Metin Kayaoğlu yazdı: “Stalin’in yaptıklarından rahatsızlığımıza kendimizi bırakırsak, yerimizin, Batının olgun demokrasisinin bize de yer olan geniş kucağı olacağından kuşku duymayalım. Stalin’i Marksizm içine koymak ve özgül Marksizmimizi eleştiri içinde geliştirmek zorundayız.”
“Biz o tanrısal doğruyu değil,
Dünyasal yalanı yeğleriz.”
Stalin (17 yaşındayken yazdığı bir şiirden).[1]
İki gerçek eleştiri
Angelica Balabanov, devrim döneminde Rusya’ya gelmiş, Komintern’de çalışmış bir sosyalisttir. 1921’de devrim ülkesinden ayrılır. Gerekçesini tek sözcükle anlatabiliriz: Dayanamamıştır!
Balabanov, Bolşevik iktidarın hapishanelerindeki kötü hallerden şikâyet için Lenin’e gider ve ona, bu tür kötülüklerin önüne hiç değilse azıcık geçebilmek için hapishanelerde görevlendirilmesini ister. Anlattığına göre Lenin tek bir söz etmeden dinler ve daha sonra ciddi bir tonla; “Bütün bu acılar arasında bir gün bile dayanamazsın. Sinirlerin…” der.[2]
Balabanov, Bolşevikler tarafından tutuklanmış genç bir anarşisti, onun yattığı ve Çarlık zamanında da kullanılan hapishaneyi, gardiyanları, mahpus yakınlarının dışarıdaki perişan halini anlatıyor ve isyanını ifade ediyordu: “İktidarın gücüne sahip olan bir insan olmaktansa o gücün kurbanı olmayı tercih ederdim.”[3]
Devam ediyordu Balabanov: “Bolşevik despotluğuna, sıkıyönetime ve sosyalistlerin tutuklanmalarına karşı ilk protesto sesleri 1921’de Petrograd’da duyuldu. Petrograd, Sovyet Rusya’daki ilk grevi de yaşadı. […] Fakat Bolşevik hükümette, yeni bir devir başlıyordu. Lenin, çoğunluğu Asyalılardan oluşan orduları, ayaklanmayı bastırmaları için Petrograd’a gönderdi. Asyalıların en korkunç baskıyı uygulayacaklarını bildiği için onlardan oluşan orduyu seçmişti.”[4]
Balabanov’un resmettiğinin ağır bir manzara olduğunu kim inkâr edebilir!
Peki, bu manzarada Marksizm nerededir? Lenin’in değil Balabanov’un Marksist olduğunu söyleyip işin içinden çıkabiliriz. Ancak böyle bir sorgulama bizi, daha geriye, Marx’a götürür.
Marx’la birlikte çalışmış bir devrimci olan Bakunin’e göre “Marx’ın devleti, bütün rejimlerin en aristokratiği, en despotu, en kibirlisi ve en hor göreni olan bilimsel zekânın hükümdarlığı olacaktır. Toplum, bilim adına hâkim bir azınlık ve çok büyük bir cahil çoğunluk olarak bölünecektir. Böyle bir rejim bu kitlenin tepkisini çekmekten geri kalmayacaktır ve bu kitleyi durdurabilmek için Marx’ın aydınlatıcı ve bağımsızlaştırıcı yönetiminin önemli bir askeri güce gereksinimi olacaktır. Marx’ın programının demokratik ve sosyalist bütün vaadlerinin ve cümlelerinin yanı sıra, onun devletinde de yönetim biçimleri nasıl olursa olsun bütün devletlerin despotik ve kaba yapısını oluşturan her şey mevcuttur.”[5]
