Mert BÜYÜKKARABACAK yazdı – Türkiye siyasi tarihinin gelecek 30 yılının ana parametrelerini belirlemesi beklenebilecek bir büyük hesaplaşmaya birbirimizi ve işçi sınıfını güçlendirecek bir konumlanmayla girmeyi beceremezsek bunun vebali her açıdan ağır olacaktır.
“Bir yanda ne Marx ne de Lenin, proleter devrimin güncelliğini ve onun nihai hedeflerini, herhangi bir anda keyfi olarak gerçekleştirebilecekmiş gibi düşünüyordu. Öte yanda ise her ikisi de devrimin güncelliğiyle, bütün günlük sorunlarda karar verirken güvenilir bir mihenk taşı kazanmışlardı. Tek tek davranışları devrimci ya da karşı devrimci yapan şey, öncelikle bu davranışların bu merkezle (yalnızca toplumsal-tarihsel bütünün tam bir çözümlemesiyle bulunabilir) olan ilişkisidir. Bundan dolayı devrimin güncelliği, tek tek günlük her sorunun, toplumsal tarihsel bütünün somut bağlamı içinde ele alınması, bunların proletaryanın kurtuluş momentleri olarak incelenmesi de demektir.” (György Lukacs, Lenin’in Düşüncesi- Devrimin üncelliği, Çev: R. Zarakolu, s.11, Belge Yayınları ).
İçinden geçilen döneme damgasını vuran çoklu krizlere referans vererek söze başlamak dönemin ezberlerinden birisi haline dönüşmeye başlasa da kriz faktörleri içinde özellikle çok geniş kesimleri etkileme potansiyeli büyük iktisadi gelişmelerin, iktidar bloğunun toplumsal desteğini azaltma yönündeki etkisi son derece belirleyici. Pandemi sürecinde çarkların her ne pahasına olursa olsun döner durumda kalmasını önceleyen, işçi sınıfını ölümüne atölyelerde ve fabrikalarda çalışmaya zorlayan buna karşılık gelir desteği sağlayacağı yerde faizleri aşağı çekerek borçlandırma kapasitesini sonuna kadar zorlayan Saray ittifakı, uzun süredir iktidarda kalmasını sağlayan emekçi kesimlerin özellikle en güvencesiz kesimlerinden aldığı desteği kaybediyor. Merkez Bankası üzerinde kurulan mutlak hakimiyetle faizlerin aşağı çekilmesi devalüasyonu hızlandırarak kimi ihracatçı sektörleri avantajlı hale getiriyor ancak üretimde ithal girdi bağımlılığı artan döviz kuruyla birlikte yaşam pahalılığının sürdürülemez boyutlara taşınmasına da yol açıyor. Türkiye’de 20 milyon civarındaki hanenin yaklaşık ¼’ünün tek bir asgari ücret maaşa bağlı olarak geçimini sürdürmeye çalıştığı akılda tutulursa, tarımsal bağlarını da giderek yitirmiş güvencesiz işçi yığınlarının bunaltıcı ve sürdürülebilirliği pamuk ipliğine bağlı hale gelmiş iktisadi koşullar altında olduğu daha da rahat anlaşılır. Öncelikli temsilcisi olduğu sermaye çevrelerinin TL cinsinden borçlanma zorunluluğu dolayısıyla faizleri aşağı çekmeyi görev bilen iktidar bu politikayı diğer toplumsal sınıfların istek ve ihtiyaçlarıyla uyumlu bir paket haline getirmekte zorlanıyor. Uzlaştırılması imkânsız çıkarların ılımlılaştırıcı bir program çerçevesinde yönetilebilir hale getirilmesi başarılamayınca hegemonya kaybı hızlanıyor. Saray ittifakının “zam rekortmeni marketleri” pahalılığın ulaştığı boyutlar karşısında yıkım yaşayan halkın önüne atmaktan başka geliştirebildiği bir aparat söz konusu değil. 850 bin esnafa sağlanan vergi indirimi kolaylığı, sağın geleneksel toplumsal tabanını kaybetmemek için atılan önemli bir adım ancak giderek ucuzlayan emek sömürüsünden son derece sınırlı pay alan bu kesimlerin dahi uzun vadeli desteğine ne kadar güvenilebileceği iktidar açısından kuşkulu. Burjuvazinin tüm kanatlarına sunulan en büyük vaat Çin’den dahi %25 oranında daha düşük seviyeye çekilmiş işçi ücretlerinin sürekli bir biçimde arzının devamlılığının güvencesini vermek. Anadolu sermayesi için köle koşullarında çalışacak işçi anlamına gelen göçmen işçiler konusunda daha az tavizkar bir görüntü vermeyi politik bir zorunluluk olarak görmeye başlayan Saray iktidarı, çareyi tüm işçilerin ortalama ücretini devalüasyonlar ve enflasyon sayesinde göçmen işçilerin seviyesini çekmekte buldu. Faşizmin konsolidasyonu açısından işçi sınıfının denetim altında tutulması ne kadar hayatiyse bu krizden devrimci-demokratik bir dönüşüm ile çıkmak isteyen güçler açısından da temel halka sınıfın egemen sınıf fraksiyonlarından koparılması olmak zorunda.
