Mustafa Durmuş – Diğer Yazıları
“Çin’de üretilen bir ürün Mersin Limanına gelecek, depolanacak ve sonrasında mega kentte işlenecek, ambalajlanacak ve kurulacak olan devasa ulaştırma alt yapı ağı ile Orta Asya’ya, Afrika’ya ya da Kafkaslara gönderilecek…”( CHP’nin Türkiye’nin “ekonomik yükseliş projesi” olarak basına tanıtılan Merkez Türkiye Projesi sunumundan).
“CHP sadece AKP’yi eleştirmekle kalmıyor, topluma gelecek tasavvuru olan bir proje de sunuyor” H. Kozanoğlu (BirGün).
Yukarıdaki alıntılardan yola çıkarak “Merkez Türkiye” projesinin Türkiye’nin gerçek anlamda kurtuluşunu sağlayabilecek nitelikte bir proje olduğu söylenebilir mi? İleri sürüldüğü gibi, bu projenin hayata geçmesiyle ekonomide sürdürülebilir bir canlanma ve büyüme, yıllık 150 milyar dolara yakın bir yerli katma değer ve 2 milyonu aşkın işsize insanca yaşayabilecekleri bir iş güvencesi altında adaletli bir ücret ve adil bir gelir dağılımı veya 30 bin doları aşkın bir kişi başına gelir yaratılabilecek midir?
Ya da bu proje yaklaşan seçimlerde emek ve ekonomi vurgusu ile ön plana çıkan sosyal demokrat olma iddiasındaki bir partinin felsefesi ile uyuşan bir proje midir?
Daha açık bir biçimde sormak gerekirse, bu proje uluslar arası sermayenin, özü itibariyle neo liberal küreselleşme ve finansallaşmanın savunucusu konumundaki CHP içindeki neo liberal kanat üzerinden gündeme getirdiği bir proje midir?
Bu yazıda bu soruların yanıtlarını oluşturmaya dönük ipuçlarını arayacağız. Ancak bir önceki yazımızda[1] bu projenin ana fikrinin 1950’lere, Amerika’ya kadar uzandığını ve uygulamasının son yirmi yıldır başta Çin olmak üzere bazı ülkelerde gerçekleştirildiğini, hatta bu ülkelerin projede üçüncü aşamaya geçtiklerini hatırlatmakta yarar var.
Bu proje ile ilgili bilimsel bir çözümleme, bu projenin küresel kapitalist-emperyalist sistemin içinde bulunduğu mevcut iktisadi ve siyasi koşullarla ve özgün olarak Türkiye’nin de içinde bulunduğu somut tarihsel koşullarla ilişkilendirerek değerlendirmesini gerektirir.
Bu nedenle de son dönemlerde Suriye başta olmak üzere Orta Doğu’ya yönelik emperyalist savaş ve IŞİD saldırılarının ardındaki faktörlerin başında emperyalist-kapitalist ülkeler arasındaki yüz yıllık rekabetin geldiğini görmeliyiz. Bu rekabet politik ve askeri bir rekabet olarak kendini gösterse de bunun temeldeki nedeni iktisadi rekabettir.
Bu yüzden öncelikle iktisadi rekabet olgusundan hareket edilmeli ve kapitalist ülkeler arasındaki rekabeti ve ticareti yöneten iktisadi kanunlara bakılmalıdır.
Bu bağlamda önce ana akım burjuva iktisadı tarafından uluslar arası ticareti yönettiği ileri sürülen ama gerçekte yönetmediğini yaşayarak gördüğümüz bu kanunları kısaca gözden geçirelim.
Bu kanunların başında “Say Kanunu” gelir[2]. Bu kanun, en azından zımni olarak ‘paranın miktar teorisi’ni kullanır ve kapitalist uluslar arası rekabeti herkesin kazançlı çıktığı bir arkadaşça oyun gibi ele alır. Zira böyle bir uluslar arası işbölümü sonucunda teoriye göre her ulusal ekonomide tam istihdam gerçekleşir, istem dışı işsizlik sıfırlanır.
