1. Müzakere sürecinin tarih öncesi
2009-2010 boyunca MİT’le PKK yöneticileri arasında devam eden Oslo müzakerelerinin bitişi 2011 yaz aylarına tekabül ediyor. Esas nedeni hala bilemesek de, bir varsayım olarak, devletin Suriye’ye yönelik uluslararası operasyonu ABD’yle PKK’nin tasfiyesine yönelik bir pazarlık kozuna çevirmeyi planladığını ve masayı devirmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. KCK tutuklamaları, askeri operasyonların sürüşü ve karşılık olarak PKK’nin şiddeti yükseltmesi de süreci bitişe doğru götüren faktörler arasında sayılabilir.
Oslo’nun ardından Öcalan’a yönelik bir tecrit politikası geliştiriliyor ve bir yıldan fazlaca bir süre Öcalan’ın avukatları da dâhil kimseyle görüşmesine izin verilmiyor. KCK yargılamalarının başlamasıyla aynı döneme denk gelen bu süreçte, yani 2012’de, cezaevindeki Kürt mahkûmlar duruşmalarda anadilinde savunma yapabilmek ve Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılması talebiyle geniş katılımlı bir açlık grevine girişiyorlar. Bunun hemen öncesinde ve sahada ise şiddet olağanüstü derecede yükseliyor; PKK uygulamaya koyduğu “devrimci halk savaşı” doğrultusunda, “vur-kaç” eylemleri yerine “alan hâkimiyeti” stratejisine geçiyor ve iki taraf da ciddi kayıplar vermeye başlıyor.
Dışarıda ise tarafları, özellikle AKP’yi yeniden masaya döndürecek, üstelik bu sefer doğrudan Öcalan’ın muhatap alınmasıyla sonuçlanacak olağanüstü bir gelişme yaşanıyor. Esad son derece akıllıca bir stratejik hamleyle, Suriye’nin kuzeyindeki Rojava tabir edilen ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeyi “devletsizleştiriyor.” Bu ise askeri güçleri daha stratejik kentlere yönlendirmenin yanı sıra yeni-Osmanlı’ya 800 km’lik sınırları boyunca yeni bir Kürt otonomisini patlamaya hazır bir bomba olarak armağan etmek anlamına geliyor.
Üstelik söz konusu otonom yapı ideolojik-politik önderlik olarak Öcalan’a ve PKK’ye yüzünü dönmüş durumda. Tam da bu nedenle ve haklı olarak devlet aklı Rojava’ya baktığında bir “PKK devleti”nin şekillenmekte olduğunu görüyor. Rojava, Öcalan’ın “demokratik ulus” ve “demokratik özerklik” fikirlerinin test edildiği siyasi bir laboratuvar olma niteliğini taşıyor. İşte tüm bunlardan sonra, 2012’nin son aylarında, Oslo’nun yerini İmralı alıyor ve Öcalan’la görüşmeler başlıyor.
2. Süreç, ulusalcı hezeyan, sol kibir
İmralı müzakereleriyle birlikte içeride çatışmasızlık dışarıda ise “vekâlet savaşı” dönemi açılmış oldu. Rojava’da aslında cihatçılarla PYD değil, yeni-Osmanlı’yla PKK savaşıyordu. İki tarafın da süreç boyunca esas önem verdiği yerin Rojava olmasından kaynaklanmaktaydı bu. Yeni-Osmanlı, bir yandan içeride ateşkes sağladığı PKK üzerinden Suriye Kürtlerini ÖSO saflarında rejime karşı savaştırmanın yollarını ararken, öte yandan Rojava’nın inşasını zorlaştıracak/engelleyecek her türlü girişime destek veriyordu. Öcalan ise legal Kürt siyasetini Türkiyelileştirerek harekete siyasal alan açmaya çalışıyor ve Türkiye’deki çatışmasızlık ortamında askeri açıdan esas savunulması gereken yerin Rojava olduğu düşüncesiyle hareket ediyordu. Dolayısıyla ortada ne milliyetçi/ulusalcı aklın iddia ettiği gibi “Türkiye’nin bölünmesi için kurulmuş bir ABD-AKP-PKK ortaklığı” vardı ne de “sol kibir” olarak adlandırabileceğimiz bakış açısıyla dile getirilen “AKP Kürtleri kandırıyor” gibi bir durum söz konusuydu.
