ÇEVİRİ – Alex DEMİROVİÇ’in LuXemburg’daki yazısı: “İnsanlar mahalle öz-örgütlenmelerinde, komşu yardımlaşmalarında, işsizlik halinde güvence, ücretler, iş yerinde korunma için yapılan grevlerde ve beklenmedik çaptaki yaratıcı dijital etkinliklerde dayanışma gösteriyor. Egemen siyaset bu dayanışmayı tahrip etmeyi deneyebilir.”
SiyasiHaber’in notu: Alex Demiroviç’in makelesi LuXemburg’da (https://www.zeitschrift-luxemburg.de/) Mart ayında yayımlandı. Koronavirüs salgını vesilesiyle dünya sosyalist hareketinde yaşanan tartışmalara katkıda bulunması amacıyla Avrupa Forum Çeviri Ekibi’nin çevirisini yayımlıyoruz.
Koronavirüsün hızla yayılması ve çok sayıda ölüm vakasına yol açması, durumu abartılı kavramlar ışığında yansıtma eğilimine yol açıyor. Haftalardır haberlerde ve talk show’larda her şeyin çok kötü olacağı vurgulanıyor; olağanüstü hal terimi dillendiriliyor, bir güvenlik ve düzen krizinden söz ediliyor. Braunschweig’lı virolog Melanie Brinkmann kazanılması gereken bir savaştan söz ediyor. Başkan Macron da askeri kavramlar kullanıyor: “Düşman orada ve görünmez. Ama biz bu savaşı kazanacağız.” Ve Demokratların başkan adaylığına talip olan Joe Biden da virüsün bir düşman saldırısı gibi görülerek ordunun görevlendirilmesini talep ederken, halkın savaş zamanlarında olduğu gibi birlik ve beraberlik içinde olması gerektiğini vurguluyor. Askeri yardım sunuluyor, sıhhiye birlikleri mobilize ediliyor, askeri hastaneler kuruluyor, sivil kamyon şoförlerinin yerini askerlerin alması planlanıyor. Savaş ölüm ve yaşam hakkındaki son kararların siyasi gelişmeleri belirlemesi anlamına gelir. Eleştiri ve siyasi iradenin tartışmaya dayanan teşekkülü yürürlükten kaldırılır ve bu durumdan bir avuç insan karlı çıkar.
Von Alex Demiroviç
Virüs, Çin’den hareketle çok sayıda ülkeye yayıldı. Bu arada Avrupa Birliği virüsün ağırlık merkezlerinden biri haline geldi. Ve burada devlet kurumları, virüsle mücadelede Çin ya da Güney Kore’dekinden farklı bir strateji izliyor. Tarihteki deneyimler gösteriyor ki zaman geçirmeden alınacak önlemler, virüsün yayılmasını, hastalıkların ağırlığını ve ölüm vakalarının sayısını kayda değer derecede düşürebilir.
Başlangıçta Avrupa Birliği üyesi devletler toplumsal hayatı derinden etkileyecek müdahalelerden kaçındılar; sonra alarm seviyeleri yükseltildi ve kapsamlı önlemler alındı. Hiç kimse bu sayede yeni enfeksiyon oranının derhal düşmesini beklemiyor. Bir yavaşlatma, eğrinin düzleştirilmesi, zaman kazanma hedefleniyor. Hastalara hastanelerde yardımcı olunabilmesi, yani yeterli sayıda karantina istasyonu, tıbbi personel, solunum cihazı ve diğer tıbbi araç gerecin varlığı için bu zaruri görülüyor. Fakat bu konuda kesinlikle güvence verilemiyor.
Sağlık sisteminin neoliberal yeniden yapılandırılması, hastanelerin kar odaklı hale getirilerek kazançlı alanlara ağırlık vermesi, personel azaltma politikaları ve tıbbi personelin sürekli aşırı iş yükü altında oluşu bizden intikam alıyor. ABD, İtalya ve hastane yataklarının üçte birinin estetik cerrahiye ayrıldığı İspanya örnekleri bunu göstermekte. ABD’de şimdilik yalnızca çok kısıtlı ve çok pahalı test imkanları mevcut ve Kuzey İtalya’daki Bergamo şehrinde doktorlar kısıtlı olanaklar dolayısıyla triyaj uygulamasına başvurmak, yani kimi ölüme terk edip kime hala yardım edebileceklerine dair çok zor kararlar almak zorunda.
