2013-2015 arasındaki kısa bir dönemdeki nispi esneklik dışında Kürt düşmanlığını ve savaşı kesintisiz olarak tırmandıran, Suriye ve Federe Kürdistan topraklarına da yayan AKP rejiminin bu politikalarının ekonomik kaynakları tükettiği ve kapitalizmin zaten var olan krizini derinleştirerek sosyal ve siyasal bir krizi de tetiklediği, solda ve Kürt çevrelerinde yaygın bir görüş. Sadece Kürde karşı savaşın kaynakları yutması değil, Erdoğan rejiminin iktidarda kalabilmek için kurduğu devasa polis devletinin de toplum ve ekonomi üzerinde ağır bir yük oluşturduğu açık. Ancak, özünde elbette doğru olan bu görüş savunulurken çoğu kez gözden kaçırılan konu, halk için ‘yük’ oluşturan bu politikaların, hem ‘bal tutup parmağını yalayanlar’ için, hem de ekonominin geneli için motive edici, canlandırıcı yanıdır. Ekonomi kavramı bu tür bir analizde (bütün genel kavramlar gibi) sorunun bütün cephelerini anlamamıza yetmiyor. Çünkü çoğu kez ‘gemi’ metaforuyla anlatılan bu genel kavram, bütün sınıflar ve kategoriler için aynı anlamı ifade etmiyor. ‘Gemi’nin ambarında ve kazan dairesinde kan ter içinde çalışanlar ile en üst güvertede keyif çatanlar ‘ekonomi’ denen şeyin nimetlerinden de külfetlerinden de eşit biçimde nasibini almıyor. Dolayısıyla, örneğin ‘savaşın ekonomi üzerindeki yükü’nden söz ettiğimizde, bu işten muazzam kâr elde edenlerle en altta yoksulluk çekenler bu yükten eşit biçimde etkilenmiyor. Savaş, kimileri için tatlı bir ‘kâr’ alanı olurken, milyonlar için ise ekmeğin küçülmesi anlamına geliyor. Yani, Erdoğan’ın 2019 Sivas mitinginde enflasyon eleştirilerine karşı sarf ettiği, “Ne diyorlar; domates, patlıcan, patates, sivri biber… Düşünün bir merminin fiyatı nedir” sözleri, doğal olarak domates, patlıcan ve bibere ihtiyacı olanları, bizi ilgilendiriyor.
Savaş: Kriz ve büyüme
Bu, yeni bir şey değil. Savaş ekonomisi, silah ve bütün diğer ekipmanların üretimi, personel giderlerinin karşılanması, vb. neredeyse sınıfların/devletin ortaya çıkışıyla yaşıt. Ve elbette her dönemde, hangi biçimiyle, ne miktarda olursa olsun, kamu yönetimi, bu ‘ihtiyacın’ giderilmesi için bir pay ayırıyor. En ilkel dönemlerde bile, kılıç, vs. gibi aletlerin üretiminin meslekleşmesi bilinen bir olgu. Savaş biçimleri ve araçlarının gelişmesiyle birlikte bu üretimin daha geniş boyutta gerçekleştirilerek ‘sektörleşmesi’ ise artık kapitalizme doğru evrilen bir yapı. Sömürgecilik ve emperyalizm çağlarıyla birlikte varılan noktada, işler çığırından çıkıyor elbette. Eski tip sömürgecilikten emperyalist döneme geçiş ise, muazzam büyüklükte bir savaş endüstrisini zorunlu kılıyor; özellikle pazarların paylaşımı dünya savaşı boyutuna doğru yaklaştıkça, çılgın bir askeri üretim başlıyor.
Ama yine de bütün bunlar, en azından iki dünya savaşı arasında birazcık mola verilmesini engellemiyor. II. Dünya Savaşı sonrası ise ortaya tam bir kaos çıkıyor. Bu dönemi yeni bir bunalım olarak adlandıran Mahir Çayan, 1971’deki analizlerinde emperyalistler arası rekabetin yeniden paylaşım savaşına yol açması imkânının ortadan kalktığını öne sürerken, bunun büyük bir sıkışma olduğunu anlatıyor: “Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye ve de esas tayin edici olarak da, dev dünya sosyalist bloğunun varlığı, emperyalistler arası had safhaya ulaşmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan, askeri plana sıçramasına engel olmaktadır.”
Buradan hareketle Çayan, “Emperyalistlerarası uzlaşmaz çelişkilerin had safhaya çıkması, ancak bu çelişkileri yeniden paylaşım savaşı ile geçici olarak çözümleyememeleri ve zorunlu olarak entegrasyona gitmeleri kapitalizmin krizinin en öldürücü aşamayı yaşaması demektir” belirlemesini yapıyor.
Daha basitleştirerek söylersek, Çayan, dünya kapitalizminin yaşanan krize çözüm olarak “ekonominin daha fazla askerileştirilmesi” formülünü bulduğunu, ancak uluslararası koşulların dünya savaşına izin vermemesinden ötürü bu muazzam büyüklükteki sektörün de krizi çözemediğini belirtiyor. Adına ‘soğuk savaş’ denilen dönem boyunca, küresel sistem tabii ki bir dizi ülkede darbeler yapıyor, fiili işgaller gerçekleştiriyor, yeni-sömürgeci tarzda yeni egemenlik biçimleri yaratıyor ama dünya, mevcut dengelerden ötürü henüz rahatça at oynatılabilir bir dünya değil ve bu da ağır bir kriz anlamına geliyor.
