A. Haluk Ünal yazdı: Kusursuz Fırtına ve HDP
Yönetmenliğini Wolfgang Petersen’in yaptığı, George Clooney, Mark Wahlberg, Diane Lane gibi önemli oyuncuyarın rol aldığı “Kusursuz Fırtına (Perfect Storm)” adlı filmi izleyenleriniz vardır. İzlememiş olanlara da özellikle büyük ekranda izlemelerini tavsiye ederim.
1991 Sonbaharında, Andrea Gill adlı tekne Gloucester – Massachusets’ten demir alır ve Kuzey Atlantik’teki balık avlamaya elverişli sulara doğru yelken açar. Yolculuğun başlamasından iki hafta sonra, tarihte daha önce hiç görülmemiş birşey olur ve
doğa bilimcilerin yüz yılın fırtınası adını verdikleri, aynı okyanusta üç ayrı merkezde başlayan fırtınaların birleşmesi anlamına gelen “kusursuz fırtına” gerçekleşir.
Artık küçük teknemiz ve kahramanlarımızla hedefleri arasında “kusursuz fırtına” dikilmektedir.
Seçim gecesi, bu filmi hatırladım birden.
Filmden farklı olarak, bir yıldır içinden geçmekte olduğumuz “kusursuz fırtına”nın tasarımcısı doğa değil elbette; merkezinde Saray’ın durduğu yeni iktidar bloğu (YİB).
Ama tasarımın gerçekleşmesinde Ortadoğu’nun siyasal ve kültürel doğasının rolünü de ihmal edemeyiz.
Yaratılan, Askeri darbe iklimlerinden çok temel bir farkla, hedef kitle seçimi başarıyla yapılmış, fırtınanın hedefi olmayanlarda, hedef kitleye karşı öfkeyi ve nefreti büyütecek nitelikte bir cehhennem fırtınasıydı.
Amacı da gemiyi batırmaktı.
Ve hepimizin malumu olan çok fazla can kaybı ve hasara rağmen “kaptan” gemiyi devirmeden, hedeflediği yere değilse de güvenli bir sahile ulaştırmayı başardı.
Bu yolculuğun bir evresi 1 Kasım seçimleriyle tamamlandı.
Ancak “kusursuz fırtına” henüz bitmedi.
Hayalkırıklığı, inkar, öfke, teslimiyet
Seçim sonuçlarının HDP’ye oy veren kitlelerde yarattığı etkiyi, yarattığı duygu iklimini üç gündür değişik araçlarla, farklı ortamlarda izliyorum.
HDP genel merkezinin güven tazeleyici, moral verici açıklamalarına rağmen, yolcularda ve bazı tayfalarda, büyük bir hayal kırıklığı, inkar, öfke ve umutsuzluk hakim.
8 Haziran’da aynı seçim sonucuyla karşılaşsak, zil takıp oynayacak olanlar bile, bu gün böyle bir duygu iklimine savruluyorsa, bu salınımın derinlemesine ele alınmasına ihtiyaç var demektir. Buna ileride değineceğim.
Sonuç olarak, sürece bir açıdan baktığımızda başarı, bir açıdan baktığımızda ciddi bir yenilgi görünüyor.
Oysa bizim gerçeğimizi her iki kavram da tek başına kullanıldığında açıklamıyor.
Burda önemli olan, ya da benim beklentim, HDP yöneticilerinin ciddi bir hasar tespit çalışması ve gelecek projeksiyonu için, her tür eleştiriyi duyabilecekleri bir iç iletişim zeminini teşvik etmeleri.
Kürdistan cephesini bilemem, ama Batı’da, partiyle ilişkisi yalnızca oy vermekle sınırlı yüzbinlerce tekil birey için bu, bence şart.
Ben de bu yazıyla teklif ettiğim iç iletişime, eleştiri çabasına, kendi katkımı yapmaya çalışacağım.
