ÇEVİRİ – Eski Pentagon yetkilisi Michael Rubin, Amerikan Enterprise Institute (Amerikan Girişimcilik Enstitüsü)’nün web sayfasındaki köşesinde yayınlanan son iki yazısında Erdoğan’ın kararlarına dikkat çekti.
Rubin, "Türkiye'nin otoriterleştiğinden artık kimsenin kuşkusu kalmadı, peki ya totaliterlik ne durumda" diye yazarken, Erdoğan'ın liderliği bırakmasının ardından oluşacak güç boşluğu nedeniyle Türkiye'nin on yıllarca toparlanamayacağına dikkat çekti.
Rubin, "14 yıl boyunca süregelen kışkırtma politikaları, otoriter rejim ve bürokratik temizliğin ülkeye ne tip bir zarar verdiğini görebilmenin de önemli olduğuna inanıyorum" ifadelerini kullandı.
Odatv’den Şıvan Okçuoğlu’nun çevirdiği Michael Rubin’in son iki yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şia militanlar başta olmak üzere, Iraklı güçlerin önlerine geçerek IŞİD'in elinden kurtarılan anahtar öneme sahip kasabalarda kontrol sağlama tehdidi oluştururken, Türk askeri Irak sınırı boyunca konuşlanmaya devam ediyor.
Erdoğan'ın öncelikli ilgisi Irak'ın Musul ve Sincar arasındaki yolda bulunan Tel Afar adlı kasabasıdır. Tel Afar yüksek sayıda Türkmen nüfusunu barındırıyor, fakat Şia nüfusu da azımsanamayacak boyutta. Türkler uzun zamandır etnik bir dayanışmanın özlemini çekerlerken, görünüşe bakılırsa Tel Afar'da çok sayıda Türkmen olduğunu önemsemiyorlar ya da farkında değiller ve mezhepçiliği etnik kimliğin önüne geçiriyorlar (Irak'ın Türkmen nüfusunun yarısı ise Şia'dır.)
Irak hükümeti onaylamamış olsa da, Türkler bu ülkeye çoktan askeri birliklerini göndermeye başlamışlardı. Bu iş için Kürdistan Demokrat Partisi (KDP)'nin iki yüzlü lideri Mesud Barzani'den bu iş için aldıkları talep Türk hükümetine yeterli geliyor, fakat Barzani'nin yasal yetkisi 2015'in Ağustos ayında ikinci döneminde sona ermişti.
O ne kadar yasalsa Barzani’nin verdiği izin de o kadar yasaldır
Her şeye rağmen, Barzani'nin Erdoğan'a verdiği izin KDP'nin kontrol ettiği bölgelerin dışında kalıyordu. Kısacası Barzani, Erdoğan'a Musul'un 20 mil kuzeyinde bulunan Beşika'ya askeri birlikler yerleştirmesi ve Iraklı militanları eğitmeleri içindi, bu tip bir iznin ne manaya geldiğini açıklamak için, aktör Sean Penn'in Venezuella ya da Rus askeri güçlerine Loisiana'da üs kurmaları için izin vermesi ne kadar yasalsa Barzani'nin verdiği izin de o kadar yasaldır diyebiliriz.
Bu durumda Irak hükümetinin Türkiye'yi istilacı sayması gayet normaldir. Türklerin bölgedeki varlığı Irak'ın direnişine neden olabilir ve saldırgan ve mezhepçi Iraklı Şia güçleri ulusal ve mezhepçi bir bayrak altında toplanabilirler. En azından, Türkler kendi elleriyle bu tip bir savaşa girebilirler.
Türkiye'nin etnik dayanışma isteği ve mantığı ile bölgeye yerleşmesi Irak hükümeti tarafından kabul görmüyor, bu durumun sebebi sadece Kerkük ve Tuz Khurmantu ve öteki etnik çeşitlilik içeren bölgelere Türklerin müdahale etme olasılığının bulunmasıyla kısıtlı değil, İran'ın Irak'a daha büyük ölçüde müdahale etmesine gerekçe olacağı endişesi de bulunuyor. Türk ordusuna karşı savaşmanın sonucunda Irak topraklarına müdahale etmekten kendilerini alıkoyamayabilirler.
Eğer Türkiye'nin yöneticilerinin bu tip girişimleri sadece kendilerini bağlıyor olsaydı bu başka bir şey derdik. Fakat Türk ordusunun olası bir müdahalesi NATO için ne tip bir anlam taşıyacaktır?
Bu soruyu yanıtlamak için tarihe bakmamız gerekebilir. Dwight D. Eisenhower yönetiminin merkezi stratejik projelerinden biri Merkezi Antlaşma Teşkilatı (Bağdat Paktı – CENTO)'nun kurulmasıydı, bu birliğin sonucunda NATO, Sovyetler Birliği'nin güneyinde bulunan Türkiye, Irak, devrim öncesi İran ve Pakistan'ı kapsayacak biçimde şekillendi.