Başka alanlarda da etik çatışmalar ortaya çıkıyor. Örneğin Almanya büyük çaplı korunma maskesi ve solunum cihazı ihracatını yasaklamak istedi. Haftalarca Amerikan sağlık sistemini öven ve ABD’nin salgından etkilenmeyeceğine inanan Trump, şaşırtıcı biçimde, ülke çapında olağanüstü hal ilan edip “Çin virüsünü” püskürtmek amacıyla sınırları kapattırdı. Çin şirketleri gibi, onun da aşı üstünde çalışan Alman firmalarını etkisi altına almaya çalıştığı bildirildi.
Bunlar, ulus aşırı değil, şaşırtıcı biçimde ulus devlet odaklı çözüm arayışlarının doruk noktaları: sınırların, bulundukları yerde takılıp kalan yolculara kapatılması; yurtdışından gelenlerin karantinaya alınması. Siyaset tamamen bölünmüş durumda. Bir tarafta, bir süre daha reel içiçelik halini göz ardı ederek, kendi devletlerine adeta yalnızca dışarıdan hastalık bulaştırıldığında ısrarcı olanlar (Trump, Salvini) var. Kimliksel bir otoimmün (özbağışıklık) ulusal birlik, sağlıklı bir devlet bedeni imgesi çağırıyor, bu yüzden ülke sınırlarının radikal bir biçimde kapatılması, toplu taşımanın durdurulması gerektiğini öne sürüyorlar.
Aralarında hatalı bir biçimde Almanya’da yeterince hastane yatağı mevcut olduğunu iddia eden sağlık bakanı Spahn’ın da yer aldığı diğerleriyse, -bir Avrupa Robert Koch Enstitüsü gibi- Avrupa çapında devlet-ötesi çözümleri savunuyor. Yine de Avrupa Birliğinde önlemler tek tek devletler tarafından alınıyor ve tekabülen farklılık gösteriyor. Mike Davis, haklı olarak, küresel bir sağlık altyapısına ihtiyaç olduğuna işaret ediyor.
Altyapı komünizminin faydası olurdu
Mevcut pandemi, sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve rasyonalizasyonunun, kemer sıkma politikaları ve sağlık çalışanlarının sömürülmesinin, iki sınıflı sağlık sisteminin ve hastalık riskine karşı özel sigorta yoluyla alınan önlemlerin birer skandal olduğunun bir kez daha altını çiziyor. Esasen, her bireyin aynı haklara sahip olarak ve herhangi bir sigorta gerekmeksizin sınırsız sağlık hizmeti erişimine kavuşması icap ederdi. Özel ek sigortaların ortadan kaldırılması gerekirdi. “Altyapı komünizmi” (Wolfgang Streeck) bu “vahim durumda” ve sonrasında hayata geçirilmeli. Kapitalist krizle başa çıkma biçimleri, insan hayatını tehlikeye atıyor. Bunun önüne geçmek için, başka bir toplumsal zenginlik üretilmeli ve üretilen o zenginlik başka bir biçimde kullanılmalı.
Koronavirüsle mücadelede kullanılan hatırı sayılır çaptaki devlet ve sağlık politika araçları, toplumsal hayatın her alanına nüfuz ediyor: Hijyen tavsiyeleri, anaokullarının, okulların, üniversitelerin ve yabancılar için sınırların kapatılması, büyük etkinliklere ara verilmesi, gece kulüplerinin, restoranların, müzelerin kapatılması, toplu taşıma araçlarının daha az kullanması ve mümkün olduğunca evden çalışma çağrısı. Daha birkaç hafta önce kutsal inek kabul edilen “mükemmel” bütçe dengesinin artık bir önemi kalmadı. İnsanlar, başkalarıyla dayanışmak için kendilerini kısıtlamaya ve sosyal temaslarını sınırlandırmaya davet ediliyor. Herkesin kendi davranışıyla, virüsü yaymamaya dikkat etmesi gerektiği vurgulanıyor.
