ÇEVİRİ – Mina KHANLARZADEH’in &&&Platform’daki yazısını Zeki YAŞ çevirdi: “Kırılgan bağışıklık sistemlerinin herkesi buluşturduğu uğrak, savaşların ve ekonomik yaptırımların sadece akli ve travmatik anlamda değil, aynı zamanda maddi anlamda fiziki sağlık açısından da bütün bir dünyanın sağlığını bozduğudur.”
Küreselleşme söylemine rağmen, uluslar tarihsel olarak kendi militer sınırları içerisinde kaldı yine de. Son bir kaç yıldır en büyük kısıtlamalar da, savaşların, despotluğun ve ekonomik yaptırımların en fazla mağdur ettiği bu militer sınırların içerisinde yaşamaya mahkum uluslara dayatıldı. Bütün bunlara rağmen anlaşıldı ki, Kovid-19’un neden olduğu öksürük ne sadece tek bir yerle sınırlı, ne de tek bir ulusun yahut tek bir bedenin bünyesinde barınıyor. Buradan hareketle bazı analizciler, Kovid-19 çağında, zengin ve yoksul arasındaki ayırım çizgisinin ortadan kalktığını ileri sürdü. Hatta Madonna gibi ünlüler Kovid-19’a muazzam bir eşitleyicilik atfederek bu düşünceyi yeniledi; “Korkunç olan şey, bu durumun hepimizi bir çok yönden eşitlemesi. Ama harika olan şeyse, yine bu durumun bir çok yönüyle hepimizi eşitlemesi.”
Dünyanın neresinde yaşadıklarına ve hangi sosyal tabakaya ait olduklarına bakılmaksızın bütün toplumların savunmasız yakalanıp hayat tehlikesiyle karşı karşıya oldukları doğru. Ancak, diğer insanları sömürüp savunmasız bırakan sosyo ekonomik yapılara (veya ilişkilere) dayanarak kendi savunmasızlıklarını en aza indiren bir grup insanınki ile bizim savunmasızlığımız eşit değil.[1] Kovid-19’dan sonra, bütün bu olan bitenden, yani “kendi kendine yeten zengin“ anlayışının yanlış olduğu kanıtlandıktan sonra, zenginlerin hayatları da, sosyal hizmetlere alışık oldukları o çok rahat erişme olanaklarının sınırlanmasından dolayı artık eskisi gibi kolay olmayacak. Pandemi, toplum ve ekonomiye dair bu baskın varsayımları sorgulayan bir alan yarattı. Lakin, Kovid-19 bir eşitleyici değil. Örneğin, mevcut pandemiye karşı kendini koruma hakkına toplumun farklı katmanları ve dünyanın farklı bölgeleri eşit derecede erişemiyor. Aslında Kovid-19 eşitsizliklerin muazzam bir göstergesi. Dünyanın herşeyi gizleyen o ideolijik örtüsünü kaldırıp, mevcut adaletsizlikleri daha da görünür kıldı. Dünyanın bir yerindeki hastalığın tüm dünyanın hastalığı demek olduğu ve her bireyinin sağlığına kavuşmadan toplumun da tam olarak sağlığına kavuşmayacağı anlaşıldığından, bugün herkes her öksürüğe dikkat kesilmek zorunda. Bir anlamda toplumun sağlığı, hayatları daha az korunmaya değer bulunanlarınki de dahil, herkesin hayatının korunmasına bağlı.
Sosyal sorumluluğa karşı bireysel çıkarlar
Sadece bir kaç hafta önce, ABD Başkan Adayı Bernie Sanders tarafından dile getirilen temel insan hakları olarak sağlık ve eğitime eşit erişim, ABD medya kuruluşlarınca temel Amerikan değerlerine “komünist“ bir tehdit olarak gösterildi. Kapitalizm, algılanan Amerikan değerleriyle uyumlu kalsın diye sağlığa erişimi sınırlı olanların bu değerler uğruna kendilerini feda etmeleri bekleniyordu. İşin ironik yanıysa, şu an Amerikan medyasında ağırlıkla konu edilen mesele, devletin herkesin hayatta kalmasını garanti altına almak için yeterli sorumluluğu alıyor mu, almıyor mu sorusu. Yoksul ve bir kenara atılmış insanların sağlığa erişimi artık Amerikan değerlerine karşı bir tehdit olarak görülmüyor, tersine bütün bir toplum için hayatta kalmanın temel ilkesi olarak görülüyor.