Türkiye’ye geri dönelim
Irak ve İran'da yaşanan devrimler 1979'da CENTO'nun ölüm fermanını hazırlamış oldu, fakat yine de çeyrek yüzyıla yakın bir zaman dilimi boyunca sürdürdüğü varlığı esnasında Pakistan, Hindistan ile iki defa savaşmak durumunda kalmıştı.
Türkiye gibi Pakistan da, benzersiz bir niteliğe sahip: Onlar da kendilerini tarihin bir kurbanı gibi görüyorlar. Fakat bugün Pakistan'a gidin ve hem liberal hem de daha radikal Pakistanlılar, 1965 ya da 1971'de ABD ve Büyük Britanya'nın ihanetine uğradıklarını söyleyeceklerdir. Kaygı içerisindeki Pakistanlı liderlere göre, CENTO'yu bitiren Washington ve Londra'dan başkası değildi.
Türkiye'ye geri dönelim: Eğer Türkiye Irak'ı istila edecek olursa, ve Türk askeri Irak'ın içlerine ya da kendi sınırları boyunca mevcut bölgelerine saldıracak olursa, muhtemelen Türk yetkililer NATO güçlerini de yanlarında görmek isteyeceklerdir.
Ancak, Erdoğan'ın artan şekilde değişken ruh hali ve saldırgan tutumlarını desteklemek NATO'nun vazifesi değildir. NATO'nun Erdoğan'ın yanında durup Kürtlerle ve Iraklılarla savaşma olasılığı sıfırla hiç arasında bir olasılığa sahiptir.
Erdoğan'ın tipik öfkeli ruh halinin sonucunda belki de Türk-Rus ilişkilerinde bir devrim yaşanacak. NATO için ise Türkiye ile yaşanacak muhtemel bir son bürokratik sızlanma yerine Türklerin gürültülü bir şekilde patlaması ile yaşanacaktır.
Michael Rubin’in ikinci yazısı: Batı’nın Türkiye’yi kaybedip etmediğini sorgulamanın vakti gelmiş olabilir
Türkiye'nin otoriterleştiğinden artık kimsenin kuşkusu kalmadı, peki ya totaliterlik ne durumda?
Kesinlikle henüz böyle bir duruma gelinmedi, fakat eğer hırslı bir bakanın Türk annelerin ninnilerine hükümet propagandası aşılama gayreti engellenemezse bu da pek ala mümkün. Şu satırlar Hürriyet Daily News'ten alıntıdır:
Anadolu Ajansı'nın haberine göre, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu annelere yaptığı çağrıda çocuklarına söyledikleri ninnilerde hükümetin ''2071 hedefi'' hakkında eklemeler yapmalarının önemini vurguladı. ''Artık bundan böyle çocuklarınıza okuduğunuz şu ninnide: 'Uyusun da büyüsün ninni.' Bu ninniyi artık şu şekilde söyleyeceksiniz, ''Uyusun da büyüsün evladım, 2071'i hedeflesin evladım. Büyük Türkiye'ye yürüsün evladım.'' 2 Kasım günü Karadeniz Bölgesi, Amasya'da katıldığı açılışta Eroğlu, konuşmasına ''kadınların önemli bir misyonları olduğu'' sözleriyle devam etti.
Aslında bu sözler gülüp geçilecek denli gerizekalıca. Fakat bu sözler Venezuela, İran ya da Türkmenistan'da dile getirilmiyor; bilakis bir NATO ülkesinde söyleniyor ve en azından teoride AB'ye üye olmak isteyen bir ülkede bu sözlerin söylenmesi başka bir anlama geliyor. Fakat, bu sözler diğer yandan oldukça rahatsız edici bir sorunun da gündeme gelmesine de sebepler.
Çok sayıda milletvekili ve diplomat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bir problem haline gelmeye başladığını artık anlayacaklar, fakat Türkiye'nin en güçlü adamı ile ülkenin kendisi arasındaki ayrımın farkına varmalılar.
Kendisini Türk-yanlısı sayan bir kişiyim, 14 yıl boyunca süregelen kışkırtma politikaları, otoriter rejim ve bürokratik temizliğin ülkeye ne tip bir zarar verdiğini görebilmenin de önemli olduğuna inanıyorum.
İşin aslı basitçe şu şekilde: Tahammülsüzlük ve komplo teorileri ile bir ülkeye nefret aşılamak en kolayı. Fakat, varsayalım Erdoğan yarın ölse, Türkiye'nin kendisini yenilemesi yıllar değil, en iyi ihtimalle onlarca yıl alacaktır. Türk liberalleri kendilerini Bodrum ilçesinde oluşturdukları bir baloncuğun içerisine izole etmiş ve hayata oradan bakıyor olabilirler, fakat günden güne daha net bir şekilde görünüyor ki bu yaptıkları kendilerini kandırmaktan ibaret. Artık Batı'nın Türkiye'yi kaybedip etmediğini sormanın vakti gelmiş olabilir.