Peki, Marksizm bu tablonun neresindedir? Bakunin’i yalancılıkla suçlayabilir miyiz? Ya da, hakiki Marksistin Bakunin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ama “meşum Stalin” imgesine Bakunin’in kategorik katkısını görmezden gelemeyiz. Bakunin, tanışmış olduğu Marx’ın kişiliğiyle ilgili değerlendirmeler yapmayı da hak görmüştür. Ona göre kişilikle öğretisi özdeştir: “Marx’ın yakın çevresinde kardeşçe yakınlık çok az vardır. […] Orada herkes kendini kollar ve harcanmaktan, yok edilmekten korkar. Marx’ın tüm çevresi bu çevreyi oluşturan kendini beğenmişlikler arasında bir sözleşmedir. Marx burada şereflerin baş dağıtıcısıdır, fakat aynı zamanda, kuşkulandığı kişilerin veya ona beklediği ölçüde saygı göstermemek aksiliğine düşmüş kişilerin, sürekli hain ve sinsi, asla açık seçik olmayan kovuşturmacısıdır.”[6]
Suçlu Marksizm
Bize göre, normatif boyutları çıkarılmak kaydıyla, Balabanov ile Bakunin’in dedikleri gerçektir. Ve Marksizm diye bir şey varsa, kuşkusuz, Lenin ve Marx’ın olduğu taraftadır. Peki, böyle bir şey nasıl savunulabilir? Savunacağız.
Ama öncelikle Stalin’i beraat ettirmeli / aklamalıyız.
Balabanov’un tanık olduğu yıllarda Stalin’in bir masum olduğuna kalıbımızı basabiliriz. Bakunin’in yazdığı yıllarda ise Stalin elbette henüz doğmamıştır.
Balabanov ile Bakunin, politik olarak birbiriyle ilgisiz iki figürdür. Balabanov, bize göre, özelliksiz bir reformcu sosyalisttir ve nitekim, Ekim Devrimi ülkesinden sonra burjuva demokrasisine özgürce muhalefet etmek için İtalya’ya gitmiştir. Bakunin ise, Balabanov’un hazzetmediği Asyalıları seven, Marx’ı devrimci olmamakla eleştiren kabına sığmaz bir devrimcidir.
Ortada henüz hiçbir anlamlı pratik yokken, kâhince gören Bakunin gibi güçlü bir tanığa kulak vermeyen Marksistler ve bilumum sosyalistler kaçak dövüşmektedir. Tek tek olaylardan söz etmiyoruz; Stalin’le ilgili kategorik her husus, tutarsızlık sineye çekilmeyecekse ve sorumsuzluk göze alınmayacaksa Marksizme rücu edilmek zorundadır.
Stalin’den rahatsızlık, dolaylı falan değil, dolaysızca ve açıkça Marksizmin devlet teorisi ve pratiğini kapsayan yönünden rahatsızlıktır. Stalin’den rahatsız olan ve bu yüzden Marksizmden uzaklaşanların tutarlı olduğunu teslim ediyoruz. Ya Marksizm temel tezleriyle birlikte savunulmak durumundadır ya da Marksizm dışı akımlar içinde yer alınmalıdır. Marksizm adıyla Marksizm dışı akımların içinde olmak bizce normatif olarak en kötü, teorik olarak en tutarsız olan tutumdur.
Stalin’den önce Lenin ve Marx’la ilgili değerlendirmelerin hesabının verilmesi gerekmektedir.[7] Fakat teorik gerçek bu olmasına, öncelliğin Marx’ı değerlendirmek olmasına karşın, tarihsel olarak, Stalin Lenin ve Marx’ın önüne geçmekte ve Stalin aşamasında büyük bir mücadele yığışması oluşmaktadır. Tarihsel gerçeği dikkate almazlık edemeyiz ve bu yüzden, Stalin’in bizatihi kendisinin Lenin ve Marx’a geçmeden de değerlendirilmesi gerektiğini kabul etmek durumundayız. Stalin, 1920’lerin ikinci yarısından başlayarak ölümüne kadar Marksizm bakımından biricik nitelikteydi. O, Marksizmin temel bir boyutunun gerçek karşılığını somutluyordu varlığında. Sosyalist kuruluş olarak adlandırabileceğimiz ve Stalin’den başka hiçbir Marksistin onlarca yıl boyu olmadığı bir yeni tarihsel aşamayı değerlendirmeliyiz.
