Bülent TEKİN yazdı – Herkesin birbirine saygılı olduğu bir Demokratik Modernite içinde gerçek modern yaşantıyı kurabiliriz. 600 yıllık bir Kürt Sorunu’nu “Kürt sorunu yoktur!” anlayışıyla yok saymaya devam etmek bu sorunu bir iç ve en önemli sorun olarak devam ettirmeye yarayacaktır.
CHP Genel Başkanının Kürt Sorunu’nu HDP ile çözeriz söylemi üzerine çeşitli tepkiler geldi. Kılıçdaroğlu adres olarak TBMM’yi işaret etti. Millet İttifakı da genel olarak bu yönde görüş belirtti. HDP eski Eşbaşkanı Sezai Temelli çözümün adresini İmralı (Abdullah Öcalan) olarak belirtti. HDP eski Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş sorun HDP ile TBMM’de çözülür dedi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Kürt Sorunu yoktur dedi ve bir bakıma Kürtleri yok saydı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da New York dönüşü “Yok Kürt sorununu çözmektir, yok şudur, yok budur… Türkiye’de böyle bir sorun yok. Biz bu işi çoktan çözdük, aştık, bitirdik.” dedi. Ona göre böyle bir sorun yok; söylediklerini Cumhur İttifakı böyle bir sorunu tanımıyor anlamına gelen cümleler şeklinde değerlendirdim. Bahçeli ile aynı görüşte sözler söylemiş oldu. Ben de Kürt sorununun gündeme gelişi nedeniyle, bu konunun oluşunu ve nedenlerini özetlemek istedim. (Kürt Sorunu’nu “Kürt Sorunu ve Sayılmayan İsyanlar 1514-1919” adlı kitabımda anlatmıştım. Burada da o kitabımda da yazdıklarımdan bir özet vermek istedim.)
14. yüzyıl başlarına kadar genelde Osmanlı padişahları Avrupa tarafına, daha doğrusu Batı’ya olan ilerlemelerini sürdürdüler. 16. yüzyıl başlarında ise durum farklı olacaktır. Çünkü yıkılan Akkoyunlu hanedanlığının yerine Doğuda kurulan Safevi Devleti’nin resmi mezhebi Şiilik olacaktı ve bu durum Sünni Osmanlı Devleti ile oldukça problemler yaratacaktı. Şii Safevi Devleti batıya doğru genişleme siyaseti izleyecek ve ilk karşılaştığı yerler Kürtlerin yaşadığı bölgeler (Kürdistan) olacaktı. Ve bu genişleme II. Beyazıt döneminde Osmanlı için epey tehlikeler yaratacaktı.
15. yüzyılın sonları ve 16. yüzyılın başlarında Kürdistan’ın en ünlü bilginlerden biridir İdris-i Bitlisi. “Molla (Melle)” veya “Mevlâna” lakabıyla da tanınan İdris-i Bitlisi, Kürtlerin arasında ve Osmanlı topraklarında iki yönüyle tanınmaktadır: Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk sekiz padişahını (Farsça) anlatan “Heşt Behişt” eseriyle tarihçi olarak tanınır. Ve Osmanlı’nın Doğu sınırını çizmeye yönelik Kürdistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na katılmasında gösterdiği iyi bir diplomatik zekâsıyla (siyasi dehasıyla) tanınır.
Kürdistan beyleri İdris-i Bitlisi’nin telkinleri ve ikna kabiliyetiyle Sünni Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetini kabullenmişlerdir. Bundan dolayı da Şii mezhebinin güçlü savunucusu Safevi Devleti’nin politika ve telkinlerini reddetmişlerdir.
İstanbul’da bulunduğu süre içinde eser telif etmesi yanında, padişahın Doğu siyaseti konusunda da başdanışmanlık görevini üstlenir. İdris-i Bitlisi’yi bu dönemden sonra Osmanlı Devleti’nin Doğu ve Kürdistan siyasetinde aktif bir rolde görmeye başlıyoruz. Yavuz Sultan Selim’in 1514 Çaldıran Savaşı’na bizzat katıldı. Padişahla birlikte Tebriz’e kadar gidenlerin arasında yer aldı. Artık İdris-i Bitlisi Kürt topraklarındaki Kürt beyleri ile Safevi Devleti hakkında padişaha bilgi veren uzman bir danışman oldu.