Kişi başına düşen gelirin 15 yıl öncesindeki seviyesine gerilediği koşullarda Saray iktidarını koruyabilir mi? Erdoğan’ın bir dönem dilinden düşürmediği 2023 hedeflerine göre Türkiye’nin dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisine katılması an meselesiydi ancak son devalüasyon sonrasında 21. sıraya gerileyen ülke fiilen G-20 üyeliğinden de oldu. Seçmen davranışlarını doğrudan etkilediği düşünülebilecek Tüketici Güven Endeksi’nin de 2009 Şubat’tan bu yana en düşük seviyeye düştüğü görülüyor. Kamuoyu yoklamaları da Saray’ın toplumsal desteğinin yavaş yavaş ancak istikrarlı bir biçimde eridiğini gösteriyor. Cumhuriyet’in ilk 100 yılında birçok neslin birikimlerini talan ederek ve emeklerini çalarak semiren, geçmişimizi çalan ve geleceğimize de inşa gerekçesiyle göz diken TÜSİAD’ın çıkışına hegemonya kazandırma amacıyla sahne alan Daron Acemoğlu’nun dediği gibi “ekonomik krizler diktatörleri götürüyor” mu sahiden?
Bu konuda rivayet muhtelif. Bu dönemin Rasim Ozan Kütahyalı’sı olmaya hevesli görünen kimi çok bilmişler Erdoğan’ın her durumda gideceğini ve kafamızın rahat olması gerektiğini söylüyorlar. Bu yorumlara bakarsanız iktidarın erimesi ve kaçınılmaz çöküşü engellenemez, zaten engellenmek istendikçe de süreç hızlanır. Ergin Yıldızoğlu gibi kimi yorumcular ise distopik bir fon oluşturmaya çalışan arka plan eşliğinde iktidardaki neo-faşist aktörlerin iktidarı vermeyeceğini, vermemek için Roma’yı yakabileceklerini iddia ediyorlar. Birçok doğru savla desteklenen bu iki karşıt görüş de çok çıkışlı bir kavşakta olduğumuzu ve ne yöne gidileceğini de tek başına koşulların değil ancak çok sert mücadelelerin belirleyeceğini görmezden geliyorlar. Şu anda Merkez Bankası faiz oranı ekseninde süren ve giderek de daha geniş kesimler tarafından görülür hale gelen egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çıkar çatallanmasının somut temelleri var. Erdoğan’ın diplomatlar tartışması aracılığıyla küresel sermaye ile derin bağları olan finans kapital için de sorun yaratmak istediği düşünülebilir. Bir tarafta geçtiğimiz hafta “Türkiye’nin ilk ve tek yerli şanzımanı”nı geliştirdiğini ve böylece de “üç aktarma organını da geliştiren ve üreten dünyanın sayılı otomotiv markaları” arasına girdiğini açıklayan, dış piyasalardan devletten bile daha düşük faizle borçlanabilen Koç benzeri finans kapital çevreleri bulunuyorken karşı köşede rakipsiz devlet ihalelerine ve düşük kamu bankası faizlerine bağımlı eski Anadolu, yeni Saray sermayesi var. Erdoğan’ın iktidarı verip vermemesi bu ikinci kesimin finans kapitalden nasıl bir “güvence” alacağına ve “geleceğin inşası”nda kendisine ne kadar alan açılacağına bağlı. İçine girdiğimiz konakta egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çıkar çelişkileri daha da görünür hale geliyor ancak sürecin bütün gerilimini sadece bu çelişkiye yüklemek de Acemoğlu’nun yaptığı cinsten bir ekonomik indirgemecilik olacaktır. 