Benzer bir biçimde Ricardocu “Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisine” göre[3], her ulus, mutlak değil, karşılaştırmalı üstünlüğe, dolayısıyla da rekabet gücüne sahip bulunduğu malları ürettiği serbest bir ticaret dünyasında, böyle bir ticaret ile refahını adil bir biçimde maksimize eder.
Bu teoriye inanırsanız, teorinin çağdaş bir yorumu altında, modern üretken gücü sınırlı olan Türkiye gibi azgelişmiş bir ülke, dünyanın modern üretken güçlerini tekelinde tutan ülkeler kadar serbest uluslar arası ticaretten faydalanır. Sonuçta mevcut teknoloji ve doğal üretim koşullarının izin verdiği küresel maksimum üretim etkinliği ve verimliliği bu yolla sağlanmış olur.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında kurulmuş olan IMF, Dünya Bankası ve GATT (DTÖ) gibi kuruluşlarca servis edilen bu teorinin modern versiyonu altında Türkiye 1960’lardan itibaren önce küresel kapitalizmin manavı, pazar yeri, mandırası, sonrasında turistik hizmet sunucusu ve AKP iktidarları döneminde serbestçe dolaşabilen uluslar arası sermayenin kâr oranlarını yükselttiği, böylece krizini ertelediği bir “yükselen ekonomi” haline geldi.
“Merkez Türkiye” projesi ile de, coğrafi konumunun sağladığı avantajdan hareketle, dünyanın lojistik merkezlerinden biri olmaya, yani başka ülkelerde üretilmiş olan mal ya da hizmetlerin, küresel çapta dağıtımına aday gibi görünüyor. Bu nedenle de küresel kapitalist sistemde uluslar arası ticaretin sözü edilen bu teoriye göre mi işlediği sorusu önem kazanmaktadır.
Uluslar arası ticarette ‘Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nin gerçek durumunu anlayabilmek için bir analojiye başvurulabilir. Bilindiği gibi, ana akım iktisat ders kitaplarında Robinson Crusoe figürü iktisatçılar tarafından sıklıkla ve özellikle de uluslar arası ticaretin analizinde başlangıç noktası olarak alınır.
Buna göre Crusoe dayanıklı bir birey, çalışkan, zeki ve hepsinin de ötesinde tutumlu bir karakterdir, öyle ki rasyonel davranışlarıyla doğanın efendisidir. Ancak eserin yazarı ve kendi de bir sosyal bilimci olan Daniel Defoe tarafından yazılan romandaki Crusoe tanımı bundan farklıdır. Bu romanda Crusoe işgalci, köleci, soyguncu, katil ve güç kullanan bir tiptir. Hikâyenin bu kısmının ihmal edilmesi kesinlikle şaşırtıcı bir durum değildir. Çünkü “politik ekonominin müşfik bir tarih silsilesi, tarih kronolojisi içinde ezelden beri huzur vardır”. İktisatçıların Crusoe’si ile gerçek Crusoe arasındaki çelişki, iktisat kitaplarında yer alan tüm ulusların yararına olan uluslar arası ticaret tanımı ile fiiliyatta uluslar arası ticaretin gerçeklikleri arasındaki çelişkide karşılık bulur[4].
Say Kanunu’nu Malthus’tan sonra ilk reddedenler arasında olan Marks’tan yarım yüzyıl sonra ortaya çıkan Keynes, kapitalizmin şu ana kadar yaşanmış en derin bunalımı olan Büyük Depresyon sonrasında (1936) yazdığı “İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi” adlı temel eserinde[5], üretilen ve piyasaya çıkartılan her malın Say Kanunu’nca ileri sürüldüğü gibi alıcı bulmadığını, yani bir toplam efektif talep eksikliği durumunun mevcut bulunduğunu ve serbest uluslararası ticaretin de bu sorunu ortadan kaldırmadığını ortaya koydu.