New York Times’a göre, “dünyanın ekonomik olarak en kutuplaşmış kentlerinden biri olan Hindistan’ın Delhi kentinde yapılan bir araştırma, birden bire patlak veren bir grip salgınının kentin kenar mahallelerinin dolayımıyla bütün kente hızla yayıldığını ortaya koydu. Dr. Errett, ‘Halk sağlığı sadece kendi kişisel sağlımızı ilgilendiren bir şey değil, genel olarak tüm halkın sağlığını ilgilendiren bir şeydir’ dedi. ‘Eğer tedavi göremeyen bir kişi varsa, o bir kişi herkes için risk oluşturur.”
Pandemiden sadece bir kaç hafta önce, bireyciliği ve laissez faire iktisadına sadakati saplantı haline getirmiş toplumlarda, başkalarına karşı sorumluluktan bahsetmek, bu kutsal değerlere sanki küfür etmek demekti. Şimdi ise bütün acımasızlığıyla kendini aşikar eden şey, evrensel bir felaketin üstesinden gelmenin tek yolunun, en fazla dıştalanmış kesimlerin acılarına karşı sosyopolitik sorumluluk almak olduğudur. Hatta insanın tam iradi kontrolü altında kafeslere tıktığı hayvanların acısı da bunun dışında değil. Bu nedenle Kovid-19, daha fazla eşitliğe doğru bir toplumsal dönüşümün sırf bir slogan düzeyinde değil, toplum olarak hayatta kalmak için tek acil ihtiyaç olduğunu kanıtlıyor.
Hem çok yakın hem de çok uzak
Kovid-19 İran’da yayılmaya başlarken, sosyal medyada bir şaka dolaşıyordu: “Biz insanlar bu dünyaya bir elma yiyerek geldik ve bir yarasa yiyerek terkettik.” Çok geçmeden yarasaların suçlu olmadığı, daha ziyade insanların müdaheleci çevresel davranışlarının suçlu olduğu anlaşıldı. Kovid-19’un ortaya çıkmasının olası nedenlerinden birinin yarasaların zayıflatılmış bağışıklık sistemeleri olduğu ortaya çıktı. CNN’de yayınlanan bir bölümde, Londra Zooloji Derneği’nde Yaban Hayat Epidomolojisi Profesörü Andrew Cunnigham, (insan aktivitesi yoluyla) yarasalara yüklenen stresin onların bağışıklık sisteminin zayıflamasına neden olduğunu, onları virüslere karşı daha açık/savunmasız hale getirdiğini ve bağışıklık sistemlerini geri kazanmalarını yavaşlattığını belirtti. İnsanlara ve diğer türlere yakınlıkları veri olarak alındığında, insanların yaşam alanlarını tahrip etmesi nedeniyle strese sokulmuş hayvanlardan insanlara doğru zoonotik yayılmaya tanık oluyoruz ve bugünün yaşam biçimi, virüsleri her zamankinden daha hızlı bir şekilde dünyaya yayıyor. Zayıflamış böyle bir bağışıklık sisteminin burnunun dibine girecek kadar yakınlaşma, ister ekolojik isterse de ekonomik olsun, sömürü dinamiklerinin kaçınılmaz bir sonucu gibi görünüyor. Bu nedenle, onların işgal ettiğimiz yaşam alanlarından geri çekilmenin, biosferin hayatta kalması için bir zorunluluk olduğu açıkça ortaya çıktı.
