Latin Amerika ülkeleri, 1970’li ve 80’li yıllarda sanayi üretiminde hızlı yükselişle anılırdı. Cuntaların kurduğu ucuz emek rejimleri, bu ülkelerde ihracata yönelik geniş ölçekli bir sanayinin yükselişine yol vermişti. Ancak 1990’larda ve 2000’lerde Latin Amerika’da sanayi üretimi hız kesti; hatta kısmi bir sanayisizleşme de yaşandı.
Bu sanayisizleşmenin ABD, Britanya gibi mali sermaye ülkelerinde aynı dönemde yaşanan sanayisizleşme ile karıştırılmaması gerekir. Mali sermaye ülkeleri sanayi üretimini bağımlı ülkelere kaydırarak yüksek teknoloji üretimine odaklanıyorlardı. Latin Amerika’da yaşanan ise sanayi ürünleri ihracatından hammadde (özellikle maden) ihracatına doğru bir geriye düşüştü.[1]
Latin Amerikalı sosyal bilimciler, maden çıkarımı odaklı bu yeni ekonomik modeli “Ekstraktivizm” olarak tanımladılar. Bu kıtada ekstraktivizm üzerine iktisadi tartışma, 90’lardan bu yana kesilmemiştir. Ekstraktivizm, Latin Amerika’yı geriye götürdü. Bu kıtada yerleşik olan başkanlık sistemleriyle birleşerek, madencilik odaklı ekonomi Latin Amerika’da bir avuç zenginin aşırı servet birikimine karşılık, geniş kitlelerin aşırı yoksullaşmasına yol açtı. Doğa yıkıma uğradı, vb.[2]
AKP iktidarının son dönemde Türkiye’yi benzer bir gelişme yoluna sokmaya çalıştığı gözlemleniyor. Bu partinin gözdesi olan inşaat sektörünün – kısa sürede düzelmeyecek gibi görünen – çöküşü, yandaş sermaye için yeni arayışlara yol verdi. Toprak rantının bir biçmi olan kent rantından beslenmeye alışmış olan yandaş sermaye için, toprak rantını da içeren güvenceli madencilik kazançlarına geçiş yapmak zor olmadı.
Başkancı Rejim’in kaçınılmaz eşlikçisi olan döviz finansmanı krizi, özellikle altın madenciliğinin saray tarafından etkin teşvikini getirdi. Koza Altın’ın Varlık Fonu’na devri de bu eğilimi yansıttı. Doğalgaz arayışı, Doğu Akdeniz’de, yetmedi hatta Somali’de emperyalist maceralara girişmeyi getirdi. Doğalgaz-petrol madeni yataklarının olası keşfi, sarayın en büyük ütopyası haline geldi.
Böylece, AKP’nin (2018 öncesindeki) ilk dönemlerinde inşaatın tuttuğu gözde ve imtiyazlı konuma, Başkancı Rejim döneminde madencilik yerleşti. AKP milletvekiline ait Manisa’daki Fernas Madencilik’teki vahşi çalışma koşulları ve işçilerin buna karşı direnişi; geçmişte özel sektör madenlerinde yaşanan ölümlü “kazaların” artık devlet işletmelerinde de yaşanması; Artvin gibi doğa harikası bir şehrin %71’ine maden ruhsatı verilmesi madencilik hırsının ulaştığı düzeyi gösteren gelişmeler.
Hopa’da ağacını koruyan köylülere şirket silahıyla açılan ateş ve Raşit Kibar’ın alçakça katli, bu işte ne büyük kapitalist çıkarların söz konusu olduğunu sergileyen bir pervasızlık oldu. Artvin’deki çoğu maden projesinin ise garantili inşaat ihalelerinden tanıdığımız Cengiz Holding’e verilmesi, yandaş sermayenin inşaattan madene doğru yönelişinin simgesi gibi. Halihazırda 525 maden sahasının bulunduğu Artvin’de vahşi kapitalist madenciliğin önündeki tek engel ise doğasına sahip çıkan halk.
