Samed Behrengi ile 1970’lerin ikinci yarısında ailemize uzun yıllardan sonra katılan bir çocuğun, kuzenimin okumaya bir başlayıp pir başladığı dönemde tanışmıştım. Okumayı sevdireceğim, gelişip serpilmesini günden güne izleyeceğim bir çocuğun yanı başımdaki varlığı o yıllarda umut ve heyecanla beklediğimiz devrimin şartlarının olgunlaşmasını gözlemenin evcesiydi benim için.
Sokakta, okulda devrimin gelişimi için mücadele ederken kendimce, evde de kuzenimin okuduklarıyla bir insanın dönüşümü çok denk düşmüştü. Ona alacağım her kitabı önce okur, öyle karar verirdim alıp almamaya. Kadıköy çarşısının içinde bir hanın en üst katında indirimli kitaplar aldığımız kitapçıda az zaman geçirmedim çocuk kitapları okuyarak. Polis olduğundan kuşkulandığımız han çaycısının pek de güzel demlediği çayları içer, Behrengi’nin kitaplarını da bir solukta okurdum. “Küçük Kara Balık” ilk okuduğum kitabıydı Behrengi’nin, yıllar sonra 90’larda da kızıma aldığım ilk kitap olmuştu. Şah dönemi İran’ında katledilmesiyle 70’li yıllar Türkiye’sinin şiddet yüklü atmosferi denk düşerken zihnimizde, her okuduğum kitabı taze bir soluk olmuştu o yıllarda benim için. Askeri cuntayla birlikte yasaklı kitaplar arasında yerini aldığında dayımın evindeki sobada yakılan kurtaramadığımız kitaplar arasında o da var mıydı 1980 kışında bilmem. Odam aile büyükleri tarafından panik içinde talan edilip toplanan kitaplarım, özenle sanat dergilerinin kapaklarıyla örttüğüm dergilerim yakılmak üzere sırasını beklemek için bavullara doldurulmuş taşınacakken aradan kaçırabildiklerimiz müstakbel kayınvalidemin çekyatı altındaki dolaba yol almıştı ama yıllar içinde okuduğum, otobüse bineceğime yürüyüp de artırarak biriktirdiğim harçlıklarımdan alıp, gözümden sakındığım ve beni şekillendiren kitaplarımın, dergilerimin çoğu yanıp kül olurken o incecik masal kitabı da içlerinde miydi acaba koca koca Kapital ciltlerinin mesela, bilemesem de, o zamandan beri hep taşırım yasını içimde kitapların ve devlet dersinde öldürülen insanların.
Yasımın üzerindeki tozları silkeleyip atan, 1980 cuntasının evimizdeki küçük modelini su yüzeyine çıkartan “Küçük Kara Balıklar Güneydoğu’da Çocuk olmak” belgeselini izledim geçen hafta. Yönetmenlerden ve senaryo yazarlarından birinin, A. Haluk Ünal’ın dostum olmasının getirdiği ayrıcalıkla ulaştığım, onunla birlikte Ezel Akay, Serpil Güler, Cem Terbiyeli, Önder İnce’nin de yönetmenliğini üstlendiği belgeselin videosunun bir tür ön gösteriminden yararlanma olanağı buldum. Behrengi’nin kitaplarındaki yasakların kalktığı, kızıma sevinç içinde “Küçük Kara Balık”ı alabildiğim o yıllarda devlet dersinde öldürülen çocukları, çocukların gözünün önünde yakılan köyleri, göçe zorlanan aileleriyle zamanından önce büyüyen, hem dil hem de o dilde okuma yazma öğrenmenin ne anlama geldiğini anlatan bu filmi bu acıları yaşamalarını engelleyemediğimiz, zamanından önce büyüttüğümüz o çocuklar için olduğu kadar, 1980 kışında ardından ağlayamadığım kitaplarım için de akan gözyaşlarıyla izledim.
“Filmimiz, çocukluğunu Güneydoğu’da, cehennemin tam gözünde geçirmiş ve geçirmekte olan 11 kişinin tanıklıkları üzerine kurulu. 90’larda, 2000’lerde ve 2010’larda çocukluklarını yaşayamayanların hikâyeleri… İçlerinde taş atanı da var, ayağı taşa değmemiş olanı da. Hepsi de savaştan nasibini almış. Onlar, yüz binlerce benzerlerinin yalnızca bir kısmı. Bu filmde, çocuk yaşta maruz kalınan insan aklının alamayacağı zulme rağmen, insan kalmayı başarmanın hikâyesi de var; Kürt isyanının doğuş hikâyesi de… Ama en önemlisi film, Kürt toplumuna bir çocuğun yanı başından bakmaya zorlayacak sizi” diyor dostlarımız emek verdikleri bu filmin tanıtımı için yazdıkları yazıda. O yıllarda insan hakları mücadelesi içinde yer alan, Kürtlere yönelik devlet şiddetine karşı da mücadele etmiş ve bu akıl almaz şiddete tanıklık etmiş biri olarak beni dahi yeniden dehşetle sarsan o yılları böylesine yalın ama umut dolu bir dille bizimle paylaşan dostlara ne kadar teşekkür etsek az.
Umarım küçük kara balıkların tüm engellere rağmen eninde sonunda denize ulaştığını hayal etmekten geri durmayanlar çoğalır. İzlediğim bu film, umudu çoğaltacaktır, eminim. O hanın en üst katındaki kitapçıda başlamıştım işte ben hayal etmeye, 40 yıl sonra bugün umudum o günkünden taze.
Not: Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak 10 Aralık İnsan Hakları haftasında filmin gösteriminin ardından yönetmenleriyle de söyleşmeyi hedefleyen İstanbul’daki galayı gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Gün, saat ve yeri daha sonra bildireceğiz. Tüm dostlara, yoldaşlara şimdiden duyurulur.
Bu yazı sayın Fincancı’nın Evrensel gazetesindeki köşesinden alınmıştır.