmeli veya değiştirilmeliydi. İngilizlerin bazıları zengin ve güçlüydü, bazıları da yoksuldu ama aralarında “İngilizlik” adını verdikleri bir bağ vardı ve bu bağ böyle ayrımları önemsizleştiriyor gibi görünüyordu. Zengin ve yoksul aralarındaki çekişmeleri unutup şeytanlaştırılmış bir yabancıya karşı birleşebilirdi. Bu durumun zenginler için fazlasıyla elverişli olduğunu herhalde söylemeye gerek yok. Tüm toplumsal sınıflar ortak bir düşmana karşı birleşebilirdi, İngiltere’de hem Fransızlar hem de İrlandalılar geleneksel olarak bu işlevi görmüştü. Ayrıca ulusun ortak kimlik duygusu için Protestanlık da hayati bir öneme sahipti ki bu ne Fransa’da ne de İrlanda’da vardı.
Mesele şu ki, o zamanlar ticari ve endüstriyel kapitalizmin ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayan bu güçlü ulusal kimlik mevcut koşullarda artık bunu yapamaz hale geldi. Kapitalizm artık küresel bir olgu, işgücü piyasası da kapitalizmle birlikte küreselleşti. Ulusal birlik, siyasi ve kültürel açıdan hâlâ bir zorunluk olsa da küresel pazara ayak uyduramıyor. Kültür ve ekonomi birbirinden kopmuş halde. Bu, elbette çoğu zaman böyledir çünkü kültür genelde buzul yavaşlığında değişirken ekonomi bir anda değişebilir. Ne var ki, bu farklılık ulusal kapitalizmden ulusötesi kapitalizme geçişle daha da belirgin hale geldi. Asırlardır krala ve ülkesine sadakatle yoğrulmuş bir zihin yapısına sahip olan emekçilerden artık milliyetçiliğin büyük yalanını, yani bir etnik grup ile belirli bir toprak parçası arasında organik bir bağ olmadığını ve belli bir dili konuşan veya belirli bir ten rengine sahip olanların ilahi veya doğal bir hakla kendi topraklarına sahip olmadığı gerçeğini kabul etmeleri bekleniyor. Ülkeniz hiçbir zaman size ait değildi ki geri alasınız. Göçmenler, en başından beri zaten sizin mülkünüz olmayan şeyi sizden çalamazdı. İngiliz olmayanların paylaşamayacağı ya da paylaşmak istemeyeceği, yalnızca İngilizlere özgü değerler yoktur. Size bu yanılsamayı kabul etmenizin ulus-devletin çıkarına olduğu bir hayal satıldı, ama devlet kendi doğasını değiştirirken siz aynı kaldınız.
Sizin kabul edemediğiniz şey, ulusötesi kapitalizmin kâr edebileceği birilerini bulabildiği sürece kültürle, ten rengiyle veya Cennet Bahçesi’nde hangi dilin konuşulduğuyla ilgilenmemesidir. Kendi halinde bir Guardian başyazısı kadar duyarcıdır. Liberal projelerin en kusursuzudur, ekonomik çıkarlarına uyduğu sürece Malezyalıları Danimarka’ya, Danimarkalıları da Malezya’ya memnuniyetle kabul eder. Hiçbir üretim tarzı kültüre bu kadar kör olmamıştır. Yönetimi altında yaşayan bazı kişilerden farklı olarak, ulusal veya etnik kimlik gibi meselelere büyük ölçüde kayıtsızdır, çünkü kimlik sizi hareket kabiliyetinden ve uyum sağlamaktan alıkoyan bir deli gömleğidir. Kim olduğunu saplantı haline getirenler yalnızca ergenlerdir. Artık dünyada yerliler yok, bilakis herkes birer mülteci; kimileri de hâlâ anavatanları olarak görmekten hoşlandıkları, onlarca yıl önce yok olmuş, homojen kültürün hakim olduğu bir ülkenin hayaline tutunuyorlar.