1974’den beri aktif parçası olduğum sol mücadele tarihimiz tanıktır ki, bu tür durumlarda, sorunu dış etmenlerde aramak, yeni ve daha büyük, onarılmaz yenilgilere kapı açmıştır her zaman. Geleneksel solun bu tür durumlarda (90 da duvar yıkıldığında, veya 12 Eylülde bile) refleksinin istifa nedir bilmeyen sağ politikacılardan hiç bir farkı yoktur. “Belirli hatalarımız oldu, ama esas olarak doğruyduk.”
Oysa zaman, dostların acı söyleme zamanı.
Asimetrik yapı
Bu sonucu yaratan en önemli nedenlerin başında, HDP’nin çok bileşenli, asimetrik yapısı geliyor.
Malum HDP bir çatı partisi. Kendi örgütleri yok. Bileşeni olan örgütler, partiler var.
HDP’nin Kürdistan bölgesindeki bileşeninin son adı BDP idi.
Milyonlarca insanı kucaklayan, bu yapıyı mayalayan ise 1978 yılında kurulan Kürdistan İşçi Partisi (PKK)
PKK’nin yolculuğunu kısaca hatırlayalım.
35 yıl, silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi bir arada yürütmüş; bu sayede bölgenin birinci büyük gücüne dönüşmüş, bütün yerel yönetimleri kazanacak bir sivil siyasi partileri yaratmış, desteklemiş.
Belki TSK karşısında kesin bir galibiyet elde edememiş ama, TSK nın emekli baş komutanlarının da tersini itiraf etmesini sağlayacak bir askeri niteliğe sahip.
Kitlesel iletişim aklı da çok gelişkin. Daha 1990 larda bütün Kürdistan toplumunun evlerine çift anten taktırmayı başaracak bir TV yayıncılığını, sayısını da çoğaltarak, kesintisiz günümüze kadar geliştirmiş.
Bununla da kalmamış, 13 yıldır Türk sekülerler muhalif kesimine bir hayal gibi görünen mütedeyyin kesimleri de içine dahil ettiği geniş bir koalisyonu yaratmayı başarmış.
Dahası dikkatle bakan her gözün görebileceği kadar net bir biçimde Türkiye siyasetinde belirleyici bir güce dönüşmüş. (Kürt duvarına çarpıp yok olan partileri ve hükümetleri hatırlayın.)
Bir önceki yazımda bunu kısaca, Türkiye’de iktidarın bir kulpunu Kürt Özgürlük Hareketi tutuyor; cümlesiyle ifade etmiştim.
Bu arada Irak Kürdistanı bölgesinde adım adım siyasi ve askeri bir güç olarak KDP’nin rakibi haline gelmiş.
Suriye’de ise Rojava kantonlar sistemi, bazı açılardan AB standartlarını aşan demokratik anayasası ve IŞİD gibi kimsenin önünde duramadığı bir güç karşısında elde ettiği askeri zaferlerle bir oyun kurucuya dönüşmüş. (Yani Suriye’de de iktidarın bir kulpunu Öcalan felsefesine bağlı PYD tutuyor.)
Bu gün Rusya ve ABD’nin paylaşamadığı siyasi ve askeri bir güç durumunda.
Üstelik Uluslararası güç merkezleri anti kapitalist karakterinden rahatsız olsalar da kimi açık kimi örtük, Rojava modeline Suriye için kullanışlı bir model olarak sıcak bakıyorlar.
Şu ana kadar yazdıklarım, bir gününü ayıran her Türkün açık kaynaklardan edinebileceği bir tablo.
Partinin diğer bileşenlerini oluşturan “Türk Solu” ise bu yapıyla kıyaslanmayacak kadar cılız ve güçsüz. Henüz Batı’dan elde edilen 500 bin yeni oyu bile kontrol edebilecek örgütlülük seviyesinde değil.