20 yıllık bir iktidarın Titanikvari batışının yaratacağı anaforun etkileri sadece tek bir gerilimin yükünden çok daha ağır sonuçlar yaratabilir. Dolayısıyla iktidar değişiminin tereyağından kıl çekercesine gerçekleşeceği beklentisi gerçekçi değildir. Sadece geçtiğimiz hafta yaşananlar dahi iktidarın ülkeyi farklı mecralardan da olsa çeşitli ölçeklerde olağanüstü koşullara çekmek için elindeki araçları tüketmediğini gösterdi. Burjuvazinin farklı kanatlarını esaslı bir hesaplaşmaya girişmekten ancak güçlü bir devrim seçeneğinin ortaya çıkması caydırabilir. Egemen sınıf içindeki uzlaşmazlıkların sertleşmesiyse devrimin kendisini bir güçlü seçenek haline getirebilir. Diyalektik garip şey gerçekten…
Böylesi bir momentte Selahattin Demirtaş’ın sola çağrısı önemli bir boşluğu gören bir perspektifle ortaya konulmuş olarak değerlendirilebilir. Demirtaş’ın çağrısının HDP’nin deklarasyonunu çok kısa bir zaman dilimiyle takip etmesi rastlantı olmasa gerek. Deklarasyon 3. Yolu ortaya koymak için halkın en geniş kesimleriyle ittifakı temel şiar olarak belirlemiş görünse de esas olarak içinden geçilen konjonktürde ekonomide ortaya çıkan yangının yaratabileceği politik etkileri öncelikle örgütlemeyi hedefleyen bir çerçeveye sahip değil. O kadar ki ekonomiyle ilgili önermeler 11 maddenin 7.si olarak kendisine yer bulabilmiş ve metnin tümü içerisinde de oldukça silik ve geri planda kalmış bir görünüme sahip. Cumhur ve Millet ittifakları, temsil ettikleri egemen sınıf fraksiyonlarının temel perspektifleri ışığında sınıfsal olanı gölgede bırakma konusunda uzlaşmış görünüyorlar. Bu iki kanat da işçi sınıfının belli kesimlerini kendi hegemonya projelerinin birer parçası olarak tutma kararlılıklarını koruyorlar. Krizin sonuçlarının konsolidasyon ve restorasyon ikileminden kurtarılabilmesi, devrimci demokratik bir dönüşümün olanaklı hale gelebilmesiyse işçi sınıfının şu anda karşıt kamplarda konumlanmış fraksiyonlarının kopuşma eğiliminde oldukları politik bloklardan çözerek yeni bir karşı hegemonya projesinde bütünleştirebilmenin başarılıp başarılamayacağına bağlı. Bir toplumsal buhrana dönüşmüş krizin dinamikleri bu hedefe ulaşılabilmesini mümkün kılacak koşulları hazırlıyor. “AKP ile anlaşabilirler” eleştirisini boşa düşürmeyi gereğinden fazla önemsemiş görünen HDP deklarasyonu, böylesi bir kritik ve konjonktürel görevi önemseyen bir çerçeveye sahip değil. HDP’nin kendi nesnel koşulları “sınıfa karşı sınıf” netliğini ortaya koyacak bir çıkış için sınırlayıcı etkenlerle dolu olabilir. Oysa alt sınıfların burjuvazinin iki rakip kanadından belirgin bir biçimde kopartılamadığı koşullarda restorasyon projesine asgari bir demokratik içerik eklemek dahi imkânsız hale gelecektir. Daha net söylemek gerekirse işçi sınıfının burjuvaziden kopuşu sağlanamadığı takdirde egemen sınıfın içindeki uzlaşmazlıkların çatışmaya dönüşmesi faşizmin konsolidasyonuna, yumuşak geçiş sadece kısa vadede bir rahatlama sağlayacak sağ merkezli ve utangaç neo-liberal bir restorasyona yol açacaktır. İşçi sınıfının kopuşunu ve kendi bağımsız politik özne konumunun inşasını mümkün kılacak bir politik irade yaratılabilir mi? Koşulların zorladığı bu kopuşu sağlayacak bir devrimci öznenin kısa vadede ortaya çıkarılması imkânsız mıdır?
