AKP 2015-2022 yılları arasında yoksuldan alıp zengine aktardığı devasa kaynakların emekçiler açısından yarattığı şoku gidermeye değil, hissettirmemeye yönelik bir ekonomik program, daha doğrusu operasyon yürütüyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yoksullaşma devam edecek ama daha az hissedilecek.
Peki bu nasıl olacak? Ekonomik kriz ne zaman bitecek? İşsizlik azalacak mı, ücretler düşecek mi? Muhalefet nasıl bir program çıkarmalı? Muhalif kitle neden bir lider arayışında?
90 yaşına merdiven dayadığı halde bir doktora öğrencisi titizliğiyle her gün Türkiye ve dünyadaki sınıf hareketlerini, ekonomik gelişmeleri, uluslararası verileri, raporları izleyen, olağanüstü birikimi ve hafızasıyla emekçilerin kurtuluşu açısından radikal, devrimci öneriler sunmaya devam eden Türkiye’nin en kadim Marksist iktisatçısı, SoL Haber yazarı Prof. Dr. Korkut Boratav’a kulak veriyoruz…
Bazı iktisatçılar ve ekonomistler Türkiye ekonomisinin geleceğini 2001 kriz koşullarıyla mukayese ediyor. Şu an 2001 krizine göre neredeyiz?
Geleneksel anlamda ekonomik daralma hafif bir krizdir; milli gelirin iki defa üç aylık dönem boyunca üst üste küçülmesi anlamına gelir. Eğer daha uzun sürerse, yıllığa girerse, krizdir. O anlamda Türkiye 2001 krizinden sonra sadece 2008 ve 2009 yıllarında daralmayı da içeren küçük, bir yıl negatif büyümeyi kapsayan bir krizden geçti. Onun dışında özellikle AKP’nin sonraki dönemi, iktisat tanımı anlamında kriz dönemi değildir. Fakat ekstrem sol literatüre, yani büyük krizin gündemde olduğu Marksist yazıma göre alternatif bir sistem gündeme geldiği andan itibaren, (bundan Sovyet Devrimi kastedilir) kapitalizm bir krize girmiştir. Bunun yanı sıra, kapitalizmin büyük krizlerinden söz edilir. Bu anlamda kapitalist sistem 2008-2009’da krize girdi. Türkiye o dönemi küçülmeyle atlattı. Ağır kriz merkez sistemde oldu; Amerika’da patlak verdi, Avrupa’ya da ulaştı.
KOALİSYON DÖNEMLERİ EMEĞİN KAZANIMLARININ ERİMEMESİNE YOL AÇTI
“Mortgage Krizi” değil mi?
Mortgage Krizi veyahut finansal sistemin çöküşü anlamına gelen bir kriz. Sol iktisatçılar 2001 krizini doğru algıladılar. Kendimi de katıyorum onlara ve analiz edenlerden birisi de benim. O dönemde çevre ekonomileri, kapitalist sistemin neo-liberal dediği dönemdeki kriz türlerinden bir yenisini yaşamaya başladı. Bu uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleşmesinden kaynaklanan bir kriz biçimi. 1980 darbe dönemindeki kriz Türkiye’ye özgü, ekonomik uzantıları olan siyasal bir krizdi ama Türkiye 1989 yılından itibaren neo-liberal sistemle tam bütünleşti. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesini de tanıdıktan hemen sonra krizler dalgasıyla da yeniden tanışmaya başladı. Yani yeni krizler biçimini yaşayan ülkelerden biri de Türkiye’dir. Doğu Asya’da 1998’de patlak veren bir kriz Türkiye’ye de sirayet etti. O krizin uzantısı 2001 krizidir. 2001, gerçek anlamda iki boyutlu bir krizdir. Bir kere sermaye krize girmiştir. Büyük sermaye 2001 dönemecine geldiğinde, kârları negatif olmuştu. Yani sermaye artık değerin önemli bölümünü faize ve katma değerin ana gövdesini oluşturan ücretlere kaptırıyordu. Faiz ve ücretlerden sonra katma değer sermayeye negatif intikal ediyordu. Yani bu, sermaye bakımından da çok ciddi bir krizdi. 1998’de patlak veren Doğu Asya krizinin Türkiye’ye uzantısı olan 2001 krizi… Sermaye krize girdiğini fark etmişti; 1989’dan sonra bölüşüm ilişkilerinde, darbe döneminin yarattığı bölüşüm şokunu emekçiler telafi ettiler. 1989’daki Bahar Eylemleri’yle başlayan işçi sınıfı hareketi daha sonra siyasete taşındı. Böylece 12 Eylül rejiminin devamı olan ekonomik politikaları sürdüren ana aygıt olarak ANAP siyasal hâkimiyetini, kontrolünü kaybetti ve koalisyon dönemleri başladı. Koalisyon dönemleri emeğin kazanımlarının erimemesine yol açtı. Darbe, sermayenin büyük bir siyasal ve ekonomik operasyonudur. Darbe, 1990’lı yıllarda ekonomik kazanımlarını kaybedince, sermaye 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren çözüm aradı. Koalisyon partileri popülizmi geri getirmiş, sermaye kontrolünü kaybetmişti.