Bir anlamda, şu an yaşanılan felaketten, insanların gözden çıkarılabilir olduğunu düşündüğü türlere kötü yaklaşımları, nihayetinde de bu durumun ortaya çıkmasının varlık koşulu olan küresel ve yerel eşitsizlikler sorumlu tutuluyor. Geçenlerde, “ kaynaklara erişimi göreli olarak yetersiz olup genç, yaşlı, çocuk bir çok insanın çok-jenerasyonlu konutlarda yığınlar halinde yaşadığı”ndan kaynaklı olarak, pandemi için yüksek risk taşıdığı düşünülen New York’un Bronx semtinde, Bronx Hayvanat Bahçesi’ndeki Nadia adında bir kaplanda Kovid-19 testi pozitif çıktı. Strese sokulmuş yarasalar da dahil olmak üzere, tüm ekosistemlerin ve diğer canlıların sağlığı/zindeliği, insan bireyinin sağlığından/zindeliğinden ayrılamaz ve bunun tersi de doğrudur. Son zamanlarda New York’lu zenginlerin Kovid-19’dan korunmak adına, panik halinde Hamptons Adası’na kaçışları, “hor gördükleri ve gözardı ettikleri, hatta hiç çekinmeden (…) korona virüsünün ta kendisi diye gördükleri küçük insanlar”larla sınıf savaşımını da beraberinde getirdi; panik halinde alışveriş yerlerine saldırıp, Hamptons’ın yerleşik halkının ve yoksularının gıda kıtlığı yaşamasına sebeb oldular ki, bazılarına zaten çoktan virüs bulaşmıştı. Hamptons’ın yerleşik halkı da dolayısıyla sağlık hizmeti personeli ve teçhizatı eksikliğinden endişe duyar hale geldi. Buradaki mesafe olarak yakınlık/iç içe geçme, görünüşün aksine, kamunun, birlikteliğin ve dostluğun varlığını göstermiyor. Aksine yapısal ayırım ve sosyal sorumluluk eksikliğinin kanıtı bu. Belki de bunun nedeni Hamptons’lıların dolaşıma soktukları şu tehdit: “Köprüleri havaya uçurmalıyız. Buraya gelmelerine izin vermeyelim.” Buradaki mesafelenme, milliyetçi kimlikleri kozmopolitizme karşı korumakla ilgili değil. Sınırların militarizasyonuyla da aynı şey değil.
Detroit’de bir otobüste, oldukça rahat bir şekilde öksüren bir kadın, etrafındaki insanların sağlığını da tehlikeye atmıştı. Otobüs şoförü Jason Hargrove, ölmeden bir kaç gün önce, kendisi gibi sosyal hizmet verenleri en fazla savunmasız bırakan şeyin, bu gibi sistematik ve bireysel sorumsuzluklar olduğunu söyleyip eleştirmişti.
“Kendimi tecavüze uğramış gibi hissediyorum. O kadın öksürdüğünde, otobüste bulunan insanların da aynı duyguyu yaşadığını hissediyorum” dedi ve şunları ekledi: “bu paylaşımı izleyenler, bu…bu gerçek. Hepinizin bunu ciddiye alması lazım.”
Buradaki mesafelenme/mesafe koyma, kendini korumak için daha az ayrıcalığa sahip olanlara ve zarar görmeye en elverişli hassas sosyal gruplara özel bir dikkat gösterilip, her iki tarafın da hayatını devam ettirebilmesi için bir saygı aralığı yaratmak demektir. İtalyan filozof Roberto Esposito, topluluğun, “bireyleri kendilerinden öteye iten bir şeye bağladığını” ifade ediyor [2]. Bu birliktelik duygusunun oluşması için, insanın kendini bir topluluğun içerisine özgürce bırakması, kendini ötekinin “bulaşıcılığına” açık hale getirmesi lazım.
Modernite, belki de onun daha çok Batı versiyonunun zorlamasıyla, topluma karşı bireyi koruma adına bağışıklıkçı bir tepkiyi faal hale getiriyor ve bağışıklık, “onları ötekiyle riskli bir bulaşmadan/etkileşimden koruyarak ve yine onları ötekine karşı her türlü yükümlülükten alıkoyarak, kimliklerini yeniden inşaa ediyor (…)”[3]. Kovid-19’a karşı önlem olarak alınan mevcut sosyal mesafe, görünüşte bağışıklığın (yani, bireyin yeniden kendine dönüşünün ve kendi kendini korumak için toplumdan kendini ayrıştırmasının) birlik olma üzerinde bir zaferiymiş gibi anlaşılabilir. Ama bununla birlikte sosyal mesafelenmeye, bir hayatta kalma ve böylelikle aynı zamanda ötekini koruma aracı olma işlevi yükleniyor, bu, bir koruma ve sorumluluk etiğinden kaynaklanıyor. Bunun yanısıra, işin ironik tarafı, bu yeni mesafelenme daha fazla bir topluluk ve sorumluluk duygusu yarattı. Hatta Thatcher devriminin bir çocuğu olan İngiltere Başbakanı bile, bütün bunlardan sonra, salt “bireylerin” karşısında toplumun da var olduğunun farkına vardı:
“Video mesajında Johnson şunları söyledi: ‘Bunu başaracağız, birlikte başaracağız. Korona virüsü krizinin şimdiden kanıtladığını düşündüğüm bir şey varsa, o da, gerçekten toplum diye bir şeyin var olduğu.’”