Marksizmle ilişkisini tümden kesenlerle işimiz başka şekilde görülecektir. Marksizmi bu bakımdan da savunmayı başarabilmeliyiz. Fakat bizim öncelikli uğraşımız, Stalin’e takılan birçoklarının argümanı Lenin’e ve Marx’a uzatamamalarıdır. Burada gayet olumlu bir ideolojik sadakat ve bir cesaret sorunu olduğu kadar, mantıksal ya da teorik-yöntemsel güçsüzlük ve yetmezlik vardır.
Stalin, bu zamana kadar hakkında ileri sürülen her şey gerçek bile olsa, Bakunin’in eleştirdiği Marx’tan kategorik olarak ‒vurgulayalım; kategorik olarak‒ başka bir yerde durmamaktadır. Bakunin, gayet uzgörülü bir şekilde devlet denilen varlığın hareket nedenselliğinden yola çıkarak eleştirmiştir Marx’ı.
Öte yandan Marx ve elbette Stalin de, gayet gerçekçi olarak devlet denilen varlığın atlanamayacağını, bu varlık koşullarında yapabilecek bir şeyler olduğunu söylemektedir.
Bu uğraktaki seçenek gayet açıktır: Ya sürekli muhalif olmaya razı olunacak ya da kudretli olunacak, bu arada kirlenme de göze alınacaktır. Kirlenmenin niceliğinin hiç mi önemi yoktur? Bunu nasıl söyleyebiliriz. Sadece, her özgül halin titizlikle değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayabiliriz.
Bize göre, Marksizmin baştan beri gayet bilinçli bir şekilde ikinci almaşıkta var olduğu, kendini tamamen ikinci almaşıkta kurduğu açıktır. Sorun, kendini Marksist belleyen birçoklarının bu almaşığın getireceği yeni sorunlarla, yeni zorluklarla yüzleşmeye büyük bir direnç göstermeleridir. Ya Balabanov gibi pratik yüzleşememedir bu, ya da başka birçokları gibi teorik yüzleşememe…
Marksizm, var olan gerçekte bir yer tutulabileceğini, bu yer tutuşun berkitilebileceğini, bu yere sağlamca basarak olanaklar ölçüsünde başka yerlere adımlar atılabileceğini ya da başka yerlerde tutunabilenlerle temas kurulabileceğini varsaymıştır. Bunu, Marksizm, tarih ve politika anlayışı bağlamında geliştirmiştir. Devrimin, devletin, toplumun nedensellikleri vardır ve bu nedensellikler Marksist devrimciliğin hal tarzını da kapsamaya uygundur.
Başkaları da bilerek ya da sezgiyle bu nedenselliklerin olduğunu kabul etmiş ve hal tarzı olarak nedenselliğin dışına çıkmayı, dışında olmayı, daha doğrusu sadece nedenselliğe maruz kalmayı yeğlemişlerdir. (Balabanov’un, iktidarda kirli olmaktansa iktidarın kurbanı olmayı yeğlerim sözü ne kadar anlamlıdır.)
Marksizm ile Marksist olmayan muhalif hareketlerin teori ve ideolojilerini ayıran temel bir boyut buradadır. Marksizm, bütün öteki muhalif akımlardan farklı olarak en azından geçen yüzyıl, bu temel boyut sayesinde yeryüzünde çok önemli yerlerde kudretini oluşturabilmiştir.