TEK PARTİ İKTİDARI VE IMF PROGRAMI; İŞTE İDEAL ORTAM!
Yani 1990’lı yıllarda gelir dağılımındaki adaletsizlik şimdiki kadar sermaye lehine değil miydi?
Hayır. Daha doğrusu 1980 darbesinin yarattığı büyük adaletsizlik, sekiz yılın sonunda, 1989 yılından itibaren telafi edildi. Bu telafi sermaye açısından askeri darbe özlemini tekrar arattı. Tekrar darbe gerçekleşmezse, bu özlemi yerine getirecek iki formül vardı. Birincisi IMF’nin neo-liberal model disipliniyle ülkeye girmesi, ikincisi de tek parti yönetimi olmasıydı. Çünkü koalisyonlar popülizmle bölüşümü sağlayan ana mekanizma oldu ve bunun içinde ANAP da rol aldı. 1998’de herhangi bir IMF kredisiyle desteklenen kapsamlı bir programının uygulanmasını gerektirecek bir ödemeler dengesi krizi olmadığı halde, Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde IMF Türkiye’ye davet edildi. ANAP’ın sermaye lehine hizmetlerinin son katkılarından birisidir bu. IMF kontrolü almıştı; kontrol, sermayenin krizini emeğe de yıkan büyük bir operasyonla giderilmeye çalışıldı. O yüzden 2001 krizi iktidarı da değiştirdi. Büyük seçmen kitlesi iktidar koalisyonundan intikam aldı. Parlamento tarihimizde ender olan bir olaydır; 2002 seçimlerinde bir koalisyonun üç partisi aynı anda parlamentodan tasfiye edilmiştir. Dönemin siyasal haritası içinde alternatif olabilecek tek parti olan CHP, IMF programının mimarı Kemal Derviş’i partiye aldı. Dolayısıyla programı sahiplenip sürdüreceğini açıkça ilan etmiş oldu ve muhalefet işlevini AKP üstlendi. Bu da tek parti iktidarını getirdi. Tek parti iktidarı ve bir IMF programı; işte ideal ortam!
Kronoloji her şeyi anlatıyor aslında…
AKP çok şanslı bir dönemde iktidarı devralmıştı. Birincisi, Doğu Asya krizinin yarattığı sermaye hareketlerinin büyük negatif dalgası son bulmuştu ve yeniden canlanma dönemi geliyordu. İkincisi, ortada bir IMF programı vardı, ana reçetesi hazırlanmıştı ve hatta finansmanı da düzenlenmişti. Üçüncüsü, 1998-2002 arasında beş kayıp yıl yaşanmıştı; bu, kişi başına düşen milli gelirin negatif olduğu bir dönemdir.
EMEKÇİLER KAYBEDİYOR AMA FARKINDA DEĞİL
Bir diğer unsur da, 1999-2004 yılları arasında Kürt meselesi bağlamında bir çatışma ortamının olmaması. Yani siyaseten de AKP açısından 1990’larda mukayese edilemeyecek bir “rahatlık” ortamı vardı, çünkü çatışma yoktu.
Tabii, onu da ekleyelim. Ayrıca darbe dönemleri de son bulmuş. Yani ortada iktidarı hedefleyecek bir ortam yoktur. “Zinde kuvvetler” teskin olmuş durumda, çünkü altından kalkamamışlar. Onları devralan siyasi parti ANAP da marjinal olmuş. Dolayısıyla bu şanslı dönem; IMF programının, pozitif büyümeyle bölüşümdeki sermaye telafisinin emekçiler için çok ağır maliyet getirmediği bir dönem oldu. Ben o dönemi şu şekilde özetliyorum: “Emek kaybediyor ama farkında değil”. Çünkü o ilk dönemin büyüme ivmesi, kaybetmeyi işsizlik ve yoksullaşma biçiminde meydana getirmiyor. Ayrıca neo-liberal dönem emekçilere de bir teselli mükafatı sunuyor; finansallaşma, borçlanarak tüketimi sürdürme imkânı veriyordu. Yani 2001’den sonraki on-on beş yıllık dönemin emekçilere getirdiği tablo şudur: Kişi başına ücretler ve çiftçi gelirleri büyür ama milli gelirin gerisinde seyreder. Dolayısıyla emekçiler aslında bölüşüm paylarını kaybederler. Fakat tüketimleri gelirlerinin üzerinde seyretmiştir. Çünkü uluslararası sermaye hareketleri Türkiye’ye milli gelirin yüzde 5’i civarında dış kaynak aktarmıştır. Bu dış kaynak aktarımı, emekçilerin tüketimlerinin, gelirlerinin üzerinde olmasını sağlamıştır. Yani yoksullaşma hayat tarzlarına yansımamıştır.
Yani AKP emekçi, yoksul sınıfları borçlandırarak memnun etti…
Tabii, bölüşüm kaybını fark etmiyor. Bu dönem 2015 yılına kadar devam etti.
