Korkut AKIN yazdı: Ziya Buyuk 12 Eylül döneminde TKP(B)’nin yasadışı matbaasında çalışıyor. Buyuk, sakin bir anlatımla, net bir dille, ayrıntılara da girerek anlatıyor 12 Eylül sürecindeki illegal matbaayı ve yaşananları; Ahmet Telli’nin, tam da o günleri betimleyen dizeleri eşliğinde. Anlatılan sizin de hikâyenizdir aslında…
Matbaa, aslına bakarsanız açık iletişimi çağrıştırır, düşüncenizi yaygınlaştırmak için dergi, kitap, broşür, bildiri basarsınız, hem de teknolojinin yardımıyla, kolayca.
Tamam, haklısınız, zaman değişti, teknoloji de gelişti ve matbaalardan çok internet ağıyla (buna mailler ve sosyal medya da giriyor) iletişim kuruyoruz. Hatta konumuzla ilgili olduğu için Kanada’da G7 zirvesinin engellenmesi, İstanbul’da Gezi Parkında bir ağacın kesilmesine karşı insanların bir araya gelip hem ağacı hem de parkı koruması örneklerini verebiliriz. Bu da gösteriyor ki, “Matbaa” ile geçmiş bir dönem anlatılıyor.
12 Eylül’le birlikte…
Ziya Buyuk, içinde bulunduğu siyasal örgütlenmenin ne denli kapalı ve bir o kadar da yaşamdan uzak, belki asosyal bir yapı olduğunu anlatıyor, bu gerçek tarihi içeren romanında. Sıradan bir olay sonrası -o kadar çok olurdu ki, hemen her gencin bir mahkemesi vardı, tıpkı bugünkü gibi- kaçağa düşünce; saklanmanın daha kolay olduğu (tabii, ekonomik olarak da iş bulabilme olanağı çok olan) İstanbul’da, TKP(B) adını alan partisinin matbaasında çalışmaya başlar. İnanç ve iyi niyetle çalışmaya başlar. Bilmediği birçok şeyi öğrenir. İllegal yaşamanın koşullarına uygun olarak işini, evini hep gizli tutar. Zaten en küçük bir sorunda işini de evini de değiştirmesi gizlilik için zorunludur.
Sosyal yaşamı tanımadığı gibi popüler olanlardan da bihaberdir; “adını bile duymadığı şarkıcının dünyanın dört bir yanında çok hayranının olması” şaşırtıcıdır. Ama inanmışlardır, devrim yapacaklardır ve hayat güzelleşecektir. Bütün güç ve düşleriyle devrimi beklerler. Devrim yapıldığında (birçok örgüt vardır gerçi bu uğurda savaşım veren, ama kendi örgütlenmeleri en doğru, en iyi, en haklısıdır doğal olarak) bütün sorunlar güneşin altındaki buz gibi eriyecektir. Kesin bilgi!
O kadar kolay ki…
12 Eylül sonrası, ne güvenecekleri bir yer vardır ne güvenilen bir yapıdadırlar. Polis baskısı da her geçen gün artmakta, yakalananlar çözüldükçe çember daralmaktadır. “Nasıl bir illegal temelde örgütlenmeydi ki bu, kepçeyle havuzdan balık toplar gibi bir anda onlarca kişi yakalanabiliyordu”, inancını sarsamaz, ama kasap çengeli örneği sorular birbiri ardına dizilir: Bir şey yapmalı!
Ziya Buyuk, akıcı bir dille, hem yaşadıkları o sorunlu süreci anlatıyor hem de halktan kopuk olunca yapılan işin de sadece iş yapıyor olmaktan öte gitmediğini vurguluyor. Muhakkak ki hepsi canını bile verecek denli inançlı gençlerdir. Soğuk sıcak demeden, yokluklara direnerek canla başla mücadele ederler. Bu arada Buyuk, o yılların İstanbul’unu da betimliyor. Trafik yoğun, sular akmıyor, elektrikler sık sık kesiliyor, değil telefon sahibi olmak, etmek bile ciddi sorun (tabii, bugünden bakınca, herkesin bir cep telefonu var, hatta sadece konuşmaya değil fotoğraf çekmekten mesaj yazmaya, dünyanın bilinmeyen köşelerinden bilgiler aktarmaya yarayan). Hem yaşamı hem insan ilişkilerindeki yakınlığı anlatıyor, 40 yıl aradan sonra hepimizin özlemle andığı…
Bir gencin beklentisi nedir?