7 Haziran, bütün zaafiyetlerine rağmen projenin tuttuğunun kanıtıydı.
Saray’ın “tekrar seçim” projesini uygulamaya koyduğu ve “kusursuz fırtına” nın başlatıldığı andan itibaren, ülkenin Batısında HDP’ye oy verenler; vermese de ülkedeki lider sempatisi sıralamasında Demirtaş’ı %29 la üçüncü sıraya oturtanlar arasında çok hızlı bir korku, kaygı ve şaşkınlık dalgasının yayıldığına tanık olduk.
Bu dalga sadece 12 Eylül görmemiş nesillerle sınırlı kalsa bir dereceye kadar anlaşılabilirdi. 12 eylül görmüş kesimleri de hızla kuşattı.
Kürdistan cephesi ile Türk cephesinin bileşik ama çok eşitsiz gerçekliği arasındaki asimetri her noktada hissedilir hale geldi.
Siyasi refleksler ve stratejik seçimler de haliyle ansızın farklılaştı.
PKK kendisine ve projesine açılan savaşı kırsalda hızla kabul etmeyi seçti.
Şehirlerde ise YDG-H ve sivil halk silahlı özerklik ilanlarıyla bu stratejiye destek verdi.
(Bu desteğin niteliğini, özerklik ve özsavunmanın geliştiği yaşam birimlerinde HDP oylarının yükselişinden veya düşmeyişinden ölçebilirsiniz. Lice: 95.82 Nusaybin: 90.2 Silvan: 87.89 Yüksekova: 93 Cizre: 93.23 Silopi: 88.05 Başkale: 95.56 Varto: 91.04 )
Türk kesimi, yani bizler ise Batı’da paralize olduk. Saldırılara Batı’da sokakta karşılık verecek gücümüz olmadığını, bu halde yanıt vermeye kalkmanın saldıranların aradığı kan olduğunu görüp, doğru bir yaklaşımla geri çekildik.
Ancak bu arada HDP coğrafyasında çoğunlukla örtük biçimde olsa da ciddi bir PKK suçlaması gelişti. Bu suçlama artarak bu gün de sürüyor. HDP başarısızlığında “hendek, misilleme” olduğunu kanıtlamaya çalışanlar, kendi HDP lerini yaratmaya çalışan liberaller.
Bence asıl önemli husus, Partinin çevresindeki birinci halkada bile bu bakış açısının yaygınlığı, proje ile taraftarlar arasındaki açıya dair çok ciddi bir bulgu, hatta sorun olarak duruyor.
SHPlileştirme kuşatması ve steril alan arayışı
Bu fasıldaki düşüncelerimi iyi anlatabilmek bakımından bir başka HDP tarifine de ihtiyacımız var.
HDP, projeyi teklif eden Öcalan’ın, Kürdistan genelinde, Rojava’da başarılı olmuş “Yeni Paradigma/Radikal Demokrasi” projesini, Türklerle birlikte “Türkçeye de” tercüme etme girişimidir.
Geleneksel Marksizmle radikal bir biçimde yüzleşmesini tamamladığı, ulus devletçiliği kategorik olarak dışladığı; Rojava’da uygulayarak “yeni ortadoğu” perspektifini netleştirdiği noktada, “artık biz ayrılıkçı bir tehdit değiliz, gelin Ortadoğu’da birlikte oyun kurucu olalım” diyerek; Türkiye’ye, bizzat PKK başkanı Öcalan tarafından sunulmuş bir teklif (New Deal).
Bu teklifi kabul etmenin, bir anda hem Türkiye’nin iç barışını sağlayabileceği gibi, hem de Türkiye’nin önünde demokrasi, barış ve refaha giden yepyeni ufuklar açabileceğini biliyoruz.
Üstelik, 7 Haziran projenin tuttuğunu ve önünün çok açık olduğunu da kanıtladı.
Elbette böyle düşünmeyenler de var.
“Kusursuz fırtına” YİB’nun, PKK orijinli güce ve projeye karşı Ortadoğu bütünlüğünde, son tasfiye ve oyunu bozma hamlesi olarak okunmaksızın, sağlıklı bir analiz yapılabileceğine inanmıyorum. (Büyük resmi kaçırmamak için, önemli bir hatırlatma; son 15 gündür TSK, YPG mevzilerine sistematik olarak, tek taraflı ateş ediyor.)
