Ahmet Saymadi yazdı: Laiklık bu coğrafyada Sünni olmayanlar için, muhafazakar olmayanlar için kadınlar için, ekmek gibi su gibi bir ihtiyaçtır. Vazgeçilmezdir. Yaşamsaldır. ‘‘Özgürlükçü laiklik’’ vurgusu önemli olsa da, Sünni inancının toplumda bu denli baskın olduğu, çoğunlukta olduğu bir durumda, ‘özgürlükçü laiklik’ ancak çoğunluğun işine yarar
AHMET SAYMADİ
Anayasa Mahkemesi Başkanı İsmail Kahraman’ın üç gün önce bir toplantıda laiklik ile ilgili söylediği sözler günlerdir tartışılıyor. Kahraman’ın, her dönem tartışma yaratacak sözlerinin, şimdilerde daha fazla tartışılmasının sebebi AKP’nin bir anayasa yapım süreci başlatmış olmasından kaynaklanıyor. Burada, İsmail Kahraman’ın sözlerini tekrar hatırlamakta yarar var: "Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım… Yeni ve dindar bir anayasa olmalı." İsmail Kahraman tepkiler üzerine bu sözlerinden geri adım attı. Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da laiklik ilkesinden taviz verilmeyecek dedi. Ancak kamuoyunun, İsmail Kahraman’ın sözlerine gösterdiği tepkide bir azalma olmadı.
İsmail Kahraman’ın sözlerinin ardından, Hürriyet gazetesinde dikkat çekici bir yazı yayınlandı. Yeni Şafak gazetesinden Hürriyet gazetesine transfer olan ve AKP kulislerinden aldığı bilgilerle yazılar yazan Abdulkadir Selvi, dün yayınlanan yazısında şöyle diyordu: ‘‘Yeni anayasada çarpıcı iki bölüm yer alacak. 1-) Kapsayıcı ve kuşatıcı bir başlangıç kısmı olacak. 2-) İslam dinine ve Allah inancına vurgu yapılacak. (…) AK Parti, “dindar anayasa” tartışmasına girmek istemiyor. Ama anayasalar toplumsal mutabakatı sağlayan en üst metinlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzde 99’u Müslüman olduğuna göre, İslam dinine ve Allah inancına bir vurgu yapılması tartışılıyor."
Bu iki alıntıdan sonra laikliğin kavramsal çerçevesine dair bir tanımlama yapmakta yarar var. Laiklik, Türkiye toplumunda kısaca ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ gibi tanımlanıyor. Hakan Mertcan ise Özgür Üniversite kitaplığından çıkan bir makalesinde laiklik kavramını özetle şöyle tanımlıyor, ‘‘Laiklik; dinin/kutsal değerlerin, devletin meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarılmasını güvence altına alan ve bu güvence altında yapılan yasalar karşısında hangi inanç grubundan olursa olsun bütün yurttaşların eşit olduğu bir ilkedir. Laiklik toplumun ya da toplumsal bir durumun niteliği olmaktan ziyade, bir siyasal örgütlenme ilkesidir. Bir sosyal barış yöntemidir. Laiklik, devletin, bütün din, inanç, grupları karşısında tarafsız davranmasını, bir inanç grubunun diğer inanç grupları karşısında imtiyazlı olmamasını; inanç grupları ve dinler arasında hiyerarşik bir derecelendirmeye gidilmemesini zorunlu kılar. Laiklik, insanların yaşamlarını devletin tercih ettiği, dayattığı modeller dışında kendi inançları doğrultusunda örgütleyebilmelerini sağlayan özgürlükçü ve eşitlikçi bir ilkedir.’’
Tanımlama böyle yapıldığında Türkiye’de laiklik ilkesinin tam manasıyla uygulanmadığı, oldukça çarpık bir versiyonunun uygulandığı çok açık. İlkenin yukarıdaki tanımına göre, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, İmam Hatip Okulları’nın kapatılması, resmi olarak kabul edilen bütün dini bayramların iptal edilmesi, Sünni mezhebini avantajlı kılan bütün uygulamaların kaldırılması gerekmektedir.
Ancak, İslamiyet’in Sünni mezhebine mensup olanların ziyadesiyle avantajlı bir durumda olduğu, devlet tarafından korunduğu bu durum bile mevcut iktidara ve Sünni inancına mensup muhafazakar kesimlere yetmemektedir; dinin, hukuk ve siyaset alanındaki etkisi sürekli genişletilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’de 1980 askeri cuntasından sonra dinin toplumsal yaşamdaki etkisi artmaya başlamış, AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte ise din bir baskı unsuru haline dönüşmüştür. Kız çocukları 4+4+4 ile birlikte eğitimden koparılmaya başlanmış, İmam Hatip Liseleri, cemaat ve vakıf, yurtları/evleri denetlenemeyecek şekilde artmıştır. Ramazan ayları ve Sünni inancına göre kutsal günler daha yoğun hissedilmiştir. Kadınların yaşamını kısıtlamaya dair uygulamalar konulmuş, alkol tüketimini kısıtlamak için çeşitli önlemler alınmış, mesai saatleri Cuma Namazı’na göre ayarlanmıştır. Sünni inancına sahip olmayanlara ve muhafazakar olmayanlara dönük nefret söylemi azımsanmayacak ölçüde artmıştır. Hasılı din, burada sayılamayacak kadar çok örnekle, toplumsal yaşamdaki etkisini yoğunlaştırmıştır. Özgürlük Sünni inancına mensup olanlar açısından sınırsız iken, Alevilerin Aşure günü, Hristiyanların Noel’i ve Paskalyası, Yahudilerin Hanuka’sı hala gizli-saklı yaşanmaktadır. Bütün bunlar muhafazakar olmayanları ve Sünni inancına sahip olmayanları fazlaca endişelendirmektedir.