Bireylerden toplum adına öz-optimizasyon, işverilebilirlik, rekabet gücü ve tüketimcilik erdemlerinin beklenmesinin üstünden pek zaman geçmemiş olsa da, artık başkalarının hassaslığının, kırılganlığının bilinci zemininde dayanışma, öz-disiplin ve gönüllü feragat ahlaki devlet terbiyesinin hedeflerine dönüştü. Almanya’da (şimdilik) katı yasal düzenlemelere ve Çin ya da Güney Kore’deki türden bir denetime gerek görülmedi. Fakat çeşitli AB devletleri çoktan otoriter araçlar kullanmaya başladı bile: Parlamentolar artık (eksiksiz) toplanmıyor; inanç, meslek ve ticaret özgürlükleri, hareket ve toplantı özgürlükleri rafa kaldırılıyor, sokağa çıkış kısıtlanıyor ya da tamamen yasaklanıyor. Şehir ve bölgelerin tamamında, asker ya da polis tarafından denetlenen karantinalar ilan ediliyor, sınırlar kapatılıyor (ve bu sayede yeri gelmişken iltica hakkı ortadan kaldırılıyor), bireylerin mobilite davranışlarının izlenmesi ve denetlenmesi kararlaştırılıyor. Çin, Güney Kore ve İsrail’de bireyler cep telefonu takibi aracılığıyla izleniyor; hareket profilleri düzenleniyor ve riskli mekânlara işaret ederek hareket önerileri dile getiriliyor. Demokratik hak ve özgürlüklerin gerçekten şaşırtıcı bir hızla güvenlik vaadine feda edilişine tanıklık ediyoruz.[1]
Gidişata yeni uzmanlar yön veriyor
Açık ki siyasi karar alıcılar mevcut durumla başa çıkmakta zorlanıyor. Büyük bir zaman baskısı altında, ancak uzmanların -virologların, epidemiyologların, tıp uzmanlarının- tavsiyelerine dayanarak kararlar almak zorundalar. Büyük şirketlere yakınlıklarıyla bilinen alışılageldik danışmanlık şirketleri, avukatlık büroları ve lobi kuruluşları yerine bu türden istişare mercilerinin böylesi bir ölçekte varlığı yeni bir şey. Güvenilir ve tecrübe edilmiş bilgi (henüz) mevcut değil; epidemiyologlar da yalnızca geçmiş deneyimleri güncelleyebilir. Hiçbir surette doğal olmayan yeni kriterlerin geçerlilik talep ettiği yeni bir iktidar-bilgi dispozitifi şekilleniyor.
Müdahaleler önemli sonuçlar doğuruyor; zira kapitalist ekonomiye ciddi bir darbe indiriyorlar. Şirketler ve borsalar devasa zararlar açıklıyor, tedarik zincirleri tehdit altında ya da çoktan kopmuş durumda, tüketimde esaslı bir gerileme var, küçük esnaf ve serbest çalışanların gelirinde ciddi bir düşüş yaşanacak. Bunun sonucu iflaslar ve işsizlik olacak. Kapitalist ekonomiye ve iktidara sadık siyasetçiler başlangıçta hastalığı önemsiz göstermek istediler ve ellerinden gelse ‘business as usual’ı (her zamanki işleri) sürdüreceklerdi. Olağanüstü halin sonuçları kestirilemezdi ki hala da öyle.
Rasyonel panik?
Toplumda da, anlaşılır biçimde, normale geri dönüş arzusu mevcut; pandemi gerçek dışı duruyor. Öncelikle başkaları tehlike altında kabul ediliyor: Daha yoksul ülkeler, yaşlılar, hastalık geçmişi olan bireyler. Virüsün sonuçlarının bilgisi ancak yavaş yavaş insanların bilincine etki ediyor: Her şeyin çok da kötüye gitmeyeceğini, bir grip vakasından daha kötü olmayacağını mı varsaymalı? Grip kaynaklı ölümlere, ilginç bir biçimde, daha çok koronavirüsün yol açtığı ölümleri önemsizleştirmek için dikkat çekiliyor da, enfeksiyon kaynaklı bu ölümlere neden öylece tahammül edildiğini, bu kadar ölümcül bir normalitenin neden kabullenildiğini sormak için başvurulmuyor. Yani panikten kaçınmak için hastalığı tehlikesiz göstermeye mi çalışmalı? Yani belki de toplam 20.000’den fazla ölüm, özellikle de ekonominin uzun vadeli ikamesi için artık elzem olmayan yaşlıların ölümü hesaba katılmalı mı? Yoksa hızlı, kapsamlı ve kararlı bir biçimde harekete geçmek mi gerekiyor? Acaba panik, insanları hızla harekete geçmeye zorlayan tamamıyla rasyonel bir tepki olabilir mi?
Ancak bu esnada sonuçları da düşünmek gerek: panik alışverişleri ve yol açtıkları arz darboğazları; insanlar daha çok evde kaldığı zaman aile içi şiddetteki artış; insanlar daha sık araba kullandığında trafik kazalarında ölenlerin ve (tedavi edilemeyen) yaralananların artması. Korumanın hedefinde beden var. Haftalar, hatta aylar süren bir karantinanın psikolojik sonuçları, depresyonlar ve yaşanan intiharlardaki artış nadiren (ya da en fazla çocuklar söz konusu olduğunda) dikkate alınıyor.
