Ertuğrul KÜRKÇÜ Yeni Yaşam için yazdı: “Doğrusu, HDP’nin mi, Öcalan’ın mı “meşru” olduğu tartışması “Kürt Sorunu”nun tarihsel -yani toplumsal- mahiyeti bağlamında tamamen yüzeysel ve uyduruk bir tartışma. Bugün üç ülkenin topraklarında süre giden isyanı ateşleyen Öcalan da, o isyanın bağrından koptuğu halkın Türkiye’deki politik sözcüsü HDP de aynı sorunun dolaysız tezahürleri.”
“Eğer şeylerin dış görünüşü ve özü dolaysızca çakışsaydı, bütün bilim fuzulî olurdu,” demişti Karl Marx. Bu güçlü özdeyiş, “ekonomik ilişkilerin iç işleyişleri ne kadar görünmezleşirse kaba iktisatçılara o kadar aşikârmış gibi görün[mesine]” bir nazireydi. Toplumsal ve politik ilişkilerin medyaya yansıyışları/yansıtılışları sığlaştıkça iç yüzlerinin kaba yorumculara o kadar aşikârmış gibi görünmesi için de aynı şey pekâlâ söylenebilir.
19 Eylül’de, yaygın medya kanallarına aynı anda bir haber düştü: “Kemal Kılıçdaroğlu, […] ‘Bay Kemal ve İttifakları’ belgeselinin ilk bölümünde Kürt sorununa dair konuş[muştu].” “[…] ‘Kürt sorununu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. Devlet dediğiniz kurum gayrimeşru bir organla muhatap olmaz’ de[miş]” ve devam etmişti: “‘[…] Mesela İmralı meşru bir organ değil […] Bu sorun çözülecekse, meşru bir organla, HDP ile çözebiliriz. Bu nedenle HDP’nin, Meclis’te olması gerektiğini düşünüyorum’.”
Sezai Temelli bunu Twitter hesabından “[…] bu sorunun çözümü adına bugün demokratik siyaseti var eden ve kolaylaştıran başlıca aktör HDP’dir. Ama […] demokratik çözümün adresi ve asıl muhatabı İmralı’dır.” diyerek karşıladı ve kıyamet koptu… Tartışanların durdukları yere göre rivayet muhtelifti: “Kılıçdaroğlu, tam da bugün bu demeci vermekle ne demek istiyordu?” “Temelli, nasıl olup da bu koşullarda böylesine sorumsuz bir yanıt verebilirdi?” “HDP ne güne duruyordu?”, “Yoksa, bu uluslararası güçlerin bir hamlesi miydi?” “Evet öyleydi…” “Hayır öyle olamazdı!” “İşte sonunda HDP’nin gerçek yüzü ortaya çıkıyordu” vb… vb…
Oysa, Kemal Kılıçdaroğlu önceki gün kimseye bir demeç vermiş değildi. Bu sözleri 12 Kasım 2020’de MEI Türkiye Masası Yöneticisi Gönül Tol ile kuruluşun web sayfasında yayınlanan bir söyleşide dile getirmişti. Tuhaf ama, “Amerika’nın Sesi” ve “Aydınlık” dışında kimse o gün bu görüşmede haber değeri bulmamıştı. Herkes kulağının üstüne yatmıştı. Temelli de bütün HDP Eş Genel Başkanlığı döneminde “Öcalan’ın muhataplığı”na dair kanaatini kimseden saklamış değildi. Örneğin 12 Mayıs 2019’da “Bu ülkede barış istiyorsanız […] Kürt meselesini çözüme kavuşturmalısınız. Bu meselenin muhatabı da Sayın Öcalan’dır,” diyerek İmralı’daki tecridin kaldırılması çağrısı yapmış ama kimse de onu yerden yere vurmamıştı. Doğrusu, önceki gün apansız servise konulup köpürtülmese, Kılıçdaroğlu geçtiğimiz yıl “HDP Kürt sorununda meşru muhataptır,” Temelli de “Öcalan muhataptır” demiş olmakla kalacak, kimsenin umuru olmayacaklardı.