Çaldıran Savaşı’ndan sonra padişah tarafından (bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’sunda bulunan) yerel Kürt beyliklerinin, Osmanlı Devleti’ne itaatlerini sağlamakla görevlendirilmiştir. Bundan böyle Molla İdris, Yavuz Sultan Selim ile Kürt emirler arasında siyasi diplomasi başlatır. Başardığı her işten dolayı padişah tarafından takdir edilen Molla İdris, bütün siyasi dehasını kullanarak daha başarılı işlere imza atmıştır. İdris-i Bitlisi’nin bu gayretlerinin neticesi olarak, yirmi altı yerel Kürt (beyliği) emirliği (bu sayıda bir ittifak yoktur, zaman zaman 23 ile 30 arasında değişir) Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girmiştir.
Osmanlı Devleti Safevilerin kontrolünde olan büyük bir bölgeyi oralarda yaşayan Kürtlerin sayesinde kendi topraklarına kattı. Mezhepsel çekişmelerde taraf olan Kürt beylerinin büyük desteğini alan Yavuz Sultan Selim’in topraklarına kattığı yerler Anadolu’nun bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Anadolu Bölgesi ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi olarak tarif ettiği yerlerdir. Bu yerlerin Osmanlı topraklarına katılmasında kuşkusuz en büyük pay İdris-i Bitlisi’nindi(r). İdris Çaldıran Savaşı’ndan sonra da Yavuz’dan önce Tebriz’e gitmiş, şehri teslim almış ve onun (Yavuz Sultan Selim’in) karşılanma törenlerinde bulunmuştu.
İdris-i Bitlisi sadece savaşlarda aktif rol almakla kalmadı, o aynı zamanda Kürt beyleriyle Yavuz Sultan Selim arasında imzalanan ittifak anlaşmasının metnini de yazdı. Amasya Antlaşması olarak bilinen bu metnin Çaldıran Savaşı öncesi mi, ya da sonrasında mı yazıldığı hakkında pek net bir bilgi yoktur. Ancak bu pek de önemli değildir. Çünkü önemli olan bu anlaşmanın yaklaşık 330 yıl Osmanlı ile Kürtler arasında geçerli olduğudur. Ancak büyük olasılıkla Amasya’da yapılan bir toplantıda kabul edilen bu metin İdris-i Bitlisi tarafından yazılmış ve Kürt beylerine imzalattıktan sonra Yavuz Sultan Selim’in onayına sunulmuştur.
1514 yılında, yaklaşık 28 civarında (25 ile 30 civarı?) Kürt beyi Amasya’da toplandı. Bitlisi onları tek tek Safevilerden ayrılmaya ve Yavuz Sultan Selim’e (Osmanlı’ya) güvenmelerine ikna etti. Bu öyle kolay yapılacak bir iş değildi, Bitlisi bunu engin çaba, propaganda ve diplomasi yetenekleriyle çözdü, Kürt beylerine Osmanlı’nın güvenini aşıladı. Kürt beyleriyle Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen anlaşmanın şartları şunlardır: x
1-Kürt emirleri atalarından (baba ve dedelerinden) kendilerine kalan toprak ve yönetimlerini onurlu ve özgürce sürdüreceklerdir. Eski örf, adet ve geleneklerini muhafaza edeceklerdir. Bu emirlikler eskiden olduğu gibi, babadan oğla intikal edecektir.
2-Osmanlı Devleti yabancı bir devletle savaşırsa, Kürt beyleri kuşanmış silahlı süvarileriyle (özel ordusuyla) Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklardır. Osmanlı Devleti de Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaktır.
3-Kürt emirleri Osmanlı Devleti’ne (Osmanlı Hazinesi’ne) her yıl, tespit edilecek bir miktarda vergi vereceklerdir.
