MUSTAFA DURMUŞ – Diğer Yazıları
28 Ocak’ta Ekonomi Bakanlığı ve Türkiye Müteahhitler Birliği’nin birlikte düzenledikleri ‘İnşaat Sektörü Zirvesi’nde büyük müteahhitlerle ve konut finansçılarıyla bir araya gelen Başbakan Davutoğlu, ev almak için bir bankada hesap açan ve bu hesapta evin bedelinin en az % 25’ini peşinat olarak biriktiren vatandaşa, biriktirilen miktarın % 15’i kadar bir nakit katkısı sağlanacağını açıkladı. Toplantıda yaptığı konuşmada Başbakan, sektörün vergi kanunlarında yapılmasını istediği değişikliklere de sıcak baktıklarını belirtirken, 12 yıldır izlenmekte olan inşaat sektörüne ve sektörü fonlayan ağırlıklı dış finansa dayalı birikim modelini sürdüreceklerinin sinyalini de verdi.
“Ev kadınlarına yönelik projeler”in ardından gelen inşaat sektörüne yönelik destek ve bir gün sonra açıklanan “kobi teşvikleri”, genel seçimler yaklaşırken seçim yatırımları gibi gözükse de aslında 62. Davutoğlu Hükümetinin programında[1] hali hazırda yer alan politika önerileri. Yani yeni şeyler değiller. Ayrıca Davutoğlu Hükümetinin programı Erdoğan Hükümetlerinin izlemiş olduğu programlardan da esasta farklı değil. Sadece bu programda iç tasarruf vurgusu, kaçınılmaz olarak, ön plana çıkıyor.
Bu programda, üretim artışına, ar-ge’ye ve rekabetçi piyasalara yer verilse de son on yıldır izlenmekte olan stratejiye esas olarak sadık kalınacağı anlaşılıyor. Öyle ki 2014-2018 döneminde kamu yatırımlarının 350 milyar doları aşacağı, büyük projelerin tamamlanacağı ve yeni projelere başlanacağı ileri sürülüyor. Yürütülmekte olan kentsel dönüşüm çalışmalarının yanı sıra, toplu konut uygulamalarının kapsamının genişletileceği, TOKİ’nin öncelikle nüfus artışının hızlı ve konut fiyatlarının yüksek olduğu şehirlerde ve alt ve orta gelir grubunun temel konut ihtiyacına yoğunlaşmasını temin edeceği, kalkınmada öncelikli bölgelerde sosyal konut üretimine ağırlık verileceği ve kentsel dönüşüm kapsamında 6,5 milyon birim konutun 2023 yılına kadar dönüştürülmesi hedefi doğrultusunda çalışmalara devam edileceği açıklanıyor. Keza HES yapımlarının kararlılıkla sürdürülmesi ve kamu-özel ortaklığı modelinin yaygınlaştırılarak özellikle sağlık alanında büyük projelerin hayata geçirilmesi öngörülüyor. Bu program ana hatlarıyla hem üç yıllık orta vadeli programa hem de 2015 bütçesine yansımış durumda.
O halde “% 15’lik konut desteği” olarak tanımlanan bu girişimin ekonomi politiğine yakından bakalım ve öncelikle şu soruyu soralım: Zaten son on yıldır inşaat-konut ve konut kredisi üzerinden birikim ve ranta dayalı bir model uygulanmaktaydı. Ne oldu da sektöre yönelik ilave teşvike ya da desteğe ihtiyaç duyuldu?
Bu sorunun yanıtı sırasıyla; inşaat sektörünün, özellikle de 2013 yılından bu yana içine girdiği durgunluk halinde, genel olarak iç tasarruf oranının sürdürülemez bir düzeye kadar gerilemiş olmasında, uluslararası konjonktürün değişmesi nedeniyle dış finansman imkânının azalması ve/veya dış finansmana dayalı büyümenin risklerinin ileri boyutlara varması gerçeğinde ve tüm bu gelişmelerin ekonomik büyümeyi daha da yavaşlatması, işsizliği daha da artırması ve bu yılın genel seçim yılı olacağı dikkate alındığında, ekonomideki bu olumsuz gelişmelerin neden olabileceği seçim kayıpları endişesi başta olmak üzere birçok başka ciddi sorunda yatıyor.
Son on yıldır ülkede uygulanmakta olan neo liberal birikim-büyüme stratejisi aslında, 24 Ocak 1980 Kararları ile başlatılan emperyalist – kapitalist sisteme yeniden eklemlenme sürecinin son halkasıdır. Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak temini açısından, uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirildi. Bu dönemde büyüme, iç (yerli) tasarrufların yüzde 13’ler gibi (bu oran 2003 yılında yüzde 21,1 idi[2]) onlarca yılın en düşük seviyelere gerilemesinden ötürü, yabancı kaynak kullanımı ile sağlanabildi. Buna, bu dönemdeki (en azından 2013’ün ortalarına kadar) dışarıdaki bol likiditenin yüksek faiz getirisi sunan ülkelere yönelme ihtiyacı da eklenince, dış kaynağa bağımlı büyüme stratejisi hem mümkün olabildi, hem de uluslararası kapitalist sistem nezdinde meşruiyet kazandı. Öyle ki tarihsel olarak 2005 yılına kadar yılda ortalama 20 milyar dolarlık dış kaynak kullanan Türkiye’nin bu tarihten sonraki dış kaynak kullanımı yılda 50 milyar doların üzerine çıktı. Bu kaynağın önemli bir kısmı kısa vadeli kaynak niteliğinde oldu.
Böyle bir birikim ve büyüme stratejisinin önemli bir kısmını ağırlıklı olarak dış kaynakla finanse edilen alt yapı ve üst yapı inşaatları oluşturuyor. Nitekim aşağıdaki Tablo 1’den de görüleceği gibi[3], 2014 yılı itibariyle inşaat-gayrimenkul ve finans sektörünün GSYH içindeki payı % 23,1’i bularak neredeyse imalat sanayini yakaladı. Hali hazırda toplamda milli gelirin beşte birini bulan toplam yatırımların neredeyse yarısı inşaat sektöründe gerçekleşiyor. Para dönüşünün sınai yatırımlara göre iki-üç kat daha hızlı olduğu ve imar değişiklikleri ile ilave rant gelirlerinin sağlandığı bu tür yatırımların yer aldığı sektörde yaratılan servet çok daha hızlı ve fazla, ama yarattığı istihdam geçici ve niteliksiz (toplam istihdamın sadece % 7’sini yaratıyor) ve çalışanlar açısından gelir etkisi göreli olarak daha zayıf. Bu sektör ayrıca diğer sektörlere göre yolsuzluklara çok daha açık bir sektör.
Bu gelişmeyi Tablo 2[4]’de yer alan yapı istatistiklerinden de görebilmek mümkün. Öyle ki 2003 yılında 45,5 milyon m2’lik bir yapı ruhsatı alınmışken, bu rakam 2013 yılında yaklaşık dört kat artarak 174,8 milyon m2’ye ve 2003 yılında 162,900 adet olan yapı kullanma iznine sahip olan daire sayısı 2013 yılında dört kattan fazla artarak 721,152’ye yükseldi.
Bu süreçte inşaat sektöründeki bu büyümenin eş ikizi finansallaşma oldu. Genel olarak inşaat sektöründe yaşanan bu hızlı büyümeye paralel bir biçimde Türkiye ekonomisi son on yıldır hiç olmadığı miktarda ve hızda finansallaştı. Sanayi sektöründeki yaşanan kâr sıkışması, dış kaynak kullanımındaki artışla beraber başta bankacılık, sigortacılık ve yatırım fonları olmak üzere inşaat-rant, gayrimenkul sektörlerinden oluşan finansal sektörde yapılan yatırımlarla aşıldı.
Nitekim 2014 yılının üçüncü çeyreğinde özel sektörün yurt dışından sağladığı uzun vadeli 163 milyar doları aşan borcun[5] asıl olarak bankacılık, inşaat-gayrimenkul gibi finans sektörü ve ulaştırma ve enerji gibi alt yapı sektörlerindeki büyük projelerin finansmanında kullanıldığı göze çarpıyor. İmalat sanayi firmalarının dışarıdan borçlanmalardaki payı ise yüzde 15’i bulmuyor.
Bu da ekonomide hızla bir spekülatif finans sermayesi büyümesine, gelir ve servet dağılımının çok daha adaletsiz ve eşitsiz bir hale gelmesine neden olduğu gibi, kullanılan tüketici kredilerinin (yatırım kredisinden ziyade) çok büyük boyutlara erişmesine ve de iç ve dış borç stoklarının (kamu ve özel) hızla artmasına, döviz kurunun hızlı bir biçimde yükselmesine neden oldu. Kuşkusuz böyle bir gelişim var olan durgunluğun aşılmasında bir çözüm gibi gözükürken, aynı zamanda yeni finansal krizlerin de tetikleyicisi olmaktadır.
Nitekim toplam kredi stoku 2010 yılında 532 milyar lira iken, bu rakam sürekli yükselerek 2011’de 690 milyar lira, 2012’de 802 milyar lira, 2013’te 1,058 trilyon lira ve nihayet 2014 yılının üçüncü çeyreğinde 1,200 trilyon liraya ulaştı[6]. Böyle bir finansallaşmanın diğer yüzünde yer alan borçlanma rakamlarına bakıldığında, 2002 yılında kullanılan ihtiyaç kredisi tutarının 3,3 milyar liradan, 2013 yılında 182 milyar liraya fırladığı görülecektir. Yani 11 yılda ihtiyaç kredisi kullanımı 55 kat arttı. İhtiyaç kredisi kullanan sayısı da 1,3 milyon kişiden 11,2 milyon kişiye çıktı[7] . Bu da dokuz kat artış anlamına geliyor. Yani AKP iktidarları döneminde ilave 9,9 milyon kişi borçlular arasında yerini aldı. Bu borçluların yaklaşık yarısını (4,8 milyon) ücretli emekçiler oluşturuyor. Borçları en hızlı artanlar ise aylık 1000 lira gelir elde eden en düşük gelir grubu. Bu dönemde bu kesimin ihtiyaç kredisi borcu yirmi bir kat artarak 1,8 milyar liradan 38,4 milyar liraya ulaştı. Vade dilimleri açısından ele alındığında bu dönemde en hızlı artan borçların 328 kat ile 66 milyon liradan 21,7 milyar liraya çıkan 37-48 ay vadeli krediler olduğu görülüyor. Kanuni takipteki borçlar ise bu dönemde beklendiği gibi otuz dokuz kat artış gösterdi[8] .
T. Bankalar Birliği’nin verilerine göre, Haziran 2014’te 360 milyar liraya ulaşan tüketici kredilerinden (üçte ikisi ihtiyaç kredilerinden ve kredi kartlarından oluşuyor) 12 milyar liralık kısmı batık kredi. İhtiyaç kredisi olarak kullanılan kredi kartların ile borçlananların sayısı 20 milyon kişiye yaklaştı[9].
Bir başka anlatımla, Türkiye’de hane halkı borç stoku / GSYH oranı 2003 yılında yüzde 7,5 iken, 2013 yılında yüzde 55,2’ye kadar yükseldi. Tüketime yönelik kredilerdeki artışın sürmesi halinde, yükselen döviz kuru ve faiz oranı ile birlikte, bu gelişme ekonomide tüketicilerin (konut alanlar da dâhil) ve inşaat firmalarının bir borç temerrüdüne girmesi ve bu da bankacılık sektöründe bir finansal krizle sonuçlanabilecektir. Böyle bir krizden, Türkiye’de borçlu bireylerin yanı sıra, bankacılık sektörü ve bireysel krediden beslenen inşaat ve otomotiv sektörü de ciddi olarak etkilenecektir[10] .
Bireysel tüketici kredisi borçlarına ilişkin bu veriler, hem iç tasarruf oranının neden bu denli düşük olduğunu, hem de bu kesimleri tasarrufa yöneltmeye dönük politikaların pratikte gerçek bir karşılığının olmadığını ortaya koymaktadır.
Bu noktada Erdoğan’ın, Merkez Bankası’na (MB), konut satışlarını canlandırabilmek için konut kredisi faizlerini aşağıya çekmek anlamına gelecek olan faiz indirimine gitmesi yönünde yaptığı baskının nedeni ortaya çıkıyor (bu baskı sonuç getirdi ve MB bu yılki enflasyon hedefini % 5,5 olarak açıklayarak yapacağı faiz indirimine gerekçe oluşturdu). Keza, iç tasarruf oranlarının artırılarak dış kaynağa olan ihtiyacın azaltılması için neden bireysel emeklilik sigortasına (BES) devletçe, bizlerden toplanan vergilerle, % 25’lik prim desteği verildiğinin ve % 15’lik konut alım desteği verileceğinin gerekçeleri de netleşiyor.
Diğer taraftan hem finans ve inşaatın asıl olarak servet zenginleştirici bir büyümeye neden olacağı, hem de bunun bedelinin iç tasarruf düzeyini tarihsel olarak rekor düzeye düşürmek biçiminde ödeneceği önceden bilinemez miydi ya da öngörülemez miydi?
Bu sorunun yanıtını David Harvey’de bulmak mümkün. Ona göre son otuz yıla damgasını vuran neo liberal birikim stratejisinin dört ayağı var[11]: (i) Kamusal mal ve hizmetlerin metalaştırılması ve kamunun küçültülmesi (özelleştirmeler). (ii) Her türlü metayı bir spekülasyon aracına dönüştüren hızlı bir finansallaşma. (iii) Her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu ve (iv) Gelirin ve servetin sermaye sınıfları lehine yeniden bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde araç olarak kullanılması.
Neo liberal birikim stratejisi ayrıca geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak, sağlık, eğitim, sosyal konut, sosyal güvenlik gibi kamusal hizmetlere, doğaya ve doğal kaynaklara el koyarak bu alanları yeni kârlı alanlara dönüştürme şeklinde çağdaş bir “ilkel birikim modeli”ni de ön plana çıkarttı[12]. Bu haliyle de N. Klein’in tanımladığı gibi neo liberalizm hem siyaset ve ekonomiyi dünya çapında giderek daha fazla hâkim sınıf ya da ulusların emrine sokacak şekilde şekillendiren bir ideoloji, hem de emekçi sınıflara karşı açgözlü bir topyekûn saldırının, savaşın hikâyesi oldu[13].
Kısacası Türkiye ekonomisinin geldiği bu durum küresel sermayenin ve onun yerli ortaklarının öngördüğü ve planladığı bir birikim stratejisinin kaçınılmaz sonucu idi.
İnşaat motoru yavaşladı
2013 yılından bu yana inşaat sektöründe ciddi bir yavaşlama göze çarpıyor. Örneğin 2013 yılının ilk altı ayında sektör bir önceki yıla göre ortalama yüzde 6,7 oranında büyümüştü. 2014 yılının ilk ayında ise, bir önceki yıla göre büyüme oranı neredeyse yarı yarıya düşerek, yüzde 3,8 oldu[14]. Düşüş özellikle 2014’ün ikinci çeyreğinden itibaren belirginleşti. Öyle ki yapı ruhsat izinleri 2014’ün ilk çeyreğinde % 31,6 oranında artarken, ikinci çeyrekte % 14 ve üçüncü çeyrekte % 13,1 oranında azaldı. Yapı ruhsatı alan daire sayısı 2014’ün ilk çeyreğinde % 28,9 oranında artarken, ikinci çeyrekte % 4,1 ve üçüncü çeyrekte % 17,4 oranında azaldı. Yapı kullanma izni alan daire sayısı 2014’ün ilk çeyreğinde % 21,3 artarken, ikinci çeyrekte % 38,8 ve üçüncü çeyrekte % 5,5 azaldı[15].
Bu gerilemede en önemli etkenler; yükselen faizler ve döviz kurları nedeniyle özellikle ipotekli konut satışlarında görülen azalma (zira bir önceki yılın aynı ayına göre üçte bire yakın azaldı) ve konut stoklarındaki hızlı artışlardır. Paralel bir biçimde de ekonomik büyüme oranları 2014 yılının üçüncü çeyreğinde % 1,7’ye kadar geriledi[16](2014 yılının en iyi ihtimalle % 2,5 – 3 arasında bir büyüme oranı ile kapanabileceği dikkate alındığında bu durum son on yılın büyüme ortalamasının yarısı anlamına geliyor).
Türkiye’de ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payının 1999’da % 50’nin biraz üstünde iken günümüzde % 30’un biraz üstüne kadar gerilemiş[17]olduğu ve toplam olarak istihdam edilen 26,5 milyon insanın 17,4’ milyonunun (% 66,5’i) ücretli ve yevmiyeli çalışan işçiler olduğu[18], işsizlik ve yoksulluğun giderek arttığı, bireysel borçlanmanın sürdürülemez bir boyuta ulaştığı göz önüne alındığında, inşaat ve borçlanmaya dayalı böyle bir modelin sürdürülebilmesinin giderek imkânsız bir hal aldığı gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Yani asıl olarak 2012 yılına kadarki AKP iktidarları döneminde, ortalama % 5-6 büyüme sağlayan ve bol sıcak para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık mekanizmasına dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla, başta bankacılık, borsa, gayrimenkul-inşaat, perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim sektörlerinde balonlar şişirerek yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık yaratırken, hem de özellikle de, kentsel rant projeleri üzerinden sermaye ve servet birikimi sağlayan, böylece kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu artırırken, onlarca yeni dolar milyarderi üreten büyüme stratejisi artık sürdürülemez bir hale gelmiştir.
Sistemin egemenleri açısından, geliri emekçiler lehine yeniden bölüştürmek suretiyle bir talep artışı sağlamak, onların sınıfsal çıkarlarına ters düştüğünden ve özellikle Avrupa pazarındaki daralma yüzünden ihracata dayalı büyüme de sınırlarına ulaştığından, birikim stratejisinin önünü açacak yeni tedbirlere ihtiyaç duyulmuştur. Bunlar inşaat sektörünün doğrudan ve dolaylı olarak teşvik edilmesi ve iç tasarrufların artırılarak, dış finansmana olan ihtiyacın azaltılması biçimindeki BES’te devlet primi desteği ve % 15’lik konut desteği gibi tedbirlerdir.
İç tasarruflar: Son 11 yılda % 40 azaldı
AKP Hükümetleri döneminde izlenen birikim stratejisi, sadece ülke ekonomisinin giderek daha fazla dış finansmana bağımlı hale gelmesinden ötürü finansal kırılganlığını artırmakla kalmadı, aynı zamanda da iç tasarrufların sert bir biçimde azalmasına neden oldu. Bu stratejinin sürdürülemez olması ve yeni bir finansal krizle sonuçlanma ihtimalinin yüksek olması iç tasarrufların artırılmasına dönük bir paradigma kaymasını da beraberinde getirdi. Bunu resmi olarak, geçtiğimiz aylarda açık bir biçimde dillendiren de ekonomiden sorumlu
Devlet Bakanı Babacan oldu. Yukarıda sözü edilen tedbirlerle, 2003 yılında % 21’in üzerinde iken günümüzde % 13’lere kadar gerileyen iç tasarruf oranının yaklaşık 3-4 puan (yani yaklaşık üçte bir oranında) 2017 yılında % 17’lere çıkartılması hedefleniyor.
Bu kadar kısa bir süre içinde özellikle de durgunluk içindeki bir ekonomide iç tasarrufların üçte bir oranında artırılabilmesi mümkün müdür?
Tablo 3[19] 2003 yılından bu yana iç tasarruf oranındaki hızlı düşüşü gösteriyor. Bu tabloda net kamusal tasarruflar ( yani vergi eksi kamu harcamaları) yer almıyor. Zira izlenmekte olan neo liberal vergi politikalarının sonucunda net kamusal tasarruflar uzunca bir