Yani ne yapılırsa yapılsın, yanlış olabilir: Bir yanda irrasyonel, paniği körükleyen ruh halleri ve davranış biçimleri, diğer yanda irrasyonelliğe kayan emniyet ve denetim tedbirleri. Dolayısıyla, kapsamlı bir güvenlikçi gelişmeden ve tıbbi-hijyenik-polisiye bir denetim aparatının teşekkülünden çekinmek akla yatkın. Mevcut kriz, kapsamlı denetim mekanizmalarının gelecekteki inşası ya da tahkimi açısından yapısallaştırıcı olabilir.
Giorgio Agamben
Olağanüstü devlet ile kolektif akıl arasında
Giorgio Agamben bu durumu öngörmekle kalmıyor, bu türden bir gelişmenin çoktan devreye girdiği tespitinde bulunuyor (ayrıca bkz. Sebastian Lotzer). İtalyan hükümetinin aldığı önlemleri, kendisinin uzun süre önceden teşhis ettiği olağanüstü devlete doğru gelişim ışığında yorumluyor. Agamben’e göre bu noktada olağanüstü devlet bir iktidar tekniği aracı olarak devreye sokuluyor. Kamu güvenliği ve hijyen uğruna bölgeler ve ilçeler militarize edilerek toplumsal yaşam kısıtlanıyor. Bu olağanüstü hal önlemlerini somut bir gerekçeden yoksun bulmasını, İtalya Araştırma Konseyi’nin, vakaların yüzde 80 ila 90’ının hafif semptomlarla atlatıldığını, yüzde 10-15’inin akciğer iltihabı geçirdiğini ve yaklaşık yüzde dördünün yoğun bir tedaviye gereksinim duyduğunu gösteren rakamlarına dayandırıyor. Yazısının altındaki yorumlarda, kamu güvenliğimiz uğruna özgürlük arzumuzu çekinmeden feda ettiğimiz dile getiriliyor.
İtalya’daki reel enfeksiyon oranı ve ölüm vakalarının sayısı Agamben’in yorumuyla çelişiyor. İnsanların pratikleri de başka bir yorumu telkin ediyor: İhtiyat — korku yalnızca egemen siyasetin bir sonucu değil. Görünen o ki çoğu insan, şu anda kendilerini ve başkalarını korumak için belirli ölçüde (öz-)tecrit ve mesafe tavsiyelerine uymanın mantıklı olduğu fikrini paylaşıyor. Bu noktada bir kez daha özgürlük ve güvenlik arasındaki liberal diyalektik gelişebilir: Özgürlük, siyasi bedenin güvenliğine kurban edilir. Fakat bizzat birlikte yaratılan korunma arzusunda özgürlük momenti mevcut.
Virüsün maddiliği, ‘fake’ üretme hileleriyle sağcı propagandanın karşısında kepaze olduğu bir nesnellik teşkil ediyor. Sol iktidar eleştirisi, biyopolitik bir meydan okumayla karşı karşıya. Zira, iktidarın ve egemen bilginin pratiklerine haklı güvensizliğin var olmaya devam etmesi gerekse de, virüsün maddiliğinin inkar edilmemesi lazım.
İnsanların şimdi, bu krizin ortaya çıkmasında büyük payı olan ve büyük ölçüde belirli kesimlerin çıkarlarını temsil eden siyasetçilerin ve ekonomik aktörlerin bir çözüm bulacağına güvenmek zorunda kalması bir felaket. Aynı savaşlarda olduğu gibi, merkezi kapitalist kurumlara -üretim araçlarının mülkiyetine, borsalara, bankalara- hiç dokunmuyorlar. Üretim ve tüketim ciddi bir biçimde kısıtlansa da, para hala “reel toplumsallık” (Marx) olmayı sürdürüyor: ödemek zo-run-da-sı-nız.
Şimdi virüsle savaştan söz etse de, Blackrock’un tasarladığı emeklilik reformunu protesto eden insanları polise sakat bırakacak şekilde dövdürerek kendi halkına karşı savaş yürüten de bizzat Macron’du. Spahn sağlık alanında, hastane şirketlerinin, tıbbi teknoloji endüstrisinin ve özel sigortaların kazançlarına odaklı bir politikayı sürdürüyor.