2015’te ne oldu?
“Huzur dönemi” gerilimlerle zayıfladı.
7 Haziran seçimlerinden sonra…
Evet. Ayrıca zaten uluslararası sermaye hareketleri 2007’den sonra o cömert dönemini tüketmişti ve 2008-2009 krizi zaten dönüm noktasıydı. Çünkü Batı finansal sistemi büyük bir şok geçirmişti. Sermaye hareketlerinin zayıflaması, Türkiye’nin bol kepçe sermayeye alışarak yarattığı neo-liberal teselli mükafatının dahi zorlaşması anlamına geliyordu. Büyümeyi aynı ivmeyle sürdürmek imkânsızdı. 2015 işte o kritik dönemdir ve AKP’nin ilk kez seçim kaybettiği yıldır. Ve AKP o dönem olağanüstü bir esnekliği gösterecek siyasal mahareti sahneye getirdi.
AKP SEÇİM KAZANDIRMAYACAĞINI ANLADIĞI İÇİN 2015’TEN İTİBAREN IMF REÇETESİNİ İHLAL ETTİ
Nasıl?
AKP 2003-2008 yılları arasında IMF’yle bir sözleşme yapıp 10 milyar dolar kredi aldı. O sözleşme çok ilginçtir; IMF’nin resmi yıllık raporlarında yer almaz ama IMF’nin Türkiye ekibinin genel merkeze yolladığı yorumda “ilk seçimlerde iktidara destek olması amacıyla verilmiştir” deniyor. Yani bir kriz ortamı olmadığı halde iktidara beş yıllık bir kredi verilmesi uygun görülmüştür. Fakat 2015’ten sonra neo-liberal sisteme sadakatin maliyetli olduğunu fark etti AKP. Çünkü sermaye hareketlerinin eskisi kadar yoğun olmadığı dönemde istikrar temel bir reçetedir. Bakın, AKP’nin altın çağında veya Lale Devri’nde büyüme oranı yüzde 7,2’dir.
Hangi yılda bu oran?
2007’de. Sonrasında iki yıllık küçülme başlıyor, ardından da Türkiye yüzde 3’lük, 4’lük bir tempoya mecbur kalır. Fakat bu temponun seçim kazandırmayacağını anladığı için AKP, 2015’ten itibaren IMF reçetesini ihlal etmeyi tercih etti.
BÜYÜK ŞİRKETLERE DÜŞÜK FAİZLİ KREDİ POMPALANMASI 2015’TEN 2022’YE KADAR DEVAM ETTİ
Yani popülist politikalara devam edildi…
Tabii; Erdoğan’ın bildiği tek yol olan kredi pompalaması… Erdoğan inşaat sektörüyle iç içe giren bir siyasetçidir; İstanbul belediye başkanlığından başlayarak inşaat sektörünü krediyle besleyen ve Türkiye’ye belli bir büyüme ivmesi getiren bir formül uygulamıştır. Artık sadece inşaat sektörü de değil, bütün şirketlere düşük faizle kredi pompalanmıştır. 2015’te başlayan bu süreç 2022 yılına kadar devam etti.
2022’den beri nasıl bir politika uygulanıyor?
Oraya gelmeden; 2015’ten itibaren IMF kuralları ihlal edilirken, Erdoğan 2018’de Londra’ya gidip finans kesimlerine “Cumhurbaşkanı olarak Merkez Bankası’nın benim talimatımla politikaları belirlemesi lazımdır” mesajı verdi. Spekülatör finans sermayesinin bütün unsurlarının toplandığı bir yerde, adeta seminer verir gibi “faiz enflasyonun sebebidir” dedi. Bizim Merkez Bankası’na da bunu telkin etmeye çalıştı. O zaman MB başkanı Erdem Başçı da uzun bir brifingle bunun tehlikelerini açıkladı. Çünkü düşük tutulan faiz sermaye kaçışına yol açar, bu da dövizleri yukarı çeker, enflasyonu tetikler. Fakat Erdoğan, Başçı’yı dinlemedi, siyasi içgüdüleriyle, el yordamıyla bu politikayı sahneye çıkarıp 2022’ye kadar uyguladı.
ULUSLARARASI SERMAYE AKP’Yİ CEZALANDIRMADI, MÜSAMAHA GÖSTERDİ
Peki bu süreçte Türkiye’deki büyüme trendi nasıl oldu?
2021’de tıkanan ama 2022’ye kadar uygulanan bu süreçte, yani 2015-2022 arasında neo-liberal kurallar ihlal edildiği halde yüzde 4,3’lük bir büyüme sağlandı. Türkiye’nin katı neo-liberal iktisatçıları “bunu yapma, kriz gelir” diye bağırıp çağırdığı halde 2021’in sonuna kadar kriz filan gelmedi.
Bu büyüme nasıl sağlanabildi?