Bu nedenle, hapishaneleri, evsizleri, açlığı, acımasız göç politikaları, sağlık ve ilaç erişim olanaklarının yetersizliğiyle bir tür hapishane toplumunun, hayatta kalabilmek için artık güvenli bir yer olmadığı düşünülüyor. Bunların hiç biri yeni durum değil, hiçbiri bugün güvensiz hale gelmedi; sadece pandemi patlak verdikten sonra daha yaygın görünür, daha yaygın hissedilir hale geldi.
Ulus ve Dış düşman
Kırılgan bağışıklık sistemlerinin herkesi buluşturduğu uğrak, savaşların ve ekonomik yaptırımların sadece akli ve travmatik anlamda değil, aynı zamanda maddi anlamda fiziki sağlık açısından da bütün bir dünyanın sağlığını bozduğudur. Bu sorumluluk (ötekine karşı) sadece ulusların popülasyonu ve onların hükümetleriyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda ulus-devletler ve onların tahakküm altında tuttukları uluslar için de gereklidir (örneğin, ABD’nin önderlik ettiği ekonomik yaptırımlar altındaki İran halkı ve İsrail yönetiminin işgal ve abluka altında tuttuğu Filistin halkı). Irak’a karşı ABD önderliğindeki ekonomik yaptırımlar (1990-2013) son yılların en büyük halk sağlığı suçlarından biriydi. Birinci Körfez Savaşı sırasında (1990-91) yaptırımların ve sağlık altyapısının yıkımının bir sonucu olarak, Ömer Deveci’nin antibiyotik anarşisi dediği, trajik bir fenomenin ortaya çıktığı bir antibiyotik sıkıntısı vardı.
“Belirli antibiyotikler sadece bir gün bulunabiliyor, başka bir gün bittiğinden bulunamıyordu. Doktorlar tedavi protokollerine göre değil, mevcudiyetine göre sürekli antibiyotik değiştiriyorlardı. Hastalar ve aileleri, ihtiyaçları olan ilaçları göndermeleri için yurtdışındaki akrabalarına yalvarıyorlar, bu olmadığındaysa ülkenin dört bir yanına dağılmış olan kıt antibiyotiklerin, sahte ve süresi geçmiş ilaçları stoklayan hangi eczanede bulunabileceğini ortaya çıkarabilmek için çırpınıp duruyorlardı.”
Antibiyotik anarşisi, antibiyotik mukavemeti ile sonuçlandı Irak’ta. 2003’de ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından, Amerikan askeri hekimlerinin “iraqibakter” (Iraklı bakteri) dedikleri bir bakteri, görünmez bir düşman olarak görüldü. ABD askeri personeli arasında ciddi enfeksiyona neden oldu. Bu bakterinin sosyal tarihi, Amerikan yaptırımları da dahil olmak üzere, bölgedeki savaşın ekolojileriyle doğrudan ilgili.
Müdaheleciliğin daha yakın tarihinde, ABD’nin ekonomik yaptırımları, İranlıların sağlık hizmetlerine, özellikle de ilaca erişimlerinin sınırlandırılmasına neden oldu. Yaptırımların etkileri, son zamanlarda Trump yönetimince daha da yoğunlaştırılıp şiddetlendirildi. Yakın aile üyeleri hastanede olan insanlar gerekli ilaçların temini için kişisel olarak kaçakçılık yapmak zorunda kalıyor, Yok, eğer ilaçları piyasadan elde edeceklerse bunun için bir servet ödemeleri gerekiyor. Nozokomial olarak adlandırılan hastane kaynaklı bir enfeksiyon (HAİ – hospital-acquired infection), bağışıklık sistemi zayıf olan bir çok hasta için yaygın bir tehlike, lakin ilacı İran hastanelerinde nadir bulunuyor.