Bu türden bir pandemiye yeterli derecede hazırlanmak pek mümkün olmasa da, hayatta kalmak için eğrinin düzleşmesine bel bağlamak zorunda kalmamız, aynı zamanda hastanelerde yapılan kesintilerin de bir sonucu.
Avrupa Birliği sınırlarında binlerce insanı çürümeye terk eden, demokrat antifaşistleri sağcı katillerle bir tutan, öz-karantinadan söz eden ama bir evden ve kendilerini korumak için en basit olanaklardan yoksun birçok insanın varlığını tahayyül edecek akıldan yoksun olan yine bu siyasetçilerden başkası değil.
Haklı olarak işçiler çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve daha iyi korunma önlemleri için greve gidiyor, hastane çalışanları riskli çalışma koşullarının ve yakınları ve kendilerine dair endişelerinin ciddiye alınmasını -iş riski primleri, çocuk bakımı, kriz öncesi daha iyi önlemler, personel artırımına gidilmesi ve her şeyden önemlisi koruma giysileri talep ediyor.
Michel Foucault
Biyoiktidardan çok…
Michel Foucault’nun biyopolitik iktidar kavramına atıfta bulunmak akla yatkın, çünkü bir yaşam iktidarı söz konusu. Klasik egemenlik iktidarı, saldırı halinde kendini savunma hakkı iddia eder. Bir savaş yürütülüyor. Ve o savaş, egemene yaşam ve ölüm hakkında karar alma, Foucault’nun ifadesiyle “öldürme ve hayatta bırakma” (1977, 165) hakkı tanıyor. Göründüğü kadarıyla, Trump bu iktidar biçimini hayata geçirmeye çalışıyor. Disipline edici iktidarın hedefindeyse bireyin bedeni, hareketlerinin katı bir disiplin altına alınması ve gözetlenmesi yer alır. Bu ise, Çin’de uygulanan model.
Buna karşın biyopolitik iktidarın alâmet-i fârikası, bir yaşam iktidarı olmasında yatar. Bu yeni iktidar, “yaşatma ya da ölüme itme” (agy.) tasarrufuna sahiptir. Ölümden sakınılır, ondan kaçınmak gerekir, çünkü iktidarın erişimi dâhilinde olmadığından bir sınıra dayanır. Foucault biyopolitika üzerine bu düşünceleri, güvenlik ve güvenlik dispozitifi hakkındaki bir derste derinleştirir (2004). Pratiklerinin karşısına dikilerek bireyleri terbiye eden bir norm olmaması, biyoiktidarın karakteristik özelliklerindendir; onun yerine, kendini gerçeklik ortamında esnek bir biçimde geliştirme iddiası taşır. Diğer iktidar biçimlerinin aksine, artık bir kıtlık, epidemi ya da meta arzı fazlası felaketini savuşturmak istemez. Toplumsal birlikte yaşamın bu türden bir tasarımı yalnızca gerçekçi olmamakla kalmayacak, aynı zamanda bir kaskatılığı da beraberinde getirecektir.
Biyoiktidarın orjinalliği, bilakis bu tür büyük hadiseleri hesaba katması ve ortalamalar ve normalite katsayıları aracılığıyla hesaplanabilir kılmasında yatar. Bunun için, olasılık ve risk hesaplarının -yani doğum ve ölüm oranlarının, kaza sonucu ölümlerin, sakatlıkların ve salgın hastalıklara yakalananların oranının hesaplanmasının- zeminini teşkil edecek bir nesne olarak “nüfusu” yaratır. İktidar, normalliğe dair belirli ön kabullere ve normalite eğrilerine dayanır. Bu türden esnek normalite kabulleri zemininde öngörülebilir sapmalar beklenir ki müdahale etmek mümkün olsun – ancak bununla hedeflenen, hadiselerin önüne geçmek değil, aksine sapmaları uygun tedbirlerle tekrar normalite eğrisine yaklaştırmaktır. İktidar, istatistiksel düzenliliklerin ve her defasında yeni krizlerin denetimiyle kendini yenilemeye çalışır.