Çünkü uluslararası sermaye AKP’yi cezalandırmadı, Türkiye’nin dış borcunun döndürülmesine müsamaha gösterdi. Finans kapitalin iki kaynağı var; birincisi spekülatif sıcak para, ikincisi de bankalar sistemi. Bankalar sistemi kredileri döndürür; bu dönemde neo-liberal kuralların ihlaline rağmen kredi kesintisi yapmadılar.
2015-2022 CUMHURİYET TARİHİNİN EN BÜYÜK BÖLÜŞÜM ŞOKU DÖNEMİ
Neden?
Bunun sebebi Türkiye’nin dış politikadaki önemini algılamış olmalarıyla ilgilidir. AKP bunu bir şantaja dönüştürebilen adımlar attı ve bu adımlar da bir yerde Amerika’nın “bu adamla çatışmamak lazım” algılamasını gündeme getirdi. Büyük sermaye Amerika’yı tedirgin edecek bir büyük şoku Türkiye’ye yaşatmayı göze almadı. Yani sermaye göz yumarak büyümeyi sağladı, hatta 2023 seçiminin kazanılmasına imkan verdi; Türkiye büyüyen bir ekonomi olduğu için.
Peki bu dönemde kriz var mıydı?
Sermaye açısından yoktu. Peki ne var; büyük bir bölüşüm şoku var, emekçilerin krizi var. Cumhuriyet tarihi boyunca emekçiler birkaç dönüşüm krizi yaşadılar. Bunlardan bir tanesi Büyük Buhran döneminde, bir diğeri İkinci Dünya Savaşı sırasında, üçüncüsü de 1980 darbesinden sonra yaşandı. 2015-2022 krizi ise derinliği ve yoğunluğu bakımından önde gelir.
EMEKÇİLER 7 YILDA MİLLİ GELİRDEKİ PAYLARINDAN YÜZDE 10,1 PUAN KAYBETTİ, SERMAYE İHYA OLDU
Yani 2015-2022 döneminde cumhuriyet tarihinin en derin bölüşüm şoku mu yaşandı?
Tabii. Yüzde olarak hesaplarsak emekçiler milli gelirdeki paylarını 7 yılda 10,1 puan kaybetmiştir. Buna mukabil emek dışı gelir türlerinin tümünün ise aynı oranda geliştiğini görüyoruz. Yani sermayenin ihya olduğu, emeğin ise kaybettiği bir dönem. Üstelik emekçiler için AKP’nin neo-liberal dönemdeki ikramı da yok; tüketim de telafi edilmemiştir. Çünkü reel gelirler de düşmüştür.
Uluslararası finans sermayenin AKP’nin 2023 seçimlerinde kazanmasına imkan verdiğini söylediniz ama emekçi sınıflar da AKP’ye oy vermeye devam etti…
Çünkü kalabalık yoksul katmanlar üzerinde AKP’nin ideolojik hegemonyası devam ediyor. Sefil bir kadının belden aşağı bir ifadeyle reisin (…kılı) olduğunu söylemesi kadar ideolojik hegemonyayı iyi anlatacak bir örnek yoktur. Tabii burada alternatif, sol akımların emekçiler arasında örgütlenmesindeki nitelik ve niceliğin de zayıflığını algılayalım.
MARKSİST, DEVRİMCİ VEYA LENİNİST İDDİASINDAKİ LEGAL PARTİLERİN FARBİRAKALARDA NE KADAR TEMSİLCİLERİ VAR?
Yoksulların, alt sınıfların bu kadar derin bir kriz yaşadığı dönemde nasıl oluyor da ideolojik hegemonyayı yine iktidar sağlayabiliyor ve buna karşı güçlü bir sol alternatif çıkmıyor?
Somut bir teşhis yapmak zor. Bunun cevabını ne sen verebiliyorsun, ne de açık-seçik ben verebilirim. Parlamenter sistemin bazı özellikleri var; devrimci örgütlenme yöntemlerini dışlıyor, ister istemez kitle partilerine prim veriyor. Sosyalist ve devrimci partiler de bu zehrin içine giriyor. Ayrıntıya girmenin de, isim vermenin de gereği yok ama kendisine Marksist diyen, devrimci veya Leninist olduğunu iddia eden legal üç-dört parti var; fabrikalarda ne kadar temsilcileri var? Galiba 2020 yılında, kargoculardan başlayarak, kendiliğinden sınıf hareketleri patlak verdi. Migros depolarını yöneten sermayedarın evini buldular ve orayı kuşatmaya başladılar. Sınıf mücadelesi böyle yapılır. Ama hangi parti bunu sürükledi? Yok! Bunun cevabı yok, çünkü parti yok. Meselenin diğer bir boyutu ise demin söylediğim ideolojik hegemonya. Kitleler kurtarıcı arıyorlar. Yani kişiler önem taşıyor. Parlamenter sistemin yapısı içinde bile muhalif kitle lider arıyor, örgüt aramıyor, örgüt bulamıyor.
GEZİ’DEKİ KİTLE ÖRGÜT BULAMADIĞI İÇİN LİDER ARIYOR
Yani örgüt bulunamadığı için mi lider arayışı var?
