Mehmet YILMAZER yazdı – Kızıldere’de bir anlamda devrimci önderler kendilerini yaktılar. Liderler yitirilmiş ancak saçtıkları ışık on yıllar sonrasına devrimci moral olarak taşınmıştır. Bir bakıma tek parti yıllarının kader gibi görünen durgunluğu bu alevler içinde yok olup gitmiştir.
Deniz’lerin idamını engellemek için Ünye Radar Üssü’nden rehin aldıkları 3 İngiliz teknisyen ile Niksar Kızıldere’ye gelen Mahir Çayan ve yoldaşlarının burada katledilişinin üzerinden 49 yıl geçti. Neredeyse yarım yüzyıl… Bu olay Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanlarının ortak örgütledikleri, etkileri büyük, yıllar sonrasına dersler taşıyan bir eylemdi.
Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp ve Ertuğrul Kürkçü Kızıldere’ye farklı zamanlarda geldiler ve muhtarın evinde mevzilendiler. Çıkan çatışma sonucunda Ertuğrul Kürkçü dışında diğerleri devlet güçleri tarafından imha edildiler. Bu aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin 1960’lar sonrası yeniden yükselişinde yetiştirdiği en önemli kadrolarının kaybedilmesi anlamına geliyordu.
Devrimci Hareket uzun yılların bir türlü dar bir çevreyi aşamamış günlerinden sonra 1960’lı yıllarda kıpırdanmaya başlamış, ‘60’ların sonlarına doğru ise önemli sıçramalar yapmıştır. Bu günler aslında dünyada devrimci bir dalganın yükseldiği günlerdir. Vietnam kurtuluş savaşının sürdüğü yıllar, efsanevi Küba devrimi 1958’in ortalarında zafere ulaşmış, Latin Amerika’da güçlü bir devrimci dalgayı tetiklemiştir. Bu dönem Avrupa’da “1968 devrimi” olarak yaşanmıştır. Ancak devrimci hareket için dünyadaki bu olanların yanında bizi etkileyen en önemli gelişme Filistin Mücadelesidir. Bu etki güçlü pratik bağlarla birlikte yürümüştür. Bütün bunların Türkiye’de devrimci hareketin güçlenmesinde çok önemli etkileri olduğu açıktır.
Ancak dalga sadece dışarıdan gelmemiştir. Esas içerideki köklü değişimler toplumsal yapıya yansımıştır. 1950’lerle birlikte tek parti döneminin durgunluğundan ve devletçi ekonomisinden liberalizme ilk yelken açma yaşanmıştır. Bunun en çarpıcı sosyal sonucu başta İstanbul’a olmak üzere kentlere nüfus göçüdür. Filmlere konu olan “gecekondular” bu yıllarda yerden biter gibi yaygınlaşmıştır. Yeni kuşak işçi sınıf buralarda yoğunlaşırken, aynı zamanda gençler de büyük kentlerin üniversitelerine akmıştır.
Türkiye İşçi Partisi 1961’de kurulmuş, 1965 seçimlerinde Meclise 15 vekil sokmuştur. Bu burjuvazi için büyük bir şok olmuştur. Ancak gelişmeler burada durmayıp Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun içinden 1969’lara doğru efsane gençlik örgütü Dev-Geç çıkmış; yine bu dönemde Türk-İş içinden 1967’de DİSK kopmuştur.
Bu yıllarda pratik mücadele nefes nefese akarken düzenin örgütlemesiyle faşist yapılar da hızla ortaya çıkmıştır. Eylül 1969’da Beyazıt Meydanı’nda herkesin gözü önünde bir görevli tarafından öğrenci liderlerinden Taylan Özgür’ün öldürülmesi siyasal havadaki değişimin ilk önemli işareti oldu. Öğrenci ve işçi hareketi hızla yükseldi ve radikalleşti; aynı zamanda çatışmalar ve ölümler başladı.
Bu süreçte pratik mücadelenin hızlı akışı yanında aynı zamanda yükselen devrimci hareket için çok önemli gelişmeler yaşanıyor, devrimin yolu veya devrim stratejileri tartışılıyordu. 1960’lı yıllar devrimci hareketin yeniden doğuş yıllarıydı. Sadece pratik mücadelenin yaygınlaşması ve yükselmesi açısından değil, içinden çıktığı ortama uygun teorik, siyasi ve stratejik görüşlerin yaratılması açısından da bir yeniden doğuş yaşanıyordu. Bu çok sıcak ve akışkan yıllarda aynı zamanda tek parti döneminin “eski kuşak” devrimci önderleriyle buluşma ve sentezleşme çabaları yaşandı. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli bunlardan en bilinenleriydi. TKP’nin 1920’lerde doğuşu ve bir kaç on yıl sonra tasfiye uğraması, yeni kuşağın arkasına baktığında koyu izler görememesine neden olmuş, bu gerçeklik ‘60’lar sonrası sentezleşmenin yolunu zorlaştırmıştır.