Bu projenin 80 yıllık iktidarlarını, özerk denetimsiz konumlarını ve ortadoğuya dönük planlarını altüst edeceğini düşünenler, gerekirse ülkeyi yakmayı göze almış durumdalar.
Üstelik bu kez eski düşmanlar ittifak içinde. (AKP-TSK)
Ancak, HDP’nin içinde ve çevresinde iyi niyetlerinden kuşku duymadığım iki eğilim söz konusu.
Bunlardan birincisi projeyi bence doğru anlayanlar.
Şu ana kadar atılan adımlardan bu kesimin azınlıkta kaldığını söyleyebilirim.
İkincisi ise iyi anlatılamadığı için, anlayamamış; olup bitenlerin sadece iç siyaset sorunu olduğunu sananlar.
Batı’da bu hızlı büyümeyi sağlayan benim gibi yüzbinlerce tekil, bağımsız “gezici” HDP’ye baktıklarında daha çok bir tür “SHP” görüyorlar.
Sol liberal kesim de bu yönelimi kendi siyasal görüşlerine yakın olduğu için ısrarla büyütüyor..
Tekrar etmekte yarar var. Bütün bunlar algı ve beklentilere dair; niyetler veya komplolarla ilgili değil kesinlikle.
Ama sonuç olarak, anahtar kelimesi “PKK terörist mi değil mi?” olan kuşatma, “Terörle aranıza mesafe koyun” baskısıyla devam etti ve edecek. Özellikle de yandaş medya bu saldırıyı sürdürecek.
Tahminim o ki, maddenin doğasına aykırı bir biçimde parti merkezi, Devlete ve PKK ye eşit uzaklıkta(?) steril bir alana ve söyleme çekilerek, partinin doğusu ile batısı arasındaki asimetrinin yarattığı, hızlı taktik ve strateji farklılaşmasını modere edemeyince, bir kırılmaya dönüşmesini engellemeye çalıştı.
Bunun faturasını da Tahir Elçi ödedi.
Ben bu durumun “SHPlileştirme kuşatması” dediğim eğilimin merkez üzerinde sanılandan çok daha güçlü bir etkisi olduğuna ilişkin güçlü bir kanıt olduğunu düşünüyorum.
Steril alan arayan CHP de politika yapabilir. Ama bizim yapmamız gereken resmi tarihi süratle kıracak, alternatif anlatıyı kurmaktır. Bunun için fikri ve teknolojik gerekli herşeye sahibiz.
Seni başkan yaptırmayacağız kırılması
Bence HDP’nin yükseliş sürecine girmesi Cumhurbaşkanlığı kampanyasıyla başlar.
Bu süreçte kampanya tasarımını yapan gönüllü iletişimciler grubunun bir araya gelmesinde ve çalışma sürecinde ön ayak olduğum için, içerden bir gözlem yapma şansım da var.
Cumhurbaşkanlığı kampanyası HDP’nin ilk “marka iletişimidir” dersek yanlış olmaz.
Bu kampanya parti yönetimine daha sonraki süreçlerde de sürdürdükleri yeni çalışma alışkanlıkları ve deneyler kazandırdığı gibi; tasarım ve uygulamanın başarısıyla HDP’yi ülkenin yeni yükselen alternatifi haline getirdi.
Siyasal iletişim ile diğer iletişim türleri arasındaki temel fark, stratejilerin kurulmasında ortaya çıkar.
İşbirliği yaptığınız iletişimciler gerçekten yetenekli, sizi anlayabilen, meslek erbaplarıyla – ki hepsi mesleğin en iyileriydi- stratejinizi en iyi ve en doğru biçimde iletmenin yaratıcı yollarını bulurlar – ki o günden bu güne bütün kampanyalarda MYK nın son kararı verdiği stratejilerin iletimi başarılıdır.-
Ancak 7 Haziran ve 1 Kasım bence yanlış strateji kurgularıdır.