E tabii. 2013 Gezi kalkışmasının liderliğini hangi sol parti devraldı? Gezi kalkışmasının içgüdüleri, siyasal refleksleri çok güçlü olduğu için Erdoğan “bu beni iktidardan götürür” dedi. Onun için intikamını alıyor. Sosyalist partiler başlangıçta Gezi’ye katılmadılar. Çünkü 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri’ne de katılmamışlardı. Hâlâ 1980 darbesinin izleri onları uzak tutuyordu. Yani Cumhuriyet Mitingleri’nin motivasyonunun arkasında darbecileri aradılar. Kısmen de haklılardı. Çünkü Atatürkçü Düşünce Derneği de Cumhuriyet Mitinglerinin örgütleyicilerinden biriydi ve başında da emekli bir Jandarma Genel Komutanı (Şener Eruygur, İ-A) vardı. Sonra Ergenekon davasından tutuklandı… Ama AKP’ye karşı büyük kitle hareketi ivmesi 2007’de başlamıştı. 2013’ü de ateşleyen unsurlardan biri ise, tuhaf bir biçimde “iki ayyaş” saldırısıdır.
Atatürk ve İnönü kastedilerek…
İsmet Paşa kastediliyor belki ama onun da içkili masalara katılmadığını biliyoruz. O İsmet Paşa’nın hak etmediği bir nitelik. Gezi’ye dönersek… Hareket Mustafa Kemal’in kalpaklı resimleri ve bayraklarla başladı. Hatta HDP’de iki kanat çıktı. Bir kanat “bu darbeciliktir” dedi, öbür kanat da destekledi. Nümayişlerden birinde de biri Atatürk, diğeri HDP sembolü taşıyan iki genç bir arada, kol kola koşarlar, Bozkurt işaretli biri de yanlarında. Sırrı Süreyya Önder’i haklı çıkaran sembol de odur. Sosyalistler daha sonra fark ettiler ve sürüklendiler, katıldılar. Fakat sahiplenecek güçte değillerdi. Örgütlenme güçleri yok. CHP ise zaten devre dışı kalmış, militan bir şekilde sahiplenememişti. O kitle bugüne kadar sürüklendi ve örgüt bulamayınca kendiliğinden lider arıyor.
İSTANBUL SANAYİ ODASI’NIN 500 BÜYÜK ŞİRKETİNE ODAKLANIRSANIZ SERMAYE PAYINDAKİ ARTIŞ YÜZDE 10,1’DEN DAHA FAZLA
2023 seçimlerini AKP kazandı ama 2024 yerel seçimlerde CHP birinci parti oldu. Buna mukabil bölüşüm krizinin gerçek manada krize dönüşeceği beklentisi vardı…
Gerçek anlamda krize hemen hemen 2021’de sürükleniyorduk. Bir kere sermaye krize sürüklenmeye başlamıştı. Faizler düşünce döviz patladı ve sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. O ivme derin bir krize dönüşmeden seçimler geldi ve geçiştirildi. Yani siyaset bunun faturasını ödemedi. Altılı Masa’nın liderler kadrosu değil ama mitinglere gelen kalabalıklar topluluğunun niteliği hâlâ Gezi hareketinin uzantısı özelliği taşıyordu. Kürsüdeyse onları canlandırmayan konuşmalar yapılıyordu ama onları kendiliğinden canlandıran bir dinamizm vardı. Meydanlar doluyordu; Gezi’nin çocukları ve kendileri adeta bir kurtuluş arıyordu. Gezi’ye katılan herkes, çocuklarıyla beraber oradaydı, şüphesiz. O ivme sandıklara nihayet, yine kendiliğinden, yerel seçimlerde yansıdı. Ama hâlâ iktidara aday olacak koşulları yaratamadı.
Neden?
Çünkü kriz iki boyutlu. Sermaye ihya oldu; 6 veya 7 senede milli gelirdeki payı yüzde 10.1 puan artan bir sınıf… Eğer İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük şirketine odaklanırsanız, sermaye payındaki artış daha da fazladır. Yani ortada muhteşem bir kriz var ama bunu münhasıran yaşayan emekçi sınıflar. Sermaye ihya oluyor, emekçi sınıflar krizde. Özellikle enflasyonun hızlandırdığı bir ivme içinde yoksullaşarak krizde… Bu kriz hâlâ devam ettiği için yerel seçimlere de yansıdı.
IMF KRİZİN DEVAM ETMEYECEĞİNİ ÖNGÖRÜYOR
Peki bu kriz devam edecek mi?
İşte bu noktada sana, devam etmeyeceğini söyleyeceğim.
Yani kriz devam etmeyecek mi?