Bu, zımni bir biçimde, ana akım klasik ve neo klasik iktisatçılarca ileri sürüldüğü gibi bir uluslar arası uyumun gerçek dışı olduğu, tam istihdamın asla sağlanamayacağı ve Marks’ın daha önce ileri sürdüğü aşırı birikimden kaynaklı bir üretim fazlası sorununun olduğunun kabul edilmesi anlamına gelir.
Yani kapitalist ülkelerin toplam üretim kapasiteleri mevcut piyasaların emebileceğinden daha fazladır. Bu da pazar paylarını artırabilmek için bu ülkeler arasında periyodik savaşlara neden olmaktadır.
Nitekim Keynes, bir ülkenin ancak diğerleri aleyhine büyüyebileceği ileri süren merkantilist dünya görüşünün, rekabet avantajını esas alan uluslar arası uyum teorisine kıyasla daha gerçekçi olduğuna inanıyordu[6].
Ancak sistemi eleştirmektense, uygulanan politikaların yanlışlığına odaklanan Keynes, tipik bir sosyal demokrat olarak da, doğru para ve maliye politikaları uygulanarak tam istihdama ulaşabileceğini, böylece başta hocası ve Marjinalist Faydacı İktisadın kurucularından biri olan A. Marshall olmak üzere kendinden önceki Marjinalistler gibi tüm ekonomilerin tam istihdama erişmesi halinde serbest dünya ticaretinin arkadaşça bir oyuna dönüşebileceğini umuyordu.
Ancak tarih bize, üretilen malları kârlı bir biçimde satmayı amaçlayan istikrar politikalarının defalarca başarısız kaldığını gösterdi. Sonuçta bugün hala uluslar arası ticaretin merkantilist dünyanın hüküm süren kanunlarına tabi olduğunu, Ricardocu barışçıl karşılaştırmalı üstünlükçü bir dünyanın kanunlarına tabi olmadığını yaşayarak görüyoruz.
Bir başka anlatımla Marksizm dışındaki uluslar arası ticaret teorisi paradigması bir avcı- balıkçı modelidir. Yani, ticaret eşit koşullarda, karşılıklılık ilkesine göre karşılıklı fayda sağlayarak ve özgürce yapılır.
Ancak gerçekte uluslar arası ticaret ya da bölgeler arası ticaret, eşitler arası ve barış içinde yapılan bir şey olmaktan ziyade egemen (yöneten) ile tabi olan (yönetilen) ilişkisine dayalıdır. Bu ticaret Merkez ile Çevre, sömürgecilerle sömürgeler ve efendiler ile hizmetkârlar arasında gerçekleşir. Sermaye-emek ilişkisinde olduğu gibi üst ve alt fonksiyonlar biçiminde bir işbölümü söz konusudur. Bir taraf düşünür, planlar, örgütler diğer taraf ise işi yapar. Eşitsiz bir yapı ve ödül-karşılık söz konusu olduğundan bu yapı güç ile kurulmalıdır. Bu güç yapısal bir yoksulluk şiddeti, sembolik bir sosyalleşme şiddeti ya da savaş ya da barışın fiziki şiddeti biçiminde olabilir[7].
Eğer kapitalist dünya ekonomilerinde karşılaştırmalı üstünlükler kanunu geçerli değilse bu ülkeler arasındaki ticareti yöneten şey nedir? Dünya ticareti tıpkı yerli bir piyasada olduğu gibi “değer kanununca” yönetilmektedir, burada belirleyici olan karşılaştırmalı üstünlükler değil, mutlak üstünlüklerdir[8]. Bu konuyu ayrı bir yazıda bağımsız bir biçimde ele alacağız.
Kısaca Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nin geçersizliği özünde buna dayalı olarak savunulan uluslararası üretim ve dağıtımda rekabet alanına göre işbirliği üzerine kurulu “Merkez Türkiye ya da Mega Kent” projesinin Türkiye toplumunun bütünü açısından gerçek bir refah atıştı sağlayamayacağının önemli bir ipucudur.