Milliyetçi/ulusalcı akıl artık kesin olarak “Kürt düşmanlığı” teşhisini koyabileceğimiz bir tutumla hareket ettiği için, ne Rojava Kürtleriyle Barzani arasındaki ihtilafları gördü; ne de Rojava Kürtlerinin her türlü baskıya rağmen Esad karşıtı koalisyonun içerisinde yer almamasını. Milliyetçileri bir kenara bırakarak konuşalım, “sol” referanslarla hareket etmeye devam eden ulusalcılığın, yani esas olarak Aydınlık çizgisinin emperyalizmle organik ilişki içerisinde olan Barzani’yle PYD arasında bir ayrım yapması ve siyasi müdahaleye açık, diyalog kurulabilecek, sol-seküler karakteri bariz bu harekete, stratejik bir akılla yaklaşması beklenirdi. Oysa tam tersine, ulusalcılık böylesi bir yaklaşımın içeride PKK’ye dair bugüne kadar izlediği siyaseti boşa düşüreceğini bildiği için ve “Kürt düşmanlığı”yla gözü kararmış bir şekilde, PYD’ye “Esad düşmanı”, “NATO’cu”, “Amerikancı” gibi damgalar vurmaktan kaçınmadı.
Dahası, içeride “Kürtçe eğitim ve bilim dili değildir”den MİT’in “bayrak planı”na uygun bir şekilde sokağa dökülmeye kadar uzanan genişlikteki Kürt karşıtı politikanın vardığı yer, tezkereyi “TSK’ya ait” ve “milli” diye kodlayıp, AKP menşeili plana destek vermek ve böylelikle hem Esad düşmanı hem de AKP yanlısı bir konuma yerleşmek oldu. Yakın gelecekte AKP tezkere planını emperyalist planlarla uyumlaştırıp hayata geçirdiğinde ise yerleşilen konum kaçınılmaz bir şekilde emperyalizmin yanı olacak.
Süreçle ilgili olarak bir “sol kibir”den söz edebilmemizin nedeniyse Kürt siyasetini AKP’nin söylediklerine kanmaya hazır ve nazır gören, Kürt siyasetine her fırsatta “gördünüz mü, aslında sizi kandırıyorlar, barış falan yok” diyen bir anlayışın mevcudiyeti. Hayır, kimi Kürt çevrelerce “Kürtlere akıl vermek” diye kodlanan ve küçümsenen tutum değil kastettiğim. Kürt hareketine Türkiye solunun yaptığı her eleştiri ve uyarıyı “egemen ulus kibri”yle açıklayan ve “bize akıl vermeyin” diye karşılayan o sakat bakış açısının söylediğinden başka bir şeye işaret ediyorum. Sol kibir, meseleye “kandıran AKP”/“kanan Kürtler” şeklinde bakan ve soruna dair herhangi bir gelişme olduğunda da, yattığı pusudan çıkarak “bakın, yine kandırıldınız” diyen, sadece kendini akıllı, sadece kendini strateji ve taktik ustası olarak gören bakış açısı. Oysa yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi süreç, bir tarafın ötekini değil, tarafların karşılıklı olarak birbirilerini “kandırmaya” çalıştıkları, kendi siyasal çıkarlarını maksimize etmeye uğraştıkları bir satranç oyunu. Dolayısıyla sürece dair değerlendirmelerimizi yaparken, kimi zaman hepimizin tuzağına düşebildiği bu kibirden olabildiğince uzak durmaya çalışmamız gerekiyor.
3. Süreç ve sol eleştiri
Sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyeceğim: “AKP ile müzakere edilmez, mücadele edilir” denilerek yapılacak bir süreç eleştirisi, kanımca baştan sakat bir nitelik taşıyor. Çünkü ilk bakışta son derece radikal gibi görünen bu bakış açısı açık bir apolitizmle malul. AKP’nin sıradan bir parti olmadığını, bir parti-devleti rejimi inşa ettiğini, devletleştiğini uzunca zamandır bizzat biz söylüyoruz. Dünyanın her tarafında gerilla hareketleri, mücadelenin bir evresinde devletle masaya oturur, üstelik bu oturuş bizdeki gibi 30 yıl da sürmez, çok daha erken başlar. Tam da bu nedenle, devletle masaya oturmanın topyekûn reddi, ulusal mücadelelerin de gerilla hareketlerinin de politik doğasına uygun olmayan bir tutum almak anlamına gelmektedir.
