Tuncay YILMAZ yazdı: “Nasıl ki Korona’yı ciddi bir tehdit olarak algılayıp buna karşı önlemler alıyorsak, Covid-19’dan daha tehlikeli olan bu totaliterleşme, faşistleşme süreçlerine önlemler almak, bu saldırı dalgasıyla mücadele etmek de en az diğeri kadar önemlidir.”
Her şeyden önce, uygun koşullar geliştiğinde toplumsal dönüşümlerin ne kadar hızlı yaşandığına dikkatinizi çekmek isterim. Yoksul ya da zengin bütün dünyanın önemli değişimler beklemeden girdiği 2020’nin ilk günlerinde birilerini çevirseniz ve bugün yaşananların olacağını söyleseniz sizi ya aklını kaçırmış bir meczup ya da boş konuşan bir hayalperest olmakla itham ederdi.
Oysa bugün Amerika’sından Almanya’sına, Singapur’undan Brezilya’sına, İtalya’sından Türkiye’sine uygulanmakta olan bir “Olağanüstü Hal Dünyası”nda yaşıyoruz. Kimi ülkelerde doğrudan sokağa çıkma yasakları uygulanırken, kimilerinde ise her türlü toplu yanyana geliş, beş kişinin bir arada olması, iki kişinin birlikte yürümesi yasaklanmış durumda. Diğer yandan zaruri olmayan pek çok işkolunda (inşaatlar, fabrikalar, vs.) üretim, faaliyet devam ediyor. Bu iki yüzlü kapatılma hali, büyük de bir “halk desteği” görür vaziyette.
Daha ne isteyebilirdi ki egemenler! Salgını durdurmak ve ölümleri engellemek için “Devletin katı kuralları uygulaması ve bireysel özgürlüklerin sınırlandırması” bırakalım karşı koymayı, büyük bir çoğunluk tarafından talep edilir hale geldi.
Her ne kadar Çin’de başlamış olsa da esas olarak İtalya’da -gecikmiş olarak- hayata geçirilen “önleyici tedbirler”, yeniden tüm dünyada Mussolini’nin "totalitario"sunu gündem getirmiş durumda. Bugünün dünyasında sık sık kullanmak durumunda kaldığımız “totalitarizm” terimi, ilk kez, İtalyan diktatör Benito Mussolini tarafından 1920'lerde, faşist İtalyan yönetimini tanımlamak için "totalitario" olarak kullanılmıştı. Mussolini’nin totaliter faşizm anlayışına göre “her şey devletin içindedir ve devletin dışında insani veya ruhsal hiçbir şey yoktur, dahası onun dışında hiçbir şeyin değeri yoktur.”
"Savaş zamanı başkanları”
Tıpkı Mussolini’nin “hepimizin devleti” tanımında olduğu gibi yaşadığımız bu salgın günlerinde “yüce devletlerimiz” ayrım yapmaksızın bütün halkın çıkarları için(!) peşpeşe “önlem paketleri” açıklamakta. Ancak kafa kurcalayan bir nokta var ki “hepimizin devleti”nin önlemler konusunda önceliği ve odağı sermayenin çıkarlarını korumak, sistemin devamını garantiye almak.
Macron’dan Merkel’e, Trump’tan Erdoğan’a bütün devlet başkanları durumu bir “savaş hali” olarak tanımlayıp kendilerini de "savaş zamanı başkanı” ilan ettiler çoktan. Bütün küreselleşme masalları bir kenara itilerek her biri kendi “ulus devletini” kurtarmaya odaklandı. Dünya paylaşım savaşlarının en azından itilaf devletleri, ittifak devletleri bloklar vardı, bu savaşta her koyun kendi bacağının derdine düşmüş durumda!
Sosyalist bloğun çöküşünden sonra başlayan, 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısından sonra “güvenlikçi politikalar” eşliğinde ilan edilerek öne çıkartılan ulusal sermaye birikimi politikalarının, 2008 kriziyle yaptığı sıçramaya Covid-19 salgınıyla bir yenisini daha ekleyecek görünüyor.
“Savaş zamanı başkanları” benzer tedbirler alıyor
Her ne kadar “savaş zamanı liderleri” birbirlerinin önlemlerini küçümseyip karalayarak kendi önlem paketlerinin ne kadar “halkını düşündüğünün” propagandasını yapsalar da, esasında tamamının benzer reflekslerle (aslında akılla) hareket ettiklerini görüyoruz.
- Ulus devletlerinin sınırlarını (AB ülkelerinde dahi!) kontrol altına alma,
- Sermayenin kayıplarını minimuma indirme ve süreci büyük sermaye için yeni bir sermaye aktarım sürecine çevirme,
- Küçük esnafın birikimlerinin büyük sermayenin elinde merkezileşmesinin yollarını açma,
- Bu kaotik süreci işçilerin ve emekçilerin kazanılmış haklarının, emeklerinin gaspında ya da gaspını meşrulaştırmada istismar etme,
- Esasen sermayenin ve egemenlerin çıkarlarını muhafaza eden mekanizma olan devletin “hepimizin devleti” olarak geniş kitleler içerisinde kabul görmesine çabalama,
- Patriarkal politikaları güçlendirme,
- Halk muhalefeti dolayısıyla uygulanamayan kimi projeleri panik ortamı içerisinde uygulamaya sokmak, yasal – hukuki düzenlemeler yapmak,
- Her türlü itiraza ve hak arayışına, olası ayaklanmalara “genel toplum sağlığını” koruma bahanesiyle en sert devlet müdahalesini meşrulaştırma,
- Kişisel ve toplumsal yaşamlarımız üzerindeki kontrolü arttırma,
- Ve çoğaltılabilecek buna benzer onlarca “önlem” uygulamaya sokulmuş, gündeme gelmiş durumda.
Daha tehlikeli olanı ise bütün bu özgürlükleri kısıtlayan, devlet denetimini arttıran totaliterleşme, Türkiye gibi kimi ülkelerde faşistleşme süreçlerinin geniş toplum kesimlerince gönüllü olarak kabul etme eğilimindeki yükseliş.
Direniş aşısı
Nasıl ki Korona’yı ciddi bir tehdit olarak algılayıp buna karşı önlemler alıyorsak, Covid-19’dan daha tehlikeli olan bu totaliterleşme, faşistleşme süreçlerine önlemler almak, bu saldırı dalgasıyla mücadele etmek de en az diğeri kadar önemlidir.
Henüz Covid-19’un aşısı bulunamadı ama faşizmin ve totalitarizmin çaresi çoktandır belli: sermayenin ve devletin değil emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarını koruyacak bir halk cephesi yaratmak. Nasıl ki burjuvazinin kurmayları şimdi 7/24 bu süreci kendi lehlerine çevirmek için kafa patlatıp hamle üzerine hamle geliştiriyorlarsa, biz de bu süreci kendi lehimize çevirecek araçları ve mücadele yöntemlerini geliştirmeye kafa yormalıyız. Şimdi bir de insan ve toplum sağlığı boyutu eklenen sistem krizi derinleştikçe, kitlelerin kendilerini ölüme ya da faşizme mahkum etmek isteyen kapitalizm dışında arayışlara, kar değil, doğa ve insanca yaşam odaklı perspektiflere kulağı da gönlü de aklı da daha açık olacaktır.