Demek ki, asıl haber, Kılıçdaroğlu’nun önceki gün “bir belgesele konuşmuş olması” değil, önceki gün geçen yılki konuşmasının “aaa bakın Kılıçdaroğlu ne diyor,” diye servis edilmesiydi. Öyleyse, asıl soru da, “Kılıçdaroğlu önceki gün ne dedi” değil, neden bu konuşma bir yıl sonra yeniden servis edildi” olmalıydı. Öte yandan HDP Eş Başkanı olduğu sırada her gün “muhatap Öcalandır” düşüncesini dile getirmesiyle kimsenin ilgilenmediği Temelli’nin aynı şeyi hiçbir bir resmi yönetici sıfatı yokken dile getirince ansızın HDP adına konuşmuş sayılması ve HDP’nin de onunla birlikte taşa tutulması sorgulanmayı hak etmiyor muydu?
Olayların üzerini örten basmakalıp önyargı ve klişeler kaldırılıp altları kurcalanınca Marx’ın dediği gibi, yüzeyde görünenlerin gerçeğin özü, gerçeklerinse ilk bakışta göze görünenler olmadığı, görünenle yetinenlerin de gerçeğe dair bir fikir sahibi olmak yerine, hakikatlerden uzaklaşıp, bönleştikleri ayan beyan ortaya çıkıyor. Kılıçdaroğlu’nun HDP’yi “meşru”, Öcalan’ı “gayri meşru” gördüğünün şimdi yeniden servis edilmesi elbette nedensiz değil. Bunun Tayyip Erdoğan’ın her şeyiyle yasal sınırlar içinde ve “meşru” siyaset yürüttüğü kuşkusuz olan HDP’yi “terör örgütü” sayıp politik etkinliğini kırmak için bin bir tertip içine girerken, İmralı’da “terör örgütü lideri” diye mutlak tecrit altında tuttuğu Öcalan’a kendisine politik destek sunması için sistematik baskıya maruz bıraktığı haberleriyle elbette bir ilişkisi var. Günün meselesi, Kürtler’in kime teveccüh edeceği/ettirileceği: İktidara mı, muhalefete mi?
Doğrusu, HDP’nin mi, Öcalan’ın mı “meşru” olduğu tartışması “Kürt Sorunu”nun tarihsel -yani toplumsal- mahiyeti bağlamında tamamen yüzeysel ve uyduruk bir tartışma. Bugün üç ülkenin topraklarında süre giden isyanı ateşleyen Öcalan da, o isyanın bağrından koptuğu halkın Türkiye’deki politik sözcüsü HDP de aynı sorunun dolaysız tezahürleri. Böylesine köklü bir tarihsel meseleden doğmasalar ne hiçbir devletin söndüremediği bu müzmin isyan, ne de Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki politik ve sivil hareketler var olurlardı. Tarihin istihzasına bakın ki, süre giden isyan gibi son yirmi-otuz yılda pıtrak gibi doğan sivil politik yapılar da en önce Öcalan’ın zihninde şekillenmişlerdi.
Elbette Kılıçdaroğlu’nun HDP’nin “meşruiyet”ini bir kez daha öne çıkartmasının ve müttefiki İYİ Parti sözcüsünün bunu sektirmeden teyit edişinin, “Kürt Sorunu”nun çözümünü hem HDP’yi hem “isyan”ı “tenkil”de gören AKP-MHP-Ergenekon yaklaşımından esaslı bir farkı var. Ama HDP’yi “meşru” sayışı “isyan”ı gayri meşru ilan edişinin rüşvet-i kelamından başka bir şey değilse, Kılıçdaroğlu’nun HDP’ye tanıdığı misyon, onu da tenkile ortak etmekten ve böylece Kürt Sorunu’nu çözmek bir yana, tıpkı rakipleri gibi isyanın nedenlerini ebediyen körüklemeye devamdan ibaret olmayacak mıdır?
Görüldüğü gibi, çözmekle karşı karşıya kaldığı tarihsel meselenin bir “halk isyanı” olduğunu teslim etmeyen ve onu “terörizm” prizmasından görmeye yönelen bütün “devletçi” yaklaşımlar eninde sonunda birbirlerine ve “isyan” ve “isyancılar”ın tenkiline dönüşmeye mahkûm olduğuna göre, bu fasit daireyi kırmak üzere siyaseti bu tarihsel sürece isyancının bakış açısından bakmaya çağırmak elbette bir insanlık borcudur.
Ne var ki, bu borcu ifayı görev sayan siyasetçinin, böyle düşünmeyen büyük çoğunluğu bu insanlık görevine çağırırken dokuz kere yutkunmuş olmasını ve doğru zamanda doğru cümleyi kurarak hiçbir evladını incitmemesini beklemek de Kürt halkının hakkıdır. Lafın hakikati aştığı günlerdeyiz.