Çılgın dönem başlıyor
90’lardan itibaren gerçekleşen ve artık “zamana yayılmış bir III. Dünya Savaşı” olarak yorumlanan dönem, işte tam da bu derdin ilacı oluyor. Sosyalist blok baskısından kurtularak tek kutuplu bir noktaya evrilen kapitalist dünyanın, hemen her köşede bölgesel çatışmalarla karakterize olan hali, kapitalist savaş endüstrisini doludizgin şahlandırırken, bir süre sonra teknolojilerin ucuzlamasıyla yerel despotların da ‘milli’ üretimlere yönelmesi, dünyayı kocaman bir silah fabrikasına çeviriyor. “Terörizme karşı uluslararası mücadele”, küresel sistemin yeni stratejisi olurken, aynı strateji yerel düzeylerde de militarizmi ve savaş endüstrisini besliyor. Dünya askeri harcamalarının 2022’de 2,2 trilyon doları aşarak kırdığı rekor bunun bir göstergesi.
Bu küresel silah sektörü, kuşkusuz ekmeğe, süte, ayakkabıya harcanabilecek muazzam miktarların ölüme ayrılması anlamında korkunç bir ahlaki ve ekonomik yıkıma işaret ediyor ama öte yandan artık stokların az, üretim ve kullanımın bol olduğu yeni dünya kaosu, daralan kapitalist üretimin canlandırılması anlamına da geliyor. Çünkü sanıldığı gibi silah sektörü tek bir mekânda üretimin tamamlandığı fordist yöntemle çalışmıyor artık. Daha 1980’lerde bile ABD’nin ürettiği nükleer başlıklı Cnuise füzelerinin 700’den fazla şirkete ‘ekmek’ kazandırdığını biliyoruz.
Türkiye: Ballı bir alan
Bu tür bir kompleks çalışma biçimi, uzun süredir Türkiye için de geçerli. Evet, Türkiye’de de son dönemde kapasitesini artıran savaş endüstrisi, ekmeğe, süte, ayakkabıya harcanabilecek kaynakları yutuyor ama öte yandan ‘üst güvertedekilerin’ önünde yeni ufuklar açıyor. Türkiye, bir yandan özellikle yüksek teknolojili savaş uçakları ve dijital sistemler gibi alanlarda ithalatını sürdürürken, diğer yandan drone başta olmak üzere bir dizi alanda atılımlar yapıyor. Bu ise giderek büyüyen bir sektörü karakterize ediyor.
Şu anda, ihracat baz alındığında savaş sektöründe 14 büyük şirket öne çıkıyor. 2022 itibarıyla sektörün öncüsü, Erdoğan ailesinin bir parçası olan BAYKAR şirketi. BAYKAR, 2022 yılında ihracatını 1 milyar 168 milyon dolara çıkarmış durumda. 2021 yılında 359.4 milyon dolarlık ihracat gerçekleştiren TUSAŞ ise 2022 yılında 553.7 milyon dolar değerinde ihracat gerçekleştirdi. TUSAŞ’ın iştiraki olan ve General Electric, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve Türk Hava Kurumu ortaklığı olan TEI ise 2022 yılında 250.4 milyon dolarlık sektörel ihracat gerçekleştirdi. Kara araçları alanında liderlik 242.5 milyon dolarlık ihracatla BMC de aynı kadroda var. Turbojetler ve diğer motorlar alanında çalışan Pratt&Whitney /THY/TEK ve ASELSAN da bu alandaki önemli şirketler. Koç Holding’e bağlı RAM Dış. Tic. A.Ş. ve Anadolu Deniz İnşaat şirketleri de ilk 14’ün içinde. Öteden beri askeri ihalelerle tanınan NUROL Makina ise zırhlı araçlardan TOMA’lara kadar her şeyi üretiyor. Yine Alp Havacılık ve ROKETSAN, 2006’dan itibaren helikopter işlerine giren SYS ve tank üretiminde FNSS sektörün önemli şirketleri.
Herkes işin ortağı
Ancak manzarayı bu en büyük şirketlerden ibaret görmek yanıltıcı olabilir. En büyük 14’ün yanında, KASKAŞ, KALE AERO, ASİSGUARD, VESTEL SAVUNMA, ASPILSAN, EHSİM, NETAŞ, STM, HAVELSAN ve devletin resmi MKE gibi kurumları gibi daha yüzlerce şirket bu alanda çalışıyor. Ki bunlardan bazıları, 2020 yılının Defense News Top 100 listesine alt sıralardan da olsa dahil olmuşlardı. İSO 500’e giren Türk savunma sanayii firmaları arasında da yine TUSAŞ, ASELSAN, ROKETSAN, OTOKAR, BMC, MKE, KOLUMAN OTOMOTİV, vb gibi şirketler vardı.