Siyasete de taşınacak büyük bir krize yol açmayacağını basitçe anlatacağım. Bunu kim öngörmüş; IMF. Haziran 2023’te ekonomi yönetimini devralan Mehmet Şimşek ve Amerika’da banka yöneticisiyken o tarihte Merkez Bankası başkanlığına getirilen Gaye Erkan’ın programının ne olacağını biliyorlar. Bu program, Mehmet Şimşek’in gözetimi altında Orta Vadeli Hükümet Programı’na da girdi. Ayrıca IMF’nin Türkiye ekibi, ekonominin sorunlarını biliyor, bu yeni yönetimi de yakından tanıyor. Dolayısıyla IMF, yeni ekip iktidara geldikten, üç yıllık program yayınlandıktan sonra, Ekim 2023’te bütün veri tabanını güncelledi ve Nisan 2024’te yayınladı. IMF’nin Nisan 2024’te yayınladığı Türkiye öngörüleri, Mehmet Şimşek’in getirdiği iktisat programı çerçevesinin devam edeceği varsayımına dayanıyor.
İSTİHDAM ARTIŞI FAAL NÜFUS ARTIŞINI EMEMEDİ
Peki nedir IMF’nin Türkiye öngörüleri?
Birazdan anlatacağım. Ama öncesinde, demin özetlediğim büyük bölüşüm şokunun bir başka boyutunu aktarayım. Türkiye ekonomisinde istikrar programının ihlal edildiği halde sermayenin hükümeti cezalandırmadığı, adeta “üzerine gitmeyelim” diyerek göz yumduğu ama büyümenin 4,3 olduğu bir dönemden söz ettik. Bu dönemde, yani 2016-2022 döneminde istihdam yüzde 4,2 büyüdü. Bu istihdam artışı pozitif bir hadisedir; ekonomik krizin emekçi sınıflara yansımasını kısmen hafifletir. Fakat aynı dönemde faal nüfusun artışı yüzde 6,8’dir. Yani istihdam artışı, faal nüfustaki artışı ememedi. Bu şu anlama geliyor: Türkiye ekonomisi yüzde 4’lük bir büyümeyle az gelişmiş yapının bakiyelerini temizleyemez. “Atıl işgücü” diye TÜİK bile bu hesabı yapıyor. Yani çalışma yaşına gelen ve çalışmak isteyen ama hem başvurduğu halde iş bulamayan, hem de giderek iş bulma ümidini kaybeden, işgücü piyasasından kopan kesim. Bu dönemde açık işsizlik oranı yüzde 9.10’luk seviyelerde seyrediyor. “Atıl işgücü” oranı ise yüzde 17’den yüzde 24’de, hatta 25’e çıkıyor! Yani Türkiye’de çalışma yaşında, imkanında olan ama çalışamayan çok kalabalık bir nüfus birikintisi var. İşte TÜİK’in “atıl işgücü” dediği oran bu. “İş bulsam çalışırım” diyen, son bir hafta içinde iş aramaktan vazgeçmiş olan, yani işgücü piyasasından uzaklaşmış bütün diplomalı işsizler, baba evinde oturup koca bekleyen genç kadınlar, yolda gördüğün delikanlılar, AVM’leri dolaşıp zaman tüketen, yahut kitapçılara gidip hâlâ üniversite sınavına çalışan gençler…
Yahut üniversiteyi bitirmiş ama KPSS’ye çalışarak iş bulabileceğini düşünen gençler…
Tabii, faal nüfusun, yani 60 milyonun dörtte biri! Ocak-Mart 2024’te TÜİK rakamlarında “atıl işgücü” oranı yüzde 25’tir. Şimdi sana IMF’nin rakamlarını vereyim. IMF diyor ki, 2024’te büyüme yüzde 3,1 olacak. Sonraki dört yılda, yani 2025-2028 yıllarında büyümenin yüzde 3,2 olacağını öngörüyor IMF.
ENFLASYON SERMAYENİN LEHİNE ÇALIŞMAYA DEVAM EDECEK
Bu ne anlama geliyor?
Yani Erdoğan’ın 2015-2022 arasında gerçekleştirdiği büyüme ivmesinin bir puan altında. IMF diyor ki, negatif büyüme yok, kriz yok; bu model sana durgunlaşmayı getirecek, buna razı ol. Veyahut “destekliyorum” diyor. Mehmet Şimşek Nisan’da IMF-Dünya Bankası toplantısına gittiğinde, IMF’nin bu öngörülerini içeren verileri yayınlanmıştı. Orada IMF’nin Başkan Yardımcısı Gita Gopinath’la görüştü. IMF’nin Avrupa Direktörü Alfred Kammer de 20 Nisan’da “biz de Türkiye’ye, oradaki ekonomi ekibinin izlediği programı tavsiye ederdik” dedi. IMF’nin Başkan Yardımcısı Gopinath da “Mehmet Şimşek’le yaptığımız görüşme çok verimli geçti” diyor. Bu görüşme Mehmet Şimşek programının Türkiye’ye vaat ettiği tabloyu da sunuyor. Az önce söylediğim üzere, diyor ki, “büyümeyi küçülteceksin.”
Nasıl olacak bu?