Bu büyük teorik platformda Stalin bir tarihsel varlık olarak ancak bir cüzdür. Sorun, öncelikle teorik olarak halledilmelidir. Ancak tarihsel nedenlerle bu teorik mesele ötelenmekte ve başa Stalin konulmaktadır. Biz de öncelikle Stalin’le ilgili bir savunma mevzisi oluşturmak durumunda kalmaktayız. (Bu konumun Stalin’i rahatça eleştirmeyi engelleme işlevi gördüğünü de kabul etmeliyiz.)
Öte yandan, Balabanov’un şikâyetlerinin aynısını sosyalizm deneyimleri olarak adlandıracağımız bütün ülkelerde göreceğimize kuşku yoktur. Şu halde, devrim yapmasalar ve bir iktidar kurmasalar, Stalin dahil öteki devrimcilerin hiçbirinin böyle anılmayacağı da kesindir. Çünkü iktidar kirletmekte, yozlaştırmakta, suça sürüklemektedir.
Ancak Bakunin’den bildiğimizi yinelemekle yetinelim; sorun işin “öz”ündedir. Marksizm bu kiri, pratik olarak içinde olmasa da, teorik olarak taşımaktadır. Sorunu, o halde, ayrıştırarak Stalin’e kaçırmamalı, teorik bir cüretle Marksizmin temellerine giderek çözmeye girişmeliyiz.
Stalin söz konusuyken, teorik olarak değil tarihsel-politik olarak temel mesele, onun sosyalist kuruluş yoluna kararlılıkla girmeyi başaran ve orada uzunca bir süre kalan ilk Marksist oluşudur. Buradaki soru, elbette, bir Marksistin bu yola yani “tek ülkede sosyalizm” diye adlandırılan alana girip girmeyeceğine ilişkindir. Biz, tek ülkede sosyalizmin inşasına girişilmesinin Marksizmin gösterdiği zorunlu doğrultu olduğu kanısındayız. Dünya devrimine giden yol ancak bu türden köprübaşları oluşturularak alınabilir.
Peki, bunların olduğunu varsayalım; yani meselenin teorik olarak halledildiğini kabul edelim, Stalin yine de hiçbir sürtünme oluşturmamış bir figür müdür Marksizm açısından? Hayır. Buna yanıt vermeye çalışalım.
Devrimci Stalin
Stalin, Türkiye’de pek kolay göz önüne getirilecek bir devrimci olarak başlar politik yaşamına. Buraların imam hatiplerine biraz benzer papaz okulunda parlak bir öğrencidir. Babası bir ayakkabı tamircisi ve sonra işçisi, anası ev kadınıdır. Devrimciliğe Bolşevik olarak başladığı söylenebilir. Kafkasya biriminin Bolşeviklerin sol kanadı gibi olduğunu söyleyebiliriz. 1905 devrimi ve civarında silahlı eylemler yaparlar; kamulaştırma ve cezalandırma gibi eylemlere Stalin de katılır. Ekim Devrimi öncesi hayatı cezaevleri, sürgünler, illegal yaşamda geçer. Çok sevdiği eşinin cenazesine kaçak olarak katılır ve mezarlıktayken polisin baskınından zorlukla kurtulur. Partinin merkez komitesi üyesi olduğu Şubat Devriminde Sibirya’da sürgündür. Devrimle birlikte kendini iktidarın üst yönetim kademesinde bulur.
Devrimciler için işler başta görece kolay sanılıyordu. Lenin, Ekim’den hemen önce, devrimden sonra aşçıların bile devleti yönetebileceğini yazmıştı. Paranın kısa sürede ortadan kalkabileceğini düşünmüştü devrimciler. Devlet yönetmek işlerin eşgüdümü haline dönüşecekti kısa sürede ve yaşam komünizme doğru çiçek açacaktı. Fakat çok kısa sürede işlerin öyle olmadığını anladılar. Örneğin, karşı olduklarını ilan ettikleri ölüm cezasını kısa sürede ihdas etmek zorunda kaldılar. Başka politik partilerle iktidarı paylaşmak istediler, ama bu partiler tarafından ölümüne saldırılara uğradılar. Devrimci terör dönemi gelmişti artık. Kanlı bir iç savaş ve kıtlık vardı, halk açlıktan kırılıyordu. Birçok partili, üye kartlarını yırtıp atıyordu. Devrimi bunlar için mi yapmışlardı!