Modern kapitalizmde, siyasi birlik arayışı ile ekonomik çoğulculuk hep çatışma halinde olmuştur. Bu, Marx’ın Komünist Manifesto’da belirttiği üzere, en melez, en katışık yaşam biçimidir; sınırları durmaksızın aşar, tuhaf şekilde birbirinden bütünüyle farklı olguları bir araya getirir, zıtlıkları karıştırır, hiyerarşileri yıkar. Ne var ki, piyasadaki bu çeşitlilik devlet düzeyinde birlikle desteklenmek zorundadır. Alışveriş merkezinde anarşist olacaksak kilisede, sınıfta, sandıkta veya aile ocağında sorumlu vatandaşlar olmamız gerekir. Bu, yurtiçindeki kültürel uyum ihtiyacının yurtdışından gelen büyük göç dalgalarıyla uzlaştırılamaması gibi, mevcut düzenin çözebileceği bir çelişki değildir.
Marksizm, işçi sınıfına şovenizmin alternatifini sundu. Bu alternatif “enternasyonalizm” olarak bilinir, Sheffield’daki bir kamyon şoförünün çalıştığı şirketin milyoner sahibinden ziyade Seul’deki bir garsonla daha fazla ortak noktası olduğu anlamına gelir. Bu uluslararası temelli kimlikler birer yanılsama değildir (Katolik olmayı düşünün) ama insanın bedensel varlığı belirli bir yere bağlı olduğu için yerel kimlikleri sürdürmek daha kolaydır. Yalnızca az sayıda fanatik barikatları aşıp “Yaşasın Avrupa Birliği!” veya “Dünya hükümeti çok yaşa!” diye bağıracaktır. Küreselleşmiş dünyaya uygun bilinç formlarını nasıl geliştirirsiniz? Bu, popüler kültür düzeyinde bir sorun teşkil etmedi çünkü Taylor Swift para kadar evrensel bir meta haline geldi. Ne var ki milli gurur, kin ve “öteki” korkusuna dayalı eski kültür biçimleri, bu kozmopolitizmi kolayca benimseyemiyor. Bazı vatandaşlar havaalanlarındaki VIP salonlarının keyfini sürerken, diğerleri kendilerini savunmak üzere “birlik” bayrağına sarınıyor.
Son zamanlarda polise taş atanlardan bazıları ihmal edilmiş alt sınıfların öfkesini ve hayal kırıklığını gösterdi, bazıları da yalnızca yabancılardan nefret ediyor ve onlara saldırmak istiyordu. İlk grubun davranışındaki grotesk ironi açıktır: Yoksul, aşağılanmış, dışlanmış ve geleceksizseniz kimi hedef alırsınız? Elbette sizden bile daha yoksul, daha dışlanmış ve daha aşağılanmış olan yegane sosyal grubu (mültecileri). Bu anlamda, sıradan halkın vatanseverliğini ve imparatorluğa sadakatini beslemenin şüphesiz bir getirisi olmuştur. İmparatorluk, her şeyden önce, belirli bir kültür ve ten rengine sahip insanların İngilizlerden daha aşağı olduğu inanç üzerine inşa edildi ve bu inanç kendilerini üstün hissetmek için başkalarına ihtiyaç duyan milyonlarca İngiliz’e aşılandı. Bazılarının torunlarının Afganlara ve Suriyelilere karşı benzer duygular beslemesi şaşırtıcı değil, bilhassa bu insanlar uzak bölgelerde itaatkar biçimde yaşamayı reddedip kapınıza kadar gelme küstahlığını gösterdiğinde.
Yöneticilerimiz oteller yakılınca veya polisler saldırıya uğrayınca hakikaten dehşete düşüyorlar ama bu öfke patlaması kendilerine yönelmeyince de rahatlıyorlardır. Nihayetinde, kitlelerin kendilerini önemsiz hissetmelerine neden olan düzeni yönetiyorlar. Elbette göçmenleri yakmaya kalkışmanın bahanesi bu olamaz. Kendinizi dışlanmış hissedebilirsiniz ama bu hisle Tommy Robinson gibi bir hödüğün peşine takılmak zorunda değilsiniz. Gelgelelim, hükümetin yanı sıra medya ve yargı sistemi de bu dışlanma hissinin bütünüyle makul olduğunu kabul etmeye cesaret edemiyor, bu sorun çözülmezse isyanların tekrar yeniden patlak vereceğini de.
Terry Eagleton’ın UnHerd’de yayımlanan makalesine ulaşmak için linki tıklayınız.