Açıklamaya çalışayım.
Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasının en önemli noktası ülkeye ve muhalefete egemen olan anti AKP anti Erdoğan çizgisinden ayrışmak ve yeni bir gelecek, yeni bir Türkiye hayalini topluma sunmaktı.
Bu doğru strateji Demirtaş’ın zekası, aklı ve yetenekleriyle buluştuğunda HDP’yi hızla yıldızlaştırdı.
7 Haziran strateji süreci de haliyle bu ana ilkeye bağlı olarak tasarlandı. Bu kez gönüllü iletişimciler grubuna bir de bir konkurla seçtiğimiz orta büyüklükte kaliteli, kafadengi bir ajans eklenmişti.
Tasarım bitti, uygulamalar kesinleşti, MYK onayı alındı.
Ben bu süreçte Rojava’da olduğum için ancak mail grubunda paylaşılanlarla sınırlı bilgiye sahibim.
Ancak ortaya çıkan kampanyanın %15-20 bandını talep edişimizle uyumlu olmayan, güçlü biçimde iktidar talep eden, yönetme sırası bizde diyen bir nitelikte olmadığına ilişkin görüşlerimi paylaşmakla yetindim.
Marka iletişiminin yerini artık ürün bazında somut hedefler ve iddiaların alması gereken aşamaya geçmiştik. Oysa hala bir anlamda “marka iletişimi” tasarlanmıştı.
Zayıf, soyut, hatta biraz romantik de kalsa, hiç değilse yine de stratejik açıdan pozitif ve alternatif sunan bir içerikti. (Yeni yaşam, büyük insanlık)
Bu süreçte gerek AKP trolleri gerek CHP trolleri HDP’ye yönelik tamamiyle mesnetsiz, yalan bir kampanya yürütmeye başladılar.
HDP, AKP ile gizlice anlaştı, kasten baraj altında kalacak, ya da barajı geçip, işbirliği yapacak hepimizi satacak mealinde etkili bir ahlaki saldırıydı bu.
Birden herkese sürpriz olacak bir biçimde, bu kuşatmayı yarmak için tasarlandığı anlaşılan “seni başkan yaptırmayacağız” mizanseni sahneye konuldu.
Her şeyiyle çok zekice, çok etkileyici biçimde tasarlanmış bu mizansen, bir anda HDP yi çok ilkesel bir noktadan, Siyasi rakiplerimizin bence çok daha hayırlı bulacağı yanlış bir noktaya savurdu. Çünkü bu, bir taktik hamle değil, kampanya stratejisinin fiilen değiştirilmesi anlamını taşıyordu.
Artık HDP en ayırt edici pozitif, alternatif karakterini bırakmış, anti AKP güçlerin yeni koç başı oluvermişti.
Oysa bu tür temalar, kampanyada yan temalar olarak kullanılabilirdi.
Yeter ki CHP ve AKP kitlesinin en temel sorunu olan alternatifsizlik açmazını aşan, pozitif, yönetmeye ehil ve aday bir iddia ortaya konabilsin.
Ama tasarlanmış olan ana kampanya da zaten eski yeni yaşam sloganını yineliyor, bunun yanına daha romantik, soyut Büyük insanlık sloganını eklemekten öte geçmiyordu.
Bu nedenle “anti akp slogan” çok daha kolayca iletişimin merkezine yerleşti.
Üstelik seçim matematiği öyle bir tesadüf de barındırıyordu ki, kuş taşa denk gelmiş gibi görünüyordu.
Bu arada YİB’ tarafından yürürlüğe konulmuş olan HDP, PKK ve PYD’yi topyekün imha savaşının tozu dumanı içinde de bu tür meselelerin tartışılabileceği zemin kalmamıştı. Ayrıca açılan savaş, Demirtaş dahil en sağduyulu arkadaşlarımızın bile Anti AKP söyleme gittikçe daha güçlü biçimde savrulmasına neden oldu.