Balabanov’un anlatımları bu yıllara aittir. Lenin’in kana susamış biri olduğunu düşünenler ancak basit birer düşman ya da ne olduğunu anlamayan gafillerdir. Lenin, çok kısa sürede, ütopik yönlerini budaması gerektiğini kavradı ve gerçeğin içinde sıkıca bir yere tutunmanın yaşamsal olduğunu gördü.
Bunların Rusya’ya özgü sıkıntılar olduğunu sananlara katılmıyoruz. İleri ülkelerde de olsaydı devrim, niceliksel olarak değil ama kategorik olarak aynı zorluklarla karşılaşılacaktı. Yani ortada bir yer ve zamana özgü bir hal değil, tarih-yapısal bir gerçek vardı.
Lenin’in ne büyük bir gerçek-politikacısı olduğunu bilir ve önünde saygıyla eğiliriz. Fakat Lenin bile, başlarda Ekim Devrimine dünya devriminin başlatıcısı yani asıl devrim ülkelerinde reaksiyonun başlatıcısı olarak bir yer veriyordu. O büyük devrimci, devrimin öğretisi ile devrimin kendisinin ne kadar ayrımlı olduğunu, ilk kez büyük bir geri adım olarak Brest-Litovsk’ta barış anlaşmasının imzalanmasını zorlayarak göstermişti, aynı yerde uyuyup aynı yerde toplandığı yoldaşlarına. Bu arada dünya devrimini örgütlemek için Komünist Enternasyonal kuruldu.
Suçlu Stalin
Tüm bunların birer gerçeksiz duyu olduğunu başta sezinleyen bir tek kişi vardı Bolşevik Partinin ileri gelenleri arasında. Bu, o günlerde 30’lu yaşlarının sonlarında olan Stalin’di. Stalin, Lenin’in yüzüne karşı Avrupa’da bir devrim beklemenin gerçekçi olmadığını söyleyebilmiş tek kişiydi.
Stalin, Lenin’in ölümünden sonra giderek hâkim olduğu Partinin iktidarıyla, devrimi Batıya ya da sonra Doğuya yaymak ya da dünya devrimi gibi gerçekleşemeyecek bir hedefe yönelmektense tek ülkeye sağlamca tutunmaya çalıştı. Stalin, enternasyonalizm denilenin gerçekçi bir politik tema olmadığını bizce derinden biliyordu. Enternasyonalizm, dünyadaki devrim birimlerinin birbirinden ayrı özgüllüklerini yeterince dikkate almayan homojenize edici bir yaklaşımdı. Bu yüzden Stalin, dünyayı kendi bulunduğu birimin gereklerinden ele almaya yöneldi. Kendi özgüllüğünü izleyen Çin devriminin Stalin’e rağmen başarıya ulaşması bunun tarihsel bir kanıtıdır. Gerçek, Stalin’in konumundan başka, Mao’nunkinden başkaydı ve bazı hallerde iki özgüllüğe bağlı komünistler birbiriyle çatışabilirdi de… Bu durumdan dolayı Stalin’i suçlamaya kalkmanın bir kez daha Marksizm-öncesinden kalma bir kozmopolitizm olduğunu kabul ediyoruz.
Bu koşullarda Stalin, Sovyetler Birliğinde sosyalizmi inşa etmeye girişti. Artık 1930’lu yıllara, Stalin’in bütün imgesinin oluştuğu döneme doğru geliyoruz.