Kimse sormuyor bunu. Sorunların bilinmemesi, toplumsal yapının yansımasıyla çekinilmesi veya utanılması, soracak olsa da yanıtların ne denli gerçekçi olacağı Titanik’i batıracak kadar büyük buzdağıdır. Bu bocalamayı ancak deneye sınaya çözebilir insanlar, böylesine illegal yaşarken. Çarşı iznine çıkan askerlerin (tam da o dönemde siyah poşete sokulan) görseli bol dergi/kitaplara yoğun ilgisi bir devrimcinin yapabileceği bir şey değildir. Bir şekilde karşılaştığı kadınlara, kendince yanaşması ve reddedilmesiyle sonuçlanan girişimi anlatabileceği bir kişi bile yoktur… Kendisine yakınlık gösteren kadının durumunu da, ne yapabileceğini, ne diyebileceğini bilememenin haklı hüznüyle aktarır.
Teori önemli…
İnançla çıkılan devrim mücadelesinde, yazarın da dile getirdiği gibi çözülmeler aslında teorik bilinçlenmenin -belki de zorlu koşullar gereği- yeterince sağlanamaması sorunların çözümünü güçleştiriyor.
İlginç bir öykücük de yer alıyor bu gerçek öyküde. 12 Eylül sonrasında, asker, şirinlik yaparak “demokratik” görünmek için sivil bir anayasa hazırlar. Faşistlerin hazırladığı anayasa zaten ne eşitlikçidir ne demokrattır ne de çağdaştır. Cuntanın Başı Kenan Evren, hazırladıkları Anayasa’ya “evet” verilmesini ister. Anımsayanlar vardır muhakkak, evet oyları için beyaz, hayır oyları içinse mavi pusulalar hazırlanmıştı. Pusulaların içine konulan zarflar ise gerçekten yarı saydamdı. Tek taraflı propaganda yapılıyor; mavi logolu bir gazete apar topar rengini değiştiriyor, mavi gömlekli insanlar sorguya çekiliyordu. Gökyüzü de maviydi, ama bir işe yaramıyordu; cunta liderinin deyişiyle. Doğal olarak insanlar korkuyordu, haklıydılar. İşte, bu dönemde, matbaada “hayır” oyu verilmesi gerekliliği üzerine yazılan bir bildiri basılır (dağıtılır da tüm baskılara inat), ama illegal matbaanın çalışanları “evet” oyu verir, parti kararıyla. Sizin derginizi veya bildirinizi okuyan, alacağı riskle gidecek mavi oyla hayır diyecek, ama partili devrimci insanlar beyaz oyla evet diyecek. Buna oportünizm deniyor.
Bu durum, çalışmalarını aksatmayan insanların kafasına mıh gibi çakılan bir sorundur… Yazar, büyük olasılıkla otobiyografik romanında, kaçak yaşayan ve matbaada “devrime hizmet eden” kahramanına, şöyle sorduruyor: “Bin adetten biraz fazla basmışlardı. Bir dergiyi beş kişi okusa, en az beş bin kişiye ulaşıyor. Az buz bir sayı değildi, ama kırk dokuz milyonluk bir ülkede beş bin okur ne anlam ifade ederdi? Faşist diktatörlüğü yıkacak bir güce ne kadar zamanda ulaşılabilir? Daha doğrusu ulaşılabilir mi?”
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…
12 Eylül’ün üzerinden kırk yıl geçti. Egemen erk hiçbir zaman baskısını eksiltmedi devrimcilerin ve örgütlerinin üzerinden. Adım adım, gıdım gıdım hak ve özgürlükler alındıysa da istenilen düzeye erişmek mümkün ol(a)madı. İlerici, demokrat, devrimci mücadele tüm engellemelere karşın tükenmedi, sürüyor.
Ziya Buyuk, sakin bir anlatımla, net bir dille, ayrıntılara da girerek anlatıyor 12 Eylül sürecindeki illegal matbaayı ve yaşananları; Ahmet Telli’nin, tam da o günleri betimleyen dizeleri eşliğinde. Anlatılan sizin de hikâyenizdir aslında… Pahalılık, işsizlik, susuzluk, trafik yoğunluğu, kiralık ev bulamama, sosyal ilişkilerin sağlıksız olması gibi sorunları hepimiz yaşadık. Belki hâlâ bu koşullar yaşanıyor, farklı düzeylerde, farklı nedenlerle olsa da.
Matbaa
Ziya Buyuk
İzan Yayıncılık, Anı – Roman
2021, 383 s.