Seçim bittiğinde elde edilen oy oranı partinin Batı kanadını ve kısmen Kürt kanadını o kadar şaşırtmış, ve toz pembe bir zafer sarhoşluğu yaratmıştı ki, aslında elde edilenin, yanlış strateji nedeniyle, elde edilebilecek olandan çok geri olduğu tartışılamadı bile.
“İnadına” yanlış strateji
1 Kasım seçimlerine giden yol ise Partinin fiili geri çekilme sürecini hızlandırdı. Bu ruh hali kampanya stratejisinde çok bariz biçimde görünüyordu.
ÖDP’nin kuruluşunda esas olarak solun birliğini hedefleyen ilk kampanyanın tüketilmiş, eskimiş “İnadına aşk inadına devrim” mottosunu taklit etmiş olma tuhaflığını bir yana bırakalım; eldekini korumaktan başka bir çağrışımı olmayan, savunmaya geçildiğini ilan eden bir stratejiydi.
Bir kez daha ayırt edici özellik terkedilmiş; iktidarın bir kulpunun hadi geçtim HDP’yi Kürt Özgürlük Hareketinde olduğu özgüvenini taşıyan, yönetme iddiasını ortaya koyan bir tutumdan uzak durulmuştu.
Daha kötüsü Partinin “strateji merkezinin” en önemli belgelerden birini, İPSOS’un 8 Haziran araştırmasını, okumamış, ya da ciddiye almamış olduğunu görüyorduk.
Aksi halde neden Demirtaş ve farklı sözcüler %20 lerden 100-110 milletvekilinden söz eden açıklamalar yapsınlar.
Sonuç yerine
Herşeye rağmen tekneyi batırmadan sahile ulaşmış, yeniden mecliste grup kurabilmiş olmamız, bence çok önemli. Bu nedenle yönetimin basiretini, ferasetini kutlamak gerekir.
Şimdi hasar tespiti ve fırtınada yeniden yolculuğa devam edebilmek için reorganizasyon zamanı.
Ciddi bir reorganizasyon olmaksızın yeni zaferler beklemeyelim.
İki ilkesel noktadan katiyen vazgeçemeyiz.
Birincisi pozitif bir iktidar alternatifi olmak; ikincisi bir SHP değil, daha önce denenmemiş, yeni ademi merkeziyetçi bir örgütlenme modeli geliştiriyor olmak.
Bu süreçten gerekli dersleri çıkartmazsak, bu kez gemiyi batırma tehlikesi büyük.
Atılması gereken bazı acil adımları şöyle sıralayabilirim
Partiye sempati duyan, oy veren kültür sanat insanları çalıştayı hazırlanmalıdır.
Mümkün olduğu ölçüde parti dostu iletişimcilerin, yazalımcıların da yer aldığı, medya, internet siteleri ve sosyal medya araçlarının birleştirilmesi, güçlendirilmesi, sosyal medya haberciliğinde ortak alternatif yolların aranacağı bir diğer arama konferansı planlanmalıdır.
En önemlisi ve sonuncusu da ben ve benim gibi milyonlarca tekil bağımsız bireyin, partiyle organik ilişkisinin kurulması, katılımının sağlanacağı araçların geliştirilmesidir. ÖDP pratiğinden çok iyi biliyoruz ki, partiyi oluşturan kurumların fertleri önce X önce Y örgütü hissiyatıyla bakarlar.
Benim gibi olanlar içinse önce HDP vardır.
Bu, maddenin doğasına uygun bir reflekstir.
Hatırlarsanız, ÖDP de bağımsızlar %70 örgütlü kurumlar %30 oranında ağırlık taşıyordu. Oysa partiyi söz konusu %30 yönetiyor ve istisnalar dışında bireylerin nüfuzuna ve katılımına izin vermiyordu.
Bağımsızlar bu ortamda hızla yabancılaştı ve iki yıl içinde partiden uzaklaştılar.
Benzer bir felaketi yaşamamak için acil tedbir alınması gereken en yaşamsal konulardan biridir kanımca.