Tek tek örnekler, ekstraktivist modelin anlamını tam olarak ifade edemiyor. Belki de bu modelin ne anlama geldiğini daha iyi anlamak için, toprak ağalarının bir anda petrol ağası haline geldiği ve ortaçağdan bu yolla 21. Yüzyıla ışınlandığı Suudi Arabistan Krallığı’na bakmalıyız. Sınai artı-değere dayanan büyüme modeli, yol açtığı tezatlar ve dinamizm ile otokratik rejimleri sürekli biçimde sorgular.
Güvenceli maden kaynakları üzerinde toprak sahipliğine dayanan ekstraktivist model ise otokratik rejimleri güvenceye alır. Bir diğer örnek, askeri darbeden hemen bir yıl sonrasında Akdeniz’de, ülkenin münhasır ekonomik bölgesinde keşfedilen doğal gaz yataklarının Mısır’daki Sisi rejimine verdiği hayat öpücüğüdür.
Hazır ve güvenceli maden kaynaklarının varlığı, ülkelerin üretkenliğini ve dinamizmini dibe çeker. Buna iktisatta “petrolün laneti” denir. Hakikaten de, (Norveç istisna olmak kaydıyla) petrol-doğalgaz rezervlerine sahip olan ülkelerden üretken bir ekonomiye sahip olan pek yoktur. Tersine, örneğin SSCB’nin ileri sanayisini yok eden Yeltsinci Rus Kapitalistleri, hala daha ülkenin doğal gaz ve petrol rezervlerine dayanarak ayakta kalabilmektedir. Rusya’nın mafyatik-oligarşik bir kapitalizme (ve ona denk gelen Putinci siyasal rejime) saplanıp kalmasının temel sebebi, “petrolün laneti”dir.
Ekstraktivizm, kapitalizmin daha geri ve çarpık bir biçmine yol veriyor. Devlete sağladığı büyük kaynaklarla, yandaş kapitalizminin ve otoriter şeflik rejimlerinin iktisadi temelini sağlamlaştırıyor. İşte saray iktisatçılarının (Çin’den yatırım çekmek dışında) temel uğraşıları, yurdun dört bir yanını maden sahalarıyla örmek, böylece Türkiye’yi ekstraktivist modele doğru götürmektir.
Bu iktisadi yöneliş sadece doğamızı katletmekle kalmıyor, ekonomiye kalıcı bir ataleti ve dinamizm yoksunluğunu da aşılıyor. Toprak rantına dayalı inşaatçı modelin iflası, burjuva muhalefetin çapsızlığı nedeniyle, bir iktidar değişikliğine yol açmadı. Şimdi sarayda, toprak rantına dayalı yeni bir modelin, maden ağırlıklı ekonominin deneyi yapılıyor.
DİPNOTLAR
[1] Aslında, her iki gelişme de Çin’in kapitalist endüstriyel yükselişi ile bağlantılıydı. Çin, bir yandan geçmişte Latin Amerika’ya akan ABD sermaye yatırımlarını kendisine doğru çekerken, diğer yandan kronik hammadde açlığı ile Latin Amerika’da madenciliği teşvik ediyordu. Çin’in ekonomik büyümesinin yıllık %12’ye ulaştığı 2000’li yıllar, Latin Amerika’da da maden ihracatının doruğuydu.
[2] Bu noktada, maden rezervlerini kamulaştırarak, halk lehine bir dağıtımı sağlayan Hugo Chavez (Venezuela) ve Evo Morales (Bolivya) yönetimleri ekstraktivizmin genel çerçevesinin dışına çıkamadılar. Sadece kaynakların daha adilce paylaşılmasını sağladılar. Ancak ekonomiyi “21. Yüzyıl sosyalizmi” iddiaları doğrultusunda kökünden dönüştürmekte başarısız oldular. Şili’de ise (bakırı kamulaştırmış olan Salvador Allende’nin bile çok gerisindeki) Gabriel Boric bakır madenlerinin kamulaştırılmasını teklif dahi edemedi.