Bu avantajlı durum da yetmezmiş gibi, Alevilerin talepleri karşılanmadı, Cemevlerine ‘Cümbüşevi’ denildi, Alevilere dönük saldırılar arttı. Ramazan aylarında, oruç tutmayanlara dönük saldırılar rutinleşti. Zirve Yayınevi katliamı, Hrant Dink cinayeti, Rahip Santoro cinayeti son yıllarda yaşandı. Ruhban Okulu’nun açılması talebi reddedildi, Rum Patrikhanesi’nin konumu tekrar tartışıldı; ateistlik ve Zerdüştlük hakaret anlamında kullanılmaya başlandı. Yahudiler ise neredeyse dinlerini gizli yaşamakta. 2003 yılında iki bombalı saldırıya uğramdılar ve ilk defa bu yıl, Hanuka bayramlarını kamusal alanda kutlama imkanı buldular.
Bütün bu baskılar ve saldırılar da yetmezmiş gibi, AKP hükümeti, Suriye’deki İslamcı örgütlere lojistik ve silah yardımı yapmaktan geri durmadı. IŞİD gibi cani bir örgüte, ‘‘Bir grup öfkeli insan’’ gibi laflar edildi, Suriyeli radikal örgütler toplantılarını Türkiye’de yaptı. Geçen gün yayınlanan bir istihbarat raporuna göre Türkiye’de IŞİD’in toplumsal tabanı yirmi binlere ulaşmış durumda. IŞİD, toplu bayram namazları kılmakta, şehirlerde canlı bombalar patlatmakta, Gaziantep’te gazetecileri infaz etmekte.
IŞİD’in, El Nusra’nın bile Türkiye’de örgütlenmeye başladığı bir anda, ‘‘Laiklik anayasadan kalkmalı’’ demek, izansızlıktan, muhafazakar olmayanları tehdit etmekten başka bir şey değildir. Kaldı ki, zaten oldukça çarpık bir versiyonu yürürlükte olan laikliğin, bu çarpık versiyonunun bile siyasal İslam tarafından adım adım geriletildiği ortadadır. Dün tehdit olan şey bugün reel bir duruma dönüşmekte, bugün tehdit olarak söylenen şey ise müdahale etmezsek yakın bir gelecekte bizi beklemektedir.
Burada iki vurgu daha yapmakta yarar vardır. Birincisi bugün, laiklik meselesini önemsiz görmenin siyasal bir karşılığı yoktur. Bu ilkenin geriletilmemesi, ilkenin mevcut halinin korunması ve laiklik ilkesinin gerçek anlamıyla siyasal-hukuksal alana girmesi ülkede yaşayan milyonlarca Alevi açısından, yüzbinlerce Hıristiyan açısından, Yahudiler açısından, Ateistler açısından hayati bir önem taşımaktadır. Ülkenin yarısını oluşturan kadınlar açısından da hayati bir önemdedir. Farklı inançlara sahip olanlar açısından; Sünni olmayanların katledildiği Suriye’nin mevcut hali yanı başımızda durmaktadır. Kadınlar açısından ise İran’ın 1979 İslam devriminden sonraki hali acı bir örnek olarak yanı başımızda durmaktadır. Öncelikle bu toplumsal kesimler açısından laiklik, ikinci mesele olamayacak kadar hayatidir.
İkincisi, ‘‘Özgürlükçü laiklik’’ vurgusu önemli olsa da, Sünni inancının toplumda bu denli baskın olduğu, avantajlı olduğu, çoğunlukta olduğu bir durumda, ‘özgürlükçü laiklik’ ancak ve ancak çoğunluğun işine yarar. Azınlıkta olanlar daha güçsüz, çoğunlukta olanlar ise daha güçlü bir hale gelir. AKP’lilerin ısrarla ‘Özgürlükçü laiklik’ vurgusu yapmasının sebebi de budur. Dolayısıyla inanç özgürlüğünün altını çizen bir laiklik anlayışından ziyade, dinin siyasal-hukuksal alandaki etkisini sınırlayan bir laiklik ilkesine vurgu yapmakta yarar vardır. Laiklık bu coğrafyada Sünni olmayanlar için, muhafazakar olmayanlar için, aleviler için, kadınlar için, ekmek gibi su gibi bir ihtiyaçtır. Vazgeçilmezdir. Yaşamsaldır. (29 Nisan 2016)
(Fotoğraf: İran'da başörtü karşıtı bir eylemden)