Stalin’i partide egemen olduğu için eleştirmek ya da mahkûm etmek Marksizme özgü bir duyu-tutum olamaz. Parti içinde 1920’ler boyunca birbirlerini devrimi öldürmekle suçlayan önderler arasında mücadele sürdü ve bu önderlerin her birinin ötekileri partiden atmaya hakkı vardı. Bu hakkı, kendi görüşlerine güçlü inanç ve kendi etkilerinin maddi gücü sayesinde elde edebilirlerdi sadece. Biz, kendini devrimi boğmakla suçlayan Troçki’yi partiden çıkardığı için Stalin’i mahkûm edemeyiz. Troçki de gücü yeterse aynı şeyi yapmalıydı; zira Stalin devrimi öldürüyordu!
Ancak bu Troçki’yi bir düşman konumuna itmekle mi sonuçlanmalıydı? Bize göre kesinlikle hayır; Troçki’nin Sovyet ülkesinde karşı-devrimci pratik faaliyet yürüttüğüne ilişkin bilgiye sahip değiliz. Buharin ve öteki önde gelen Bolşeviklerin birçoğunun düşman olabileceğine ilişkin bir kanıt olduğunu kabul etmiyoruz. Yani Stalin, bu Bolşevik önderlerin ölümünden sorumludur.
1920’lerden başlayarak giderek güçlenen, ama 30’larda egemen olan anlayış, Partideki eleştirel çizginin bile değil güçlü eleştirelliğin nesnel olarak düşmana operasyonel yararlar sağlayacağıydı. Bunun, değerlendirme çemberini belirsizleştirecek denli geniş olduğu gayet açıktır.
Stalin, 1930’larda, kesin tarih olarak 1934’te, bize gerçeküstü gibi gelecek bir döngüye yuvarlandı. Önde gelen Bolşevik liderler sanık olarak yer aldıkları mahkemede davaya ihanet ettikleri için öldürülmeleri gerektiğini söylüyor, yerel parti yetkilileri bölgelerinde açığa çıkardıkları düşmanların fazlalığıyla övünüyordu. Düşmanları öldüren Partililerin birçoğunun sonu bir sonraki evrede düşman olarak öldürülmekti. Stalin’in bu cehennemi kısır döngüyü görmediğini söyleyemeyiz. 1936’da şunları söylüyordu: “Bazı yoldaşların konuşmalarında, günlerden bir gün Trotskiy ile aynı kaldırımda yürümüş veya Trotskiy ile aynı yemekhanede yemek yemiş herkesi, işin ötesine berisine bakmadan topyekûn hedef alma isteği seziliyor… Buna izin veremeyiz; bu hiçbir işe yaramaz.”[8]
Üyelerimizi Marksist yapmak için her türlü olanağa sahibiz, ama bütün bu geniş olanaklara karşın hâlâ 2 milyon civarındaki üyenin 200 binden fazlasını ihraç etmek zorunda kalıyorsak “bizler çok kötü yöneticileriz” diyordu.[9] Politbüro kararlarında, “Parti yöneticilerimiz ideolojik çalışmanın hazzını unutmuşlardır” deniyor[10], politik formasyonun yükseltilmesi için art ardına talimatlar veriliyordu; ama olmuyor, olmuyordu. Önü alınamayan bir döngüye girmişti Parti. 1937’de hazırlanan yeni seçim yasası, ‒bir yazarın bizce ikna edici bir şekilde anlattığı üzere‒ gayet demokratikti, fakat bu yasanın yürürlüğe girdiği sıralarda en büyük kitlesel kıyım harekâtı başlatılmıştı.[11] Bu döngünün kitlesel boyutunun 1939’da sona erdiğini söyleyebiliriz. Ama Stalin, fiziksel tasfiye yöntemini bir tarz olarak öldüğü güne kadar korudu.