…İç içe geçmiş iktidar teknikleri
İlk bakışta mevcut durumun bu biyoiktidar modeliyle uyumlu olduğu izlenimi oluşabilir. Bence bu doğru değil ya da yalnızca kısmen doğru; bu iktidar uygulama biçimi bir anlamda başarısızlığa uğramıştır. Çünkü Agamben’in de ortaya attığı, neden mevcut krize yönelik tepkilerin düzenli olarak ortaya çıkarak çok sayıda insanın ölümüne yol açan grip salgınları karşısındakinden farklı olduğu sorusu gerçekten cevaplanmayı beklemektedir. İddia edilen, grip virüsünden daha bulaşıcı ve ölümcül olduğundan, koronavirüsün gripten daha büyük bir tehlike teşkil ettiğidir. Ancak bunlar varsayımdan ibaret. Söz konusu sorunun cevabı herhalde, koronavirüsün, riski şimdilik hesaplanamadığı ve alışılmış toplumsal normalite beklentilerine uymadığı için daha tehlikeli olduğu şeklinde. Mevcut güvenlik dispozitifini denormalizasyon yoluyla sorguladığı anlamına geliyor bu.
Neoliberal tarzdaki insan idaresinin risk hesaplamalarının yaslandığı her şey geçerliliğini yitiriyor: Somut olarak tespit edilebilir nüfus gruplarında belirli sayılarda hastalık (kalp ve damar rahatsızlıkları, diyabet) ve ameliyat (diz, kalça). Koronavirüsün öncelikle özel bir risk grubunu, yani hastalık geçmişi olanları ve belirli bir yaştan büyük olanları vurduğu kabul edilse de, prensipte herkesin etkilenebileceği açığa çıkmakta. Foucault’nun iktidar analizlerini izleyecek olursak, yalnızca bu durumda biyopolitikanın söz konusu olduğunu söylemek mümkün değil. Biyopolitika daha çok, dışlama ve hapsetme iktidarına ve disipline edici iktidara özgü önlemlerle birleştiriliyor: inşa edilen yeni hastaneler, karantina istasyonları, öz-karantina, mesafe ve dairelerde, binalarda, mahallelerde birbirinden ayırma. Görünen o ki dünya toplumu, dijital denetim mekanizmalarıyla iç içe geçen karmaşık bir iktidar teknikleri bileşimine doğru yol alıyor.
Foucault’nun kavramları, bir virüsün toplumsal süreçlerde neden olduğu rasyonalizasyonun şiddetini ve iktidarını, yani virolojik ve epidemiyolojik bilginin gündelik ve siyasi faaliyetlere şiddet yüklü tercümesini kavramamızı sağlıyor. Bununla birlikte, Michel Foucault’nun analizlerinin sıkça eleştirilen ve Sotiris’in de vurguladığı bir zayıflığı aşikâr hale geliyor. Foucault, hastalığın yayılmasına karşı alınan önlemlerin kendisinin ne kadar rasyonel olduğunu ve iktidara eleştirel yaklaşan bir perspektiften ne yapılabileceğini analiz etmek ve değerlendirmek için bize ne fikir ne de kavram sağlıyor.
Koronavirüsün yol açtığı kriz, kısa bir süre içinde karşılaştığımız dördüncü denormalizasyon krizi. İlk olarak, siyasetçilerin ve iktisatçıların tamamen olasılık dışı saydığı 2008 finans krizi geliyor gözlerimin önüne. Onun yerine, banka ve sigorta endüstrisinin risk hesaplama modellerine inanmayı tercih etmişlerdi. Güya, küresel risk dağılımı sayesinde, 2008’deki gibi bir krizin hiç ortaya çıkmaması gerekirdi.
İkinci denormalizasyonu, -çoğu kez Avrupa’daki kapitalist merkezlerin eylemlerinin de bir sonucu olmasına rağmen, Avrupa’daki gündelik yaşamda tekrar tekrar görünmez kılınan- Akdeniz’de ve Avrupa’nın güney sınırlarında çok sayıda yaralı ve ölüye, hiçbir güvencenin ve gelecek perspektifinin olmadığı çıplak hayatlara yol açan kaçış ve göç hareketleri meydana getiriyor.
Bir diğer denormalizasyon ise iklim değişiminden kaynaklanıyor. Fırtınalar, şiddetli yağmurlar ve seller, kuraklık ve orman yangınları sürekli normalleştirilmeye ve normalite eğrileriyle uyumlu hadiseler olarak gösterilmeye çalışılıyor. Aslında radikal bir biçimde eyleme geçmek icap ediyor; zira iklim açısından zararlı gaz emisyonları, büyük olasılıkla, insanlığın yaşamı açısından, virüsün doğurduğu güncel tehlikeden çok daha büyük bir tehdit teşkil ediyor. Şu anda pandeminin üstesinden gelmek için hayata geçirilen stratejiler, iklim krizinin devlet kurumlarının ve özel şirketlerin ne kadar da boyunu aşacağını sezmemizi sağlıyor. Ancak ekolojik gelişmeler karşısında zorunlu olarak gerçekleşmesi gereken müdahalelerin, kapitalist yeniden üretim modeli açısından ciddi sonuçları olacaktır. Dolayısıyla, çok az kayda değer eylem gerçekleşirken, sözde etkinliklerle zevahir kurtarılmaya çalışılıyor.