Lancet’e göre, “Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve sağlık ve tıbbi ihtiyaçlar gönderen diğer uluslararası yardım kuruluşlarına rağmen, salgının hızı ve yaptırımların zararlı etkileri, sağlık sektörünün diğer zor sağlık koşulları için ön gereksinimlerine ek olarak, hayat kurtaran ilaç ve ekipmana erişimin azalması sonucunu verdi.”
Amerikanın ekonomik yaptırımları nedeniyle bağışıklık sistemi zayıflamış bir İranlının sağlık sorunları, nihayetinde başka bir şehirde, başka bir bedende, belki de Amerika’nın kendisinde, tedavi edilmek zorunda kalacak.
İran hükümeti, Kovid-19 haberlerini, 11. Parlemento Seçimleri ve 1979 devrimi kutlamalarının sonrasına bıraktı; İran’ın hemen her yerinde örgütlenen bu gösteriler, muhtemelen hastalığın daha da yayılmasına neden oldu. İşin ironik yanıysa; bu anma etkinlikleriyle insanların hayatlarını tehlikeye atan İran devrimiyle, sosyopolitik sorumluluk eksikliğini, kendi döneminin toplumsal hoşnutsuzluğunun ana kaynağı olarak tanımlayan Ali Şeriati’nin, aynı devrimin teorisyeni olması. Toplumsal ilişkiler anlayışımızda acilen, toplumdaki tahakküm ilişkilerini kaldırmaya yönelik siyasi sorumlulukla etik sorumluluğu eşitleyecek tam bir devrime ihtiyacımız var derken, aslında Ali Şeriati’nin anlatmak istedi şey buydu. 1979 İran İslam devriminin kaderinin bir yere kadar trajik, ama belki de umut parıltısı olan yani, antibiyotik sıkıntısı ve yönetimin manipülasyanlarına rağmen, toplumun dayanışma yoluyla bir şekilde hayatta kalmanın bir yolunu buluyor olması.
Virüs, iktidarı elinde bulunduranlara gelecekteki gelişkin gözetim ve kontrol tekniklerini deneme fırsatı veriyor belki. Ama aynı zamanda, adaletsizliğin interkonnekte yapılarının görülmesine; topluluğun hayatta kalmasının, onun en dışlanmış kesimlerinin de hayatta kalmasına bağlı olduğu gerçeğinin görülmesine alan açıyor. Bu sosyal mesafelenme, İranlıların Yeni Yıl olarak gördüğü ve halkın bayram ziyaretleri (eyd didani) yaptığı Newroz’la aynı zamana denk geldi. Sosyal mesafelenme nedeniyle bu yıl İran’da akrabalarım, video konferans yoluyla birbirlerini aradılar ve ben de Kuzey Karolina’dan, Raleigh’den bu video görüşmelerinin bir kısmına katıldım. Sosyal mesafelenme, mutlaka bir kayıtsızlık ve tecrit olmak zorunda değil, aynı zamanda karşılıklı olarak hayatta kalmaya ve toplum olma anlayışının güçlenmesine alan açma sonucunu da verebiliyor. Ekosistemlerin ve halkların sağlığının karşılıklı olarak birbirine bağlılığı, karşılıklı olarak birbirimize ihtiyaç duyduğumuzun anlaşılması, ulus ötesi işbirliği yönündeki bir siyasete; sağlığın temel bir insan hakkı olarak küresel erişimi yönündeki bir siyasete de işaret ediyor. Mevcut durum, baştan aşağı bir sosyal revizyonu gerektiriyor. Süreç, en nihayetinde, bu yönde olabilir.
[1] Decolonizing Enlightenment. Transnational Justice, Human Rights and Democracy in a Postcolonial World, ed. Nikita Dhawan. Opladen Berlin & Toronto: Barbara Budrich , pp. 182
[2] Terms of The Political: Community,Ummity,Biopolitics, by Roberto Esposito, 49
[3] ibid