Adam Smith’ten bu yana kapitalist büyümenin ve gelişmenin temelinde sanayi sektöründeki işbölümü ve uzmanlaşmaya dayalı ölçek ekonomileri (ölçeğe göre artan getiri) olduğu fikri kabul edilir.
Ölçek ekonomileri firmanın üretiminin/ hâsılasının artmasıyla birlikte uzun dönem ortalama maliyetlerinin düşmesini böylece de firmanın kârlılığının artmasını anlatır.
Bu tür sanayiler genellikle belli bir ölçeğin üzerinde, yani çok yüksek sabit / başlangıç sermaye gerektirir ve bu şekilde firma büyüdükçe, birim başına maliyetleri ( başlangıç sabit maliyetlerinin göreli yüksekliğinden dolayı ), üretim miktarı arttıkça, düşmeye başlar ve firma diğer rakipleri karşısında daha düşük ortalama maliyetlerle çalışan avantajlı bir konuma gelir. Ortalama ( birim ) maliyetleri düşmeyen, hatta göreli olarak yüksek kalmaya devam eden, böylece de kârlılığı azalan küçük ölçekli firmalar giderek sanayiden çekilmeye başlarlar ve üretim tamamıyla tek firmaya kalır[9].
Bu durumda monopol (tekel), temel bir hammadde kaynağının tek sahibi olmak ya da devlet eliyle konulan yasaklamalardan, ya da izinlerden dolayı değil maliyetlerle hasıla arasındaki bir ilişkiden dolayı ortaya çıkar. Böyle bir maliyet – hâsıla ilişkisinin neden olduğu tekellere doğal tekeller ya da doğal monopoller adı verilir ( natural monopolies). Su, doğalgaz, ulaştırma, lojistik, elektrik, telefon hizmetleri gibi mal ve hizmetlerin üretilip sunulduğu sektörler ya da sanayiler doğal tekellerin en tipik örnekleridir.
Lojistik faaliyeti ile iç içe geçmiş bir geniş ulaştırma ağı bu anlamda ölçek ekonomilerinin var olabildiği, böylece kâr oranlarının yükseltilebildiği önemli bir üretim-dağıtım biçimidir.
Diğer taraftan ölçek ekonomilerinin varlığı kaçınılmaz olarak monopollerin ortaya çıkmasına neden olur, çünkü ölçek ekonomileri, söz konusu sanayide birden fazla firmanın ayakta kalmasını önler[10].
Böylece Mega kent projeleri gibi projelerle kapitalist krizlerin temel nedeni olan kâr oranlarının düşme eğilimine karşı hem sermaye getirisinin (kârlılığın) yükseltilmesi, hem de tekelleşmenin, sermaye ve servet birikiminin hızlandırılması öngörülmektedir.
[1] Mustafa Durmuş, “Merkez Türkiye (Mega Kent) Projesi Kime Ait ?”, http://siyasihaber.org, (26 Mayıs 2015).
[2] E. K. Hunt, İktisadi Düşünce Tarihi, (Çeviren: Müfit Günay), 2. Baskı, Dost Kitabevi, 2002, s.184-185.
[3] Agk, s. 163-185.
[4] Stephen Hymer, “Robinson Crusoe and the Secret of Primitive Accumulation”, 2011, Volume 63, Issue 04 (September), http://monthlyreview.org.
[5] The General theory of Employment, Interest and Money, bkz: Michel Beaud and Gilles Dostaler, Economic Thought since Keynes, A History and Dictionary of Major Economists, Rouledge, 1997, s. 18-47.
[6] Beaud ve Dostaler, agk.
[8] The Bloody Rise of the Dollar System, https://critiqueofcrisistheory.wordpress.com, (30 Mayıs 2015).
[9] Joseph E. Stiglitz, Economics of the Public Sector, 3rd Edt, W.W. Norton & Company, 2000, s. 190-191.
[10] Agk.