Bu anlaşma görüldüğü üzere kısmi bir özerkliğe tekabül edebilir. Bu statü-bir bakıma!-Şah İsmail’in yenilgisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’ya tabi olarak yaşayan Kürtlerin bağımsız bir devlet olmamaları, onları tebaa olarak mevcut yasalar karşısında suçlu duruma sokuyordu. Bu nedenle bazı Türk tarihçi veya yazarlar Kürt hareketlerini isyan olarak değerlendirmiş ya da tersi olarak bazı Kürt tarihçiler ya da yazarlar hiç Kürt isyanı olmamıştır şeklinde bir belirleme yapabilmişlerdir.
Yavuz Sultan Selim’den 1919’a kadar süregelen süreç içindeki Osmanlı (Türk)-Kürt ilişkileri zaman zaman uyum, zaman zaman da başkaldırı ve Tanzimat’la beraber tasfiye niteliğinde oldu. Kürt beyleri önce maaşlı birer memur haline getirildi, sonra Tanzimat düşüncesi gereği merkezi yönetim uygulamasıyla, yöneticiler merkezden atanmaya başladı. Bu süreç içerisinde her iki toplum araştırmacıları tarafından da zaman zaman isyan olarak kabul edilmeyen Kürt isyanları (ayaklanmaları) oldu. Bu süreç çok önemlidir. Çünkü bu süreç coğrafyamızda (İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de) hâlâ tam olarak çözülemeyen büyük bir sorunun (Kürt Sorunu’nun) nedenlerini taşımaktadır. Burada kastettiğim bir bakıma “Kürt Sorunu’nun Nedenleri”dir. Ya da “Kürt Sorunu’nun Başlangıç İlkeleri” olarak da adlandırılabilir.
Türkiye’de bir politik kriz olarak Kürt Sorunu ortaya çıkmıştır ve krizin çözümsüzlüğü daha ağır yüklere ve sancılara neden olmaktadır. Âdeta, Türkiye’deki politika (siyaset) Kürt sorununa çarpmış ve tökezlemiştir. Çözüm asla yıllarca kafalara şırınga edilen resmi tarih anlatımlarıyla sağlanamaz. Kriz, özellikle Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet’te ulus-devlet oluşturmak için kullanılan asimilasyonist ve inkârcı zihniyetle aşılamaz. Bunun daha fazla dayatılması krizin başka mecralara evrilmesine neden olabilecektir. Yapılması gereken öncelikle, Kürt Sorunu’nun başlangıcını ve ortaya çıkma nedenini ortaya tarafsızca koymaktır. Neden bilinirse, çözüm de kabul edilebilir ve adil olur. Çözüm hazmedilir ve adaletin tecellisi şeklinde değerlendirilir.
Ulus-devlet yaratırken kültürel mirasları yıkmak, tahrip etmek ve insanları tek’leştirmek gerekmektedir. Asimilasyon ve tasfiye en önemli araçlardır. Etnisiteleri, dinleri, mezhepleri, kültür ve dilleri yok ederek tek ideolojik kalıp içinde (yeni bir kültür politikasında) başkalaştırmak ulus-devletin hâkim ırk ve etnisitesinin bağnazlığını belirtir. Ulus-devlet tüm bunları yaparken de millici ve dinci kimliğini üniter yapı ve ülkenin bölünmez bütünlüğü gibi kavramlar altında hegemon bir güç olarak kullanır. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik ve pozitivist bilimcilik bu ideolojinin temel taşlarıdır. Tüm bunlar “cumhuriyet” adı altında yapılmak istenmektedir. Ama ortaya çıkan vahim sonuçlar cumhuriyetçilikle de pek bağdaşmaz. Kapitalist Modernite ile birlikte yaşarken dahi-üniter devletin tanrısallığını yaratmadan-demokratik nüveler ve alanlar içinde çoğulcu yaşamanın yollarını bulabiliriz. Herkesin birbirine saygılı olduğu bir Demokratik Modernite içinde gerçek modern yaşantıyı kurabiliriz. 600 yıllık bir Kürt Sorunu’nu “Kürt sorunu yoktur!” anlayışıyla yok saymaya devam etmek (Kürtler vardır söylemleri devlet tarafından yüksek sesle söylense de?) bu sorunu bir iç ve en önemli sorun olarak devam ettirmeye yarayacaktır.