Faizler yükselecek; finansal sıkılaşma yapılacak ama kamu maliyesinde kemer sıkma yapılacak. Kamu dengesinin milli gelire oranı 2023’te yüzde 3,7 açık veriyor; 2025-28 ortalamasında bu aşağı-yukarı 0’a inmiştir; binde bir açık! Yani milli gelirin yüzde 3,8 oranında kemer sıkma var. Bu kemer sıkma 2024’ten başlarsa, yüzde 2,9 oluyor. Zaten son tasarruf önlemleriyle bunu uygulamaya başladıklarını iddia ediyorlar. Ama Türkiye emekçisi açısından en sıkı unsur, ücretlerin enflasyona uyum sağlamasını önleyen düzenleme. Mesela asgari ücretlerde enflasyon farkı ödenmeyecek. Bundan sonra yapılacak devlet sektörünün sözleşmelerinde de, toplu iş sözleşmelerinde de enflasyon farkı şartı olmayacak. Yani enflasyon sermayenin lehine çalışmaya devam edecek.
Peki enflasyon düşecek mi?
Hayır! IMF’nin enflasyon tahmini nedir biliyor musun? 2024’te yüzde 45. Sonraki dört yıldaki ortalamada ise yüzde 21,3. Sıfıra inmiyor.
IMF’YE GÖRE TÜRKİYE SERMAYESİNİ GÖZETMENİN YOLU ENFLASYONDUR
Hatta tek haneli rakama da inmiyor…
IMF burada şu teşhisi yapıyor: Türkiye sermayesini gözetmenin veya onları razı etmenin yolu enflasyondur. Veyahut şu teşhis var: “Türkiye’de siyasi iktidarlar enflasyonu sıfırlayamaz!” Farklı bir ifadeyle söyleyeyim, “bunlar adam olmaz” veya “bunlar bu kadar adam olur, daha fazlası değil.” Ama “zararı yok, buna rağmen destekliyoruz” diyor IMF. Fakat enflasyonun yüzde 20’ler civarında dört yıl daha devam etmesi, emeğin kayba uğramasına, sermayenin de kısmen ihyasına devam edileceği anlamına geliyor.
Fakat 2028’de seçimler de var. Dolayısıyla Erdoğan’ın öyle veya böyle tekrar popülist politikalara dönmesi gerekecek.
Buna dönmesine lüzum yok.
CARİ AÇIK HİÇBİR ZAMAN YOK OLMAYACAK
Niye?
Eğer emekçi sınıflara devamlı olarak “enflasyon yüksek olduğu için sen krizdesin” diye telkinde bulunmuş ama hiçbir zaman sermayenin kazançlarına işaret etmemişsen, yani bu kazançların senin yoksullaşman pahasına olduğunu söylememişsen, yüzde 45’lerden yarı yarıya inen bir enflasyon oranı, bugünkü ideolojik hegemonyanın devam etmesi halinde, emekçiyi rahat hissettirecektir. Çünkü çarşıdan aldığı domates “ucuzlayacaktır.” Domates fiyatı önce 55 liraya çıktı, sonra 23 liraya indi! Bu emekçiyi “rahatlatacaktır.” Bir de ücretler artışlarını da enflasyona göre ayarlarsa, o zaman “eh, telafi etmiş olacaktır.” Bakın, dar tanımlı işsizlik yüzde 10 civarında devam edecek. Bu Türkiye’nin hiçbir zaman AKP’nin ilk yıllarında veya daha önceki dönemlerde zaman zaman sağlanan yüzde 5’lik, 7’lik dar işsizlik dönemlerine de dönmeyeceği anlamına geliyor. Yüzde 10 işsizlik, yüzde 25, hatta büyüme oranı daha da düştüğü için yüzde 30’ları zorlayan atıl işgücü oranı anlamına geliyor. Çünkü alt taraftan faal nüfus hâlâ artıyor. AKP 6.8 faal nüfus artışın dörtte üçünü istihdama çekebilmiş, iki buçuğunu sokakta bırakmış. Şimdi ise yarısını bile istihdama çekemeyecek, çünkü büyüme hızını bir puan daha aşağıya indiriyor. “Ama bunu halledecek sermaye hareketleri de gelir” diyor. Cari açık hiçbir zaman yok olmayacak. Son dört yılda da milli gelirin yüzde 1.9 oranında cari işlem açığı var. Yani eğer kemerleri sıkarak durgunlaşabilirsen, o zaman bu durgunlaşmayı devam ettirecek dış sermaye girişi de olur. Böylece cari işlem açığını yüzde 2’lere indirmiş olursun, bu da seni idare eder! Sermaye seni bu derecede destekleyebilir, sen de atıl emek oranının artmasını sineye çekeceksin!
ANAMUHALEFET HALA NEO-LİBERAL MODELDEN KOPUŞU SAVUNAMIYOR
Bütün bu tabloya karşın muhalefet, iktidarın “normalleşme” söylemine tav oldu ama Kobanê Davası kararı, Gezi tutuklularına ilişkin yaklaşım, mafyayla girilen girift ilişkilerin devamı kazın ayağının öyle olmadığını kısa süre içinde ortaya koydu…
Ekonomi politikaları bağlamında konuşursak, en azından ana muhalefet, neo-liberal modelden kopuşu hâlâ savunamıyor. Bir türlü o adımı atacak cesareti gösteremedi. Muhalefet sınıf programı yapabilse; madde bir: Büyük bölüşüm şoku telafi edilmeli. Emekçilerin kayıplarını yoktan var edemezsin. Ancak sermayeden alarak var edebilirsin. Sermaye o kadar ihya olmuştur ki, milli gelirdeki payı yüzde 10.1 puan artmıştır ama servet payı daha da artmıştır. Çünkü servet payı diğer tarafa hiç intikal etmiyor. Türkiye’de emekçilerin net servet payı negatiftir!