Stalin, partiyi bir güç olmak için birleştiren çimentonun ideo-politik formasyon olduğunu biliyor ve bunun gün be gün ne kadar eksildiğini çaresizlikle görüyordu. Telafi edemediği eksikliği parti yetkililerini düşmana karşı savaş içinde olunduğu seferberliğiyle ayakta tutuyor, fakat bu arada parti yetkililerinin bu gücü istismar ettiğini görüyordu. Çare bir kez daha fiziksel tasfiyeydi. Sonu gelmez bir mücadele.
Bu arada, parti devlete değil, devlet gerçeği partiye egemen oluyordu hızla. Stalin, bu sürecin ilerlemesini hiç bırakmadığı tasfiye tırpanını sürekli kullanarak engellemeye çalışıyordu. Bürokrasinin Stalin zamanında elbette var olduğunu ve sürekli güçlendiğini ama hiçbir zaman da huzur bulmadığını, rahatlamadığını söyleyebiliriz.
Bu yıllar boyunca olanların Stalin’e rağmen olduğu görüşü ciddiye alınamaz. Ona rağmen olduğu açık bir başarısızlık itirafı olmak yanında, bir toplumsal gerçek karşısında hiç de Leninistlere yaraşan bir duruş değildir. Stalin yaptıklarından ve yapamadıklarından sorumludur. Ancak Stalin’in içinde olduğu nesnel ortamın çelişkileriyle mücadele etmek için yeterince başarılı olamadığını söyleyebiliriz. O, yönetip yönlendirememiş, çatışmış ve yok etmiştir.
Hiç de Stalinist olmayan Lewin paradoksal bir saptama yapar: “Stalin’in ölümünden sonra, hiç abartmaksızın ‘bürokrasinin özgürleşmesi’ olarak nitelenebilecek bir süreç yaşandı.”[12] Stalin zamanında olmayan ve değerini kimsenin reddedemeyeceği bir şey olan özgürlük, onun ölümüyle özgürdü artık! Bunun gerçek bir özgürlük olduğunu ve hatta halkın da bundan bir miktar yararlandığını reddedemeyiz. Ancak dikkat: Bizce bu özgürlük aynı zamanda Marksizme ideolojik sadakatten de özgürlük anlamına geliyordu. Stalin’in büyük bir kararlılıkla koruduğu ve sosyalist iktidarın önkoşulu olan husus, artık tarihin süredurumuna bırakılmıştı.
O böylece neyi başarmış, neyi başaramamıştır?
Bizce Stalin, başka birinin yapmaya aday bile olmadığı bir şeyi, sosyalist devlet denilen gerçeği dünyaya kabul ettirmiştir. Ne var ki bizzat kendi devletinin canlı varlığı ancak kendisinin canlılığına bağlı kalabilmiştir. Bu, büyük bir başarısızlıktır. Sovyetler Birliği, sonraki onyıllarda, Stalin’in verdiği itilimle tarih içinde ilerleyebilmiş ve tosladığı ilk ciddi engelde çözülüvermiştir.
Bütün bunlara karşılık, bir sosyalist devletin başında olan Stalin, dünya devrimi idealini bir yana bırakmış değildi. O sadece bu yola gerçekçi tarzda girmenin yollarını kolluyordu. Molotov’a göre, “Stalin şöyle akıl yürütmekteydi: Birinci Dünya Savaşı bir ülkeyi kapitalist kölelikten kurtardı. İkinci Dünya Savaşı sosyalist sistemin doğuşunu sağladı ve üçüncü de emperyalizme dair ne varsa bitirecekti.”[13] Nitekim, bu politik yolu Stalin’den Çin devriminin önderi Mao devralacaktır ‒paradoksal olarak yeni bir başarı ve başarısızlık oluşturmak üzere…
Tarihsel Stalin
Stalin, yaşadığı son onyıllar boyunca tarihsel-politik bakımdan en ilerideki Marksistti. Karanlığa taş atmak gibi ürkütücü bir işe girişmiş ve bir sosyalist ülke kurmayı başarmıştı. Dünyaya bir örnek sunuyordu varlığıyla. Bu örneği ideallerine yakıştırmayanlar varsın ileri demokrasi ülkelerine gitsindi. O, sonraki Marksist kuşaklara, menzilin ne olacağını gösterdi. Marksizm artık muhalefetle ve sonra devrimle yetinebilecek bir yapı değildir. Geride kalan ilerleyememiştir ve eksikliğiyle maluldür. Fakat ileride olan da belki zaman zaman geri dönmek zorunda olduğu çıkmaz yollara girmiştir. İleride olan Stalin’dir; kendi istediği gibi ve bizim istediğimiz gibi ilerleyememiştir.