Böylesi koşullarda devrimci öznenin ortaya çıkış dinamikleri üzerine süren tartışmalar önemlidir. En önemli olanak olarak görülen “toplumsal mücadelelerin bir araya getirilmesi” seçeneğinin güçlü bir karşı hegemonya inşası olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün görünmemektedir. Bu mücadelelerin kendi gündemlerine yoğunlaşmış ve izole halleri onların sadece yan yana gelişler aracılığıyla birer ulusal özne haline gelmelerini olanaksız kılmaktadır. Yan yana gelişler, bunları kalıcılaştıracak bir hegemonya yokluğunda kalıcılaşma ve sentezleşmenin garantisi olmamaktadır. Direnişlerin yan yana getirilmesinin sanki mekânsal bir temas sağlanması sorunuymuş gibi algılanması gerçekçi değildir. Sosyal medya çağında hepimiz bir odanın içindeymişçesine birbirimize yakınız. Direnişlerin sadece bir araya gelmesi değil içinde bulunduğumuz bütünsel duruma üç aşağı beş yukarı benzer bir noktadan bakması, benzer çözüm senaryolarına da ikna edilmesi gerekmektedir. Faşizm koşullarında bu yan yana gelişi sürekli yeniden örgütlemek kararlı bir ortak politik irade söz konusu olmadan başarılamaz. Ki zaten mesele var olan sınırlı sayıda direnişi ki bunların büyük bir kısmı -özellikle ekolojik temelli olanlar- yerel gündemlerle sınırlıdır bir araya getirmeye indirgenemez, yukarıda bahsedilen tarzda bir sınıfsal kopuş şimdiki ölçeği çok aşan bir kabarış seviyesinin yakalanması ile mümkündür. Bunun için de sürece ortak ve heyecan yaratacak, işçi sınıfının neredeyse tüm öbeklerini harekete geçmeye ikna edecek bir taktik hattın inşası başarılmalıdır. Temel sorumuz ise bu taktik hattın ana halkasının ne olması gerektiği üzerinde yoğunlaşmak durumundadır. Böylesi bir ana halka ekseninde örgütlenecek bir ortak kampanya sürecin ihtiyaç duyduğu ilk enerjiyi sağlayacaktır.
Dolayısıyla tartışmanın hızlıca “kim öncülük edecek?” sorunu eksenine oturması da anlaşılabilir. 1990’ların sosyalizmin yıkımının yarattığı şok dalgası 2000’lerin ilk 10 yılında sosyal forumculuğun löse örgüt biçimleriyle aşılmaya çalışılmıştı. 2010’lardaki halk isyanlarının gelip geçiciliği ise yatay örgütlenme takıntısının ipliğini pazara çıkardı ve bir neo-Leninist yaklaşımı zorunlu hale getirdi. Bugün de öncülük tartışmasına verilen kestirme “kimsenin sizin öncülüğünüze ihtiyacı yok” cevapları, gerçek bir soruna çözüm arayışlarını neo-Marksizmin güvensizlikten beslenen labirentlerine hapsetmekten başka bir işe yaramayacaktır. Gezi’nin içinde bulunduğu koca bir isyanlar dalgasının faşizmin tüm coğrafyalarda yükselişi dışında köklü bir sonuç üretmeden 1848 devrimleri gibi geri çekilmesine tanık olmuş bir nesil olarak “öncülük gerekli midir?” tartışması yürütecek lüksümüz kalmamış olsa gerek. Sorun geçmişteki deneyimleri aşan, devrimci öznenin çoklu doğasını veri kabul eden, öncülüğü TİP örneğinde fazlasıyla karşılaşmaya başladığımız bir “örgüte katılma daveti” olarak görmenin ötesine geçerek bir ortak momentumu yaratma ihtiyacı olarak ele alınırsa çok daha önemli değerlendirmeler yapılabilir. İşçi sınıfının çeşitli katmanlarının ortak hareket edebilmek için kendi politik toplumunun ortak hareketine ihtiyacı var. Ancak bu ortak hareketi birlikte güçlü bir toplumsal destek üretecek kampanya örgütlemenin ötesine gereğinden önce taşımayı öncelemek, ilk hamlenin altından kalkması gereken yükleri çok fazla ağırlaştırmak anlamına geliyor. İşçi sınıfının politik toplumunu oluşturan çeşitli öğelerin de ortak bir hedef ekseninde koordine olmaya ve bileşke vektörlerini güçlendirecek bir dayanışmaya ihtiyaçları olduğu açık. Bu politik toplum çokludur