Bunun dışında, çocuklarını toprağa vermekten yorulmuş bir halkın “barış” iradesini sorgulamak, onlara “AKP’nin eli güçlenir” gibi sinik bir bakış açısıyla “neden savaşa devam etmiyorsunuz” diye sormak, üstelik o savaşın ölen-öldürenlerinden değilken, etik bir tutum değildir. Dolayısıyla, Kürt halkının hem dağa yolladığı çocukları adına hem de panzerlerin, TOMA’ların, olağanüstü hallerin gölgesinde yaşamamak adına barış talep etmesi kadar doğal karşılanması ve saygı duyulması gereken bir tavır olamaz.
Peki bu söylediklerim sürecin eleştirilemez olduğu anlamına mı gelir? Elbette ki hayır. Eleştirilmesi ve sorgulanması gereken, sürecin içinin nasıl doldurulduğu, iktidarın ve Kürt siyasetinin süreci nasıl yürüttüğü, Kürt emekçilerinin ve yoksullarının bu süreçten nasıl etkilendiğidir. Örneğin süreç, MİT’e teşekkürü gerektirmez, örneğin süreç Reyhanlı’ya baktığında AKP yanında saf tutmayı gerektirmez, örneğin süreç “Gezi’de darbeyi gördük” açıklaması yapmayı gerektirmez, örneğin süreç seçim kampanyanı AKP karşıtlığı ve sol bir söylem üzerine kurmuş ve oylarını öyle yükseltmişken “alkış”ı gerektirmez, örneğin süreç Köşk kokteyllerinde muktedirlerle makara yapmayı gerektirmez, örneğin süreç Suriye’ye yönelik emperyalist saldırıyı görmezden gelmeyi gerektirmez.
Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, müzakere sürecinin en olumlu yanlarından biri Kürt hareketi içerisindeki liberal, AKP’ci ve Amerikancı unsurlarla, düzen siyasetine anında uyum sağlayanları bir turnusol kâğıdı misali açığa çıkarması olmuştur ve yukarıda saydığım örnekler bunun farklı düzeylerdeki tezahürüdür. Hareket içindeki Türkiye siyasetine bakışa dair farklılığa çok daha çarpıcı başka bir örnek vermek gerekirse, Lice’de yaşanan olaylarda hareketin legal kanadı, içerisindeki liberal sol unsurların da etkisiyle sorumluluğu “askeri ve sivil bürokrasi” gibi bir hayalete yükleyebilirken, KCK “AKP devleti” ve “AKP faşizmi”nden bahsedebilmektedir.
4. Kürt hareketiyle nasıl bir ilişki?
Kürt sorununun Kobane direnişi üzerinden yeniden çok yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandığı ve AKP’nin Suriye’ye girmek için fırsat kolladığı bugünlerde, birleşik bir mücadele için yüzlerini birbirlerine dönen sosyalistlerin Kürt sorunu ve Kürt hareketine yönelik tutumları üzerine yeniden düşünmeleri gerekmektedir. Kobane direnişine bağlı olarak müzakere masasının devrilebileceği ve savaşın yeniden ve çok daha şiddetli bir şekilde başlayabileceği bugünlerde, öncelikli görev bir yandan tezkerenin hayata geçirilmemesi için savaş karşıtı bir mücadeleyi yükseltmek, öte yandan ise direnişin sol-seküler karakterine yönelik vurguyu güçlendirerek Rojava’yla dayanışmayı arttırmaktır. Öte yandan, IŞİD karşıtı mücadele, cumhuriyetçilerin Kürt sorununa bakışında bir değişiklik yaratma potansiyeli taşırken, Kürt hareketinin söyleminde gericilik karşıtlığının ön plana çıkmasına vesile olabilir ki, Türkiye solu her ikisi için de elini taşın altına sokmaktan çekinmemelidir. Tüm bunların da ötesinde, Kürt hareketiyle “eleştirel bir diyalog” kurmak kati surette bir gerekliliktir. Kobane’de verdiği ölüm kalım mücadelesini “Stalingrad direnişi”ne benzeten bir halk gerçekliği ortadayken, “sol müdahale”de bulunmamak ve bu eleştirel diyalogdan kaçmak, tarihsel bir sorumluluktan kaçmak anlamına gelmektedir çünkü.
İlerihaber.org’dan alınmıştır (3 Ekim 2014)