Stalin’in yaptıklarından rahatsızlığımıza kendimizi bırakırsak, yerimizin, Batının olgun demokrasisinin bize de yer olan geniş kucağı olacağından kuşku duymayalım. Oysa Marksizm bu demokrasiyi genişletmeyi değil, yıkmayı, bile isteye seçmiştir. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarının salt sahteliğini değil yanlışlığını da Marx’tan başlayarak bütün en önde gelen Marksistlerin vurgulaması hiç de rastlantı değildi. Stalin’i Marksizm içine koymak ve özgül Marksizmimizi eleştiri içinde geliştirmek zorundayız.
Bir keresinde Stalin şöyle demiş: “Biliyorum, ölümümden sonra mezarımın üstüne yığınla pislik atacaklar. Ama tarihin rüzgârı onları tertemiz edecek.”[14] Tarihin rüzgârının esmeye başladığını söyleyebiliriz, ama biz ona bağlı olmamalıyız. Hiçbir şeye yararı olmayan savunmacı bir tutumla varlığını Stalin’e indirgemeyen, Marksizmin güçlü tarihinde sayısı artan dar iç yollarından birine hapsolmayan, Stalin’i eleştirerek Marksizmin büyük gerçek tarihine yerleştirmeyi bilen Marksistler olmalıyız. Stalin, bütün gerçek sorunlarına karşın Marksizm içinde kalmak için bir dayanıklılık testidir bize göre. Muhalif değil muktedir geleceğin ancak bu tarihin izi sürülerek kurulabileceğine inanıyoruz.
[1] Aktaran Feliks Çuyev, Molotov Anlatıyor: Stalin’in Sağkoluyla Yapılan 140 Görüşme, Çev. Suna Kabasakal, Yordam Yay., İstanbul 2007, s. 242.
[2] Angelica Balabanov, Lenin’in Yakın Görüntüsü, Çev. Gülşen Demir, Adapa Yay., Ankara 2005, s. 30.
[3] Balabanov, a.g.e., s. 31.
[4] Balabanov, a.g.e., s. 57.
[5] Michael Bakunin, Marx’a Karşı El Yazmaları, Çev. Işın Gürbüz, Birey Yay., İstanbul 1992, s. 56-7.
[6] Michael Bakunin, Tanrı ve Devlet, Çev. Remzi Çaybaşı, Belge Yay., İstanbul 1998, s. 184.
[7] Bu elbette bize özgü bir saptama değildir. Öteden beri ifade edilen bu yaklaşıma bir örnek olarak bak. Feliks Çuyev, Böyle Dedi Kaganoviç; Stalin’in Son Havarisi, Çev. Ahmet Açan, Verba Yay., Eskişehir 2021, s. 198.
[8] Yuriy Jukov, Öteki Stalin, Çev. Orhan Uravelli, Lena Yay., Ankara 2013, s. 341.
[9] A.g.e., s. 231 ve 265.
[10] A.g.e., s. 342.
[11] A.g.e., 414.
[12] Moshe Lewin, Sovyet Yüzyılı, Çev. Renan Akman, İletişim Yay., İstanbul 2009, İkinci baskı, s. 274.
[13] F. Çuyev, Molotov Anlatıyor, a.g.e., s. 103.
[14] A.g.e., s. 298.