derken kastettiğimiz sınıfsal bir çeşitlilikten ziyade Türkiye sosyalist hareketinin farklı ana kollardan akma geleneğinden kaynaklanan tarihsel izlektir. Türkiye sosyalist politik toplumu çokludur ancak faşizmin dayattığı koşullar ve hepimizin çok yakınımızda olduğunu hissettiğimiz olasılık ve olanaklar bu çokluğu ortak davranmaya büyük oranda ikna etmiş durumdadır, sorun bu ortak davranışın yordamını geliştirmek için gereken yaratıcılık ve inisiyatif geliştirme becerisini ortaya koyabilmektedir. Türkiye siyasi tarihinin gelecek 30 yılının ana parametrelerini belirlemesi beklenebilecek bir büyük hesaplaşmaya birbirimizi ve işçi sınıfını güçlendirecek bir konumlanmayla girmeyi beceremezsek bunun vebali her açıdan ağır olacaktır. Ekonomik krizin yarattığı dinamiklerin faşizmin aşılmasını ve restorasyondan çok daha iyisini elde etmeye hizmet etmesini sağlayacak biçimde değerlendirebilmek için bugün ana eksen olarak sınıfsal karşıtlığı esas alan bir güzergahın inşası bir zorunluluktur ve bu görevin altından kalkmak da sosyalistlerin ortak mücadeleyle başarması gereken bir görevdir. Son dönem olumlu bir biçimde yaygınlaşan tartışmalar ve arayışlar hiçbir tikel öznenin dönemin ihtiyaç duyduğu kapasiteyi ortaya koyma yeteneğinde olmamasından kaynaklanıyor. Neo-Leninizm vurgusu çokluğun dokusuna uygun bir merkezi organizasyonun yaratılması zorunluluğunun altını çizmek amacıyla yapılmaktadır. Farklılıklarının meşruiyetini sonuna kadar kabul eden, hızlı bir tek tipleşme baskısını elinin tersiyle bir kenara itebilen ancak taktiksel birliktelik konusunda da ortak kararları hayata geçirmek için tek bir örgüt gibi davranabilen hem esnek hem de katı bir yapıya ihtiyacımız var. Öncülüğe burun kıvırmak için daha iyi günlerimizi beklemeliyiz. Faşizmle savaş yatay örgütlenmelerin löseliğinin ve “ister gel ister gelmeciliği”nin altından kaldırabileceği bir yük değildir. Tüm tarihsel bagajımıza rağmen bu yüke hep birlikte omuz vermemiz bir zorunluluk olarak görünüyor. Aksi takdirde Kıvılcımlı’nın deyişiyle “nesnel koşulların kapıyı pencereyi yıktığı” bir dönemin daha hebasına tanık olacağız.
Bu momentin gerektirdiği ihtiyaçları karşılayamayan kimi girişimlerin neredeyse somut hiçbir anlamı kalmamış “devrimci-reformist” ikilemi üzerinden “öncelikli görülme hakkı” talepleri ise ancak hayatın doğal akışı tarafından desteklendiği, ön açıcı bir rol oynayabildiği oranda bir anlam ifade edecektir. Payelerimizi kendi vehimlerimiz değil ezilenlerin devrimci teveccühü belirler. Neyin devrimci neyin reformist olduğu işçi sınıfını bağımsız bir politik özne olarak kılmayı başaracak politik çerçeve içinde anlamlandırılabilir. Marksizmin her kategorisi gibi tarihsizleştirilmiş ve hayatın sınamasından azade kılınmış, 70’lerin bakış açısında dondurulmuş bir devrimci-reformist dikotomisi sosyalistleri bir kez daha idealize ettikleri ile yapması gerekenler arasında bir karakter parçalanmasına götürecek ve etkisizliğe mahkûm edecektir.
Yaşam pahalılığının yarattığı yıkım, ortak momentum inşasının koşullarını fazlasıyla sunuyor. En önemli görev ortak akılla zincirin en zayıf halkasını bulabilmekte ve sosyalist politik toplumun ekseriyetini bu karara ikna etmekten geçiyor. Bıktırıcı program-tüzük-strateji kör dövüşlerinde boğulmadan ortak bir taktiğin (Güney Kore’de geçen hafta yaşanan genel greve ve Kolombiya’da son isyanı yöneten Grev Komitesi’ne atfen) mesela “5000 lira asgari ücret için genel grev” ekseninde buluşabilmek geleceğin “başka türlü” inşasının kaldıracı olabilir mi?
Düşünelim, tartışalım ama biraz da acele edelim.