Enfeksiyonlara kapitalist birikim dinamiği doğanın metabolizmasını bozduğundan ortaya çıkan virüsler sebep olduğundan, bu pandemiyi başkalarının takip etmesi olası görünüyor.[2] Bu durumda sorulması gereken soru, demokratik bir toplumun kaç tane böylesi haftalar, aylar süren “savaş” ve “olağanüstü hal” ile başa çıkabileceğidir. Bu nedenle, sınır teorisinin alanına giren temel bir soru sorulmak zorunda kalacak. Gelecekteki krizlerle başa çıkma görevi, krizden sonra derhal sermaye birikiminin ve “yeniden inşanın” denetiminin normalitesine geçecek olanlara bırakılabilir mi? Krizi kendi kazançları ve çıkarları için kullanacak olanlara, çoğunluğun özgürlüğünü ve özerkliğini küçük bir azınlığın piyasa özgürlüğüne karşı savunmak gerekmez mi?
Pandemiler enfekte olan, hastalanan ve ölen insanları beraberlerinde getirir. Kararlar, bunların sayısını düşük tutma umuduyla alınır. Bunun için, ciddi kısıtlamalar, tedbirler, denetimler ve yeni iktidar tertibatlarının inşası kabullenilir. Fakat toplumlar, özgürlüklerini savunup yaşam koşullarını yeniden örgütlemeleri halinde daha az fedakârlık yapmak zorunda olup olmayacakları sorusuyla karşı karşıya kalacak. Az sayıdaki insanın egemenliği ve toplumsal zenginliği gaspı yüzünden gündemde olan acı bir alternatif.
Denormalizasyonu dönüşümsel değişime çevirmek
Tüm denormalizasyon süreçleri, her şeyden çok halkın küçücük bir bölümünün iktidar ve kar hırslarına denk düşen alışılageldik normalleşme eğrisine yakınlaşmadan önce, belirli anlarda dönüşümsel eylemleri teşvik eder.
Geçtiğimiz on yıllarda bu krizlerin dinamiğinden hareketle sürdürülebilirlik, yeterlik ve herkes için kapsamlı bir refahı güvence altına alan başka bir normalite modeliyle, başka yasallıklarla sonuçlanan değişimlere ulaşma yönündeki girişimlerin hepsi de başarısızlıkla sonuçlandı. Momentum kullanılamadı, zaman kaybedildi, yıkımlar göze alındı, insanların hayatı tehlikeye atıldı. Şimdi tam da koronavirüsün hazırda tuttuğu felaketle spekülasyonda bulunmak her ne kadar tatminkâr olmaktan uzaksa da, yine de bir kez daha umut etme ve dönüşümsel değişim girişiminde bulunma olanağı sunuyor. Zira sonuçta, kapitalizmin “çarklarının” derinliklerine ulaşacak bir müdahalede bulunmanın ve üretim ve tüketim hacmini daraltmanın olanaklı olduğunu gösteren şaşırtıcı önlemler alındı.
Marx zamanında Kugelmann’a yazdığı bir mektupta[3], “bir yıllığına değil, sadece birkaç haftalığına çalışmaya ara veren” her ulusun gebereceğini söylüyordu. Şu anda kapitalist merkezler bu tür bir reel deneye yaklaşmakta. Görünen o ki Marx’ın tezi, prensipte olmasa da, zaman ufku açısından çürütülecek. Bunu olanaklı kılan, toplumun devasa zenginliği.
Refah ölçütü olarak büyümenin ve birikim zorunluluğunun aşılması ve demokratik, sürdürülebilir ve kendine yeterli ekonomik döngülerin zorunluluğu hakkında söylenen her şey doğrulanıyor. Tükettiğimiz birçok şey ya da çalışma ve yaşama biçimlerimiz (bugünkü ölçülerde) zorunlu değil. Üretici güçlerin gelişimi uzun zamandır, doğanın daha az kullanılarak tüketilmesi ve bünyesindeki döngünün daha az bozulmasının mümkün olacağı üretim ilişkileri ve yeni refah biçimleri geliştirmemize ve doğayla insanı sakınmamıza, muhafaza etmemize ve yeniden üretmemize olanak tanıyor. İçinde bulunduğumuz durum, üretim ve tüketim modellerimizi eleştirel bir biçimde gözden geçirmemiz, demokratik denetime tabi kılmamız ve döngülerimizde tadilat yapmamız için iyi bir fırsat olabilir.