Ama bu kadarı da savaş endüstrisinden ‘ekmek’ yiyen sistemi anlatmaya yetmez. Örneğin Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği’nin (SASAD) 2023 itibarıyla 276 üyesi vardı. Ki bu bile aslında buzdağının görünen yüzü. Çünkü aynen ABD Cruise füzelerinde olduğu gibi burada da taşeron şirketlere kadar oluşan yaklaşık 3 bin firmalık bir zincir var. Neticede bir zırhlı araç, lastiklerinden aynasına, boyasına ve dijital sistemine kadar yüzlerce parçadan oluşuyor ve bütün bu parçalar değişik şirketlere ihaleler ve iş alanları sağlıyor. Böyle olunca da örneğin bizim sıradan bir boya şirketi olarak bildiğimiz DYO’yu SASAD üye listesinde görmek şaşırtıcı olmuyor; ya da komuta kontrol ve haberleşme sistemleri alanında AYESAŞ, hidrolik sistemlerde HEMA Holding, iletişim alanında KAREL, TOMA sistemlerinde KATMERCİLER, vs. gibi yüzlerce şirketle karşılaşabiliyoruz. Bütün bunların alt şirketleri ve taşeronları da hesaplandığında önümüze kocaman bir savaş kompleksi çıkıyor. Toplumsal olaylarda sıkılan her damla sudan, atılan her gaz kapsülünden Federe Kürdistan’da kullanılan her bombaya kadar bütün savaş araçlarının boyasından cilasına her parçasında sayılamayacak kadar çok firma yerini alıyor ve para kazanıyor.
Dahası var, 2023’te rapor veren Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün, 170’ten fazla ülkeye platform, sistem, alt sistem, mühimmat ihraç edebilen, 250’nin üzerinde ürünü sunabilen bir konuma gelindiğini aktarırken, toplam 4,4 milyar dolarlık savunma sanayii ihracatı gerçekleştirildiğini anımsatıyor, sektörün 12 milyar dolar ciroya, 80 binin üzerinde çalışana, 2500’ün üzerinde firmaya ulaştığına işaret ediyordu. Bütün bunlara Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi devlet bütçesi ve TSK’nin resmi personel giderleri eklendiğinde ve gayrıresmi yoldan Kuzey ve Doğu Suriye’deki cihatçı gruplara, suikastlara, istihbarat işlerine bütçeden harcanan miktarlar da eklendiğinde, ortaya çıkan manzara tam bir savaş makinesi oluyor.
Öte yandan, bütün bu şirketlerin ihracat rakamları görülmekle birlikte, özellikle BAYKAR gibi ‘aile’ şirketlerinin TSK, Emniyet ve MİT gibi kurumlara hangi birim fiyatlarından ne kadar satış yaptığı bilgilerine ulaşmak zor. “Ticari sır” ya da “devlet güvenliği” gibi gerekçeler bunu engelliyor ama bütün bu işlerin ‘bedava’ yapılmadığı da açık. Sonuçta her drone aracının, her tankın, vb. bir fiyatı var ve gerçekte ne kadar olduğunu bilmediğimiz bu fiyatları vergilerimizle biz ödüyoruz; hangi firmaların kasasına ne kadar katkıda bulunduğumuzu da öğrenemiyoruz.
Bizi vuran onları yaşatıyor
Sonuç itibarıyla, Türkiye’nin savaş endüstrisi, sanıldığı gibi basit ve ucuz bir alan değil. Tabii ki listenin en başında dünyanın en zenginleri listesine hızlı giriş yapan damatgiller bulunuyor ama arka planda bu alandan nemalanan, her mermide payı olan yüzlerce firma var. Dolayısıyla, savaşa harcanan kaynakların ekonomiyi kuruttuğu tezi doğru bir tez olmakla birlikte aslında yarım bir doğru. Evet, kaynaklar ölüm sektörüne akarak heba olurken bizim ekmeğimizi küçültüyor ama öte yanda irili ufaklı şirketlere milyarlar kazandırıyor. Aynı şekilde bütün kitle gösterilerinde atılan “Savaşa değil eğitime, sağlığa bütçe” gibi sloganlar da politik olarak doğru ama yarım doğru olabiliyor. Neoliberal kapitalizm, savaşın da ötesinde yıkıcılığı olan bir sistem ve savaşın bitmesiyle bütün kaynakların sağlığa, eğitime, emeğe, süte harcanacağını düşünmek, adına ister düz kapitalizm, isterseniz kapitalist modernite deyin, bugünkü sistemi fazla hafife almaktır. Savaşın bitmesi kuşkusuz ekonomide büyük bir rahatlama yaratacaktır ama kapitalist işleyişin kâra dayanan mantalitesini değiştirmeyecektir. Ancak savaşın bitmesi, gerçek bir demokrasi ve ekonominin temel taşlarını değiştiren bir hamleyle tamamlandığı durumda köklü değişiklikler olabilecektir. Bu gerçeklik, demokrasi mücadelesi ile ekonomik sistem değişikliği talebinin antimilitarizmle buluşmasını gerekli kılmaktadır.