TÜRKİYE’NİN RADİKAL BİR KOPUŞA İHTİYACI VAR; SERMAYENİN VERGİLENDİRİLEREK FİNANSE EDİLECEK YÜKSEK TEMPOLU BİR BÜYÜME SAVUNULMALI
Yani borçları varlıklarından daha fazla.
Tabii, bunu bizim Ahmet Haşim Köse ve Serdal Bahçe arkadaşlarımız hesapladı. Türkiye’de ücretli ve yoksul emekçi kesimin net servet pozisyonu son yıllarda negatife dönüşmüştür. Dolayısıyla muhalefet sınıf politikası yapmaktan kaçınıyor; hiçbir zaman servet vergisi alacağını söylemedi. Kem-kümle AKP bile bir ara değerli konut vergisi koydu. Ama kendi yarenlerinden o kadar tepki gördü ki, dondurdu. Değerli konut vergisi değil, servet birikimlerinden ve rantlardan vergi alacak bir operasyonla bölüşüm kaybını telafi edeceksin. Mehmet Şimşek büyüme ortalamasını yüzde 5 olarak koyarak göz boyamacılık yapıyor. Çünkü bir yerlerden duymuş ki, yüzde 5 büyüme olmazsa, işsizlik artar. Yani Şimşek işsizlik oranında oyun yapıyor. Ama bu büyümeyle işsizlik yüzde 5’e inmez, yüzde 10’da kalır. Geniş anlamda işsizliği azaltmak için Türkiye’nin durgunlaşmaya tahammülü yok. Türkiye’nin radikal bir kopuşa ihtiyacı var. Onun için bölüşüm telafisiyle beraber kamunun öncülüğünde kapsamlı bir büyüme yörüngesi savunulmalıdır. Eğer Türkiye toplumunun emekçi sınıfları önümüzdeki yıllara dair göreli ve mutlak durumlarını düzeltecek derecede bir geleceği özlüyorlarsa, yüksek tempolu bir büyümeyi savunmak ve bu büyümenin ilk finansmanını sermeyeyi vergileyerek gerçekleştirecek bir programa angaje olmak zorundadır.
SERMAYE SINIFINI HEDEFLEMEYEN BİR RAHATLAMANIN EMEKÇİLERE VAAT EDİLMESİ MÜMKÜN DEĞİL
Ama maalesef böyle bir muhalefet yok…
Yok, muhalefet sermayeyi ve uluslararası sermayeyi ürkütmeme derdinde. Şimdi “tasarrufu Saray’da yap” diyorlar. Doğrudur, tasarruf Saray’dan başlamalı ama o sermayeyle değil, kamu yönetimiyle ilgili bir problemdir. Bizim Ergin Yıldızoğlu “egemen sınıf” diyor ama yanlış bir ifade o. AKP’den nemalanan bürokratik parazit katmanın ve tarikat-cemaat tayfasının, arka planda dayandıkları sermaye sınıfı olmadıkça yönetici sınıf olmayı hak edecek nitelikleri yok. Sermaye sınıfını hedeflemeyen bir rahatlama ve gönencin emekçiler için vaat edilmesi mümkün değil. Bir sınıf programı yapacaksak, budur.
CHP VE DEM OLMADAN BİR SINIF İTTİFAKI MÜMKÜN DEĞİL
Bütün gidişata baktığınızda, önümüzdeki birkaç yılda emekçi sınıfların hayatı nasıl şekillenecek?
Siyasette büyük ittifaklar gerekecek. Büyük ittifaklarda da Türkiye’nin devrimcilerinin aktif rol alması lazım. CHP içinde de, DEM Parti içinde de… Bu iki büyük örgüt olmadan bir sınıf ittifakı mümkün değildir. Bu iki akımın da kendilerine özgü ideolojik sapkınlıktan arınmaları lazım. Kürt hareketi için bir şey söyleyemem. Çünkü iç dengelerine ve iç akıllarına nüfuz edecek bilgim yok. Ama CHP için; sınıf programı yapacaksan, sermaye sınıfıyla hesaplaşmayı göze alacaksın. İkincisi, emeğin kayıplarının telafisi için de hesaplaşmadan olmaz. Üçüncüsü, neo-liberal reçetenin sana sunduğu durgunlaşmayı aşmak için dinamik ve yine emeği gözeten bir inşa programına geçmelisin. Onarım programı, emeğin kayıplarının telafi programıdır. İnşa programı ise büyüme ivmesinin Türkiye’nin emekçi sınıflarına adım adım gönenç getireceği bir programdır. İşte bu.