Dayanışma pratikleri
Mevcut krizde dayanışma zaruri hale geldi ve insanlar mahalle öz-örgütlenmelerinde, komşu yardımlaşmalarında, (ABD’de, İspanya’da, İtalya’da ve Fransa’da) işsizlik halinde güvence, ücretler, iş yerinde korunma için yapılan grevlerde ve beklenmedik çaptaki yaratıcı dijital etkinliklerde dayanışma gösteriyor. Medya ve egemen siyaset -aynı çok sayıda insanın mültecilere destek verdiği “göç yazının” ardından olduğu gibi- bu dayanışmayı tahrip etmeyi deneyebilir. Kısacası, bu dayanışma pratiklerini savunmak gerek: Komşulara destek olmak bunun bir parçası olabilir ya da çocuk bakımı öz-örgütlenmeleri, yeni eğitim ve tartışma formatları, tıbbi acil durum personelinin uzun vadeli çalışma perspektifiyle hızla eğitilmesi, üretimin yeniden örgütlenmesi, ekonomik süreçleri tamamen çarpıtarak yansıtan ve ülke ekonomilerini iflasa sürüklemekle tehdit eden borsa işlemlerinin durdurulması, kamunun işsizlere, şirketlere ve serbest çalışanlara -bankaların çıkar sağlayamayacağı bir biçimde- destek vermesi, gerekirse (kiralar, perakende ticarette faturalar gibi) ödeme yükümlülükleri için moratoryum, koşulsuz temel gelir, zenginler ve süper zenginlerden alınacak dayanışma katkısı (ve ona eşlik edecek bir sermaye trafiği denetimi) ve Avrupa Merkez Bankası politikalarının yeniden düzenlenmesi.
En önemlisi, toplumsal örgütlenmede şimdiden belirmeye başlayan değişimleri dikkate almak. Krizden çıkış yolumuz, geleceğin kendisi için önemli olacak. Otoriter stratejiler ve kurumsallaşmalar bir kez yaratıldılar mı, katılımcıların arzusu dışında ya da muktedir aktörlerin tamamıyla kasıtlı tutumlarıyla kalıcılaşabilir. Bunlar, gözleri şu anda başka bir yöne çevrili olduğundan, kamuoyunun dikkatinden kaçabilecek gelişmeler.
Fakat şu andaki gelişmeler aynı zamanda, dönüşüm talebi için de beklenmedik perspektifler yaratıyor. Bu kadar çok toplumsal sürecin seviyesi böylesine düşürüldükten sonra, insanların gereksinimlerine göre şekillenen, tam katılım ve karar alma haklarına dayanan, krize dayanıklı, krizlerden kaçınan ve çoğunluğun aleyhine çıkar sağlayacakları güçlendirmesinden korkmamızı gerektirmeyecek bir toplumsal üretim ve tüketim biçimi için mücadele etme olanağı doğuyor.
KAYNAK
– Michel Foucault, 1977: Sexualität und Wahrheit [Cinsellik ve Hakikat], 1. cilt, Frankfurt am Main.
– Michel Foucault, 2004: Geschichte der Gouvernementalität I: Sicherheit, Territorium, Bevölkerung [Yönetişimselliğin Tarihi I: Güvenlik, Devlet Toprağı, Nüfus], Frankfurt am Main.
Makalenin aslı için: https://www.zeitschrift-luxemburg.de/in-der-krise-die-weichen-stellen-die-corona-pandemie-und-die-perspektiven-der-transformation
[1] René Schlott: Virusbekämpfung und die sozialen Folgen [Virüsle Mücadele ve Toplumsal Sonuçları],: Süddeutsche Zeitung, 17.3.2020; bkz. taz, 18.3.2020.
[2] Geçtiğimiz onyıllardaki pandemilerin nedenleri için, bkz. Sonia Shah: Woher kommt das Coronavirus? [Korona Virüsü Nereden Geliyor?], Le Monde diplomatique, Mart 2020.
[3] Karl Marx’ın Kugelmann’a mektubu, 11 Temmuz 1868