Strateji arayışlarının yaşandığı bu yıllarda Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim”i, strateji arayışlarının en kapsamlılarından birisiydi. Aynı zamanda kendi içinde tutarlıydı. 1960’ların sonlarına doğru, stratejik düşünceler oluşturulurken önemli faktörlerden birisi “anti-emperyalizm”di. Dünyada Amerikan emperyalizmine karşı çok yaygın bir mücadele sürerken anti emperyalist tavrın öne çıkması elbette çok doğaldı. Bu nedenle Amerikan 6. Filosu’nun İstanbul’a gelişi çok güçlü devrimci tepkilere neden olmuştur. Vietnam savaşı sürerken 6. Filo’nun bu gelişi devrimciler tarafından “işgal” olarak yorumlandı.
Dönemin stratejik arayışlarını etkileyen diğer önemli gerçek dünyada başarılmış ve sürmekte olan devrimci mücadelelerin varlığı ve konumlarıydı. Ekim devrimi, Çin ve Vietnam Kurtuluş savaşları, Küba devrimi düşüncelerin oluşmasında büyük izler bırakmıştır. Bu kadarı elbette doğaldır. Ancak strateji arayışları bazen dünya deneylerinin bir tekrarına dönüşebildi. Bütün bu görüşler 12 Mart 1971 askeri darbesi sürecinde ilk büyük sınavlarını verdiler. Elbette devrimci mücadelede sınav sadece stratejik öngörüler yönünden verilmez, taktik ve örgütsel yapılanış açısından da verilir. Bu dönem ve 12 Mart yılları bu konularda bilinçlerde güçlü izler bırakan derslerle yüklüdür. 1970’ler sonrasında ister istemez bu derslerin etkisiyle yürünmüştür.
Bu yıllar devrimci hareketin mücadele tarihinde özel bir yere sahiptir. Devrimci hareket yeniden doğuşun coşkusundan büyük bir güç alırken, öte yandan egemenler de bu gidişten paniğe kapılmışlardır. Darbenin başındaki genel kurmay başkanı Memduh Tağmaç tarihe geçen: “Sosyal gelişim iktisadi gelişimin önüne geçmiştir” tesbitini yapmıştı. Öte yandan dönemin başbakanı Demirel de hemen hemen aynı şeyi “bu anayasa ile ülke yönetilemez” diyerek tekrarlamıştır. 12 Mart askeri darbesinden sonra egemenlerin bütün davranışı “sosyal gelişimi” bir zırh içinde hapsetme gayreti ile geçmiştir. Bugün nerelere kadar geldiğimizi görüyoruz.
Bu yıllar bir başka yönden de özeldir. ‘60’lar sonrası şekillenen siyasi yapılar zaman zaman darbeler yemelerine rağmen sonraki on yıllara damgasını vurmuştur. Bu günlerde şekillenen siyasetler mücadele koşullarının etkisiyle görüşlerinde bazı değişimler olsa da esas olarak sonraki dönemlere kendilerini taşımışlardır. Devrimci hareketin bu ‘60’lı yıllardaki yeniden doğuşu güçlü olduğu için devamı gelmiştir.
Bir diğer sonuç, Denizlerin kurtarılması için yapılan bu kahramanca eylem THKP-C ve THKO’nun ortak eylemi olmasına rağmen ardından bu siyasi yapıların birleşmesi sonucunu yaratmamıştır. Yapılar kendi bakış açılarını derinleştirerek mücadeleye devam etmişlerdir.
Kızıldere eyleminde ve ardından 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesiyle “68 kuşağı” çok önemli liderlerini yitirmiştir. Bunun çok büyük bir kayıp olduğu açıktır. Yeni liderlerin ortaya çıkışı ve siyasal yapıların kendini toparlaması için zorlu yıllar gerekmiştir. Ancak bu büyük kayıp bir siyasal yıkım getirmemiştir. ‘60’lı yıllardaki yeniden doğuşun enerji ve coşkusu o kadar büyüktür ki, bu kendini ‘70 sonrası mücadeleye taşıyabilmiştir. Öte yandan, devrimci siyasal ortamın yükselişi hem dünyada hem de Türkiye’de bir tempo kaybetmemiş, yeniden toparlanmada bu gerçekliğin de önemli bir etkisi olmuştur. 12 Mart darbesi adeta akan suyu biraz barajlamış, ardından mücadele dalgası hızla yükselmiş, barajdan taşmıştır.
Kızıldere’de bir anlamda devrimci önderler kendilerini yaktılar. Liderler yitirilmiş ancak saçtıkları ışık on yıllar sonrasına devrimci moral olarak taşınmıştır. Bir bakıma tek parti yıllarının kader gibi görünen durgunluğu bu alevler içinde yok olup gitmiştir.
Bu coşkuyu yitirmeden yaşananlardan aynı zamanda önemli bir ders daha çıkmaktadır. Böyle tarihsel parlamalar, aynı biçimde tekrar edemez. Yanışın ışığında mutlaka farklı yollar bulunmalıdır. ‘70 sonrası mücadele yeniden yükselirken öncesinin bir tekrarı anlamına gelebilecek eylemler olsa da, etkileri kesinlikle önceki gibi olmadı. Olamazdı.
Kızıldere’deki büyük ışığı hala görüyoruz. Bu ışığı yaşanan zorlu günlerin karanlığını dağıtmak için değerlendirmek bize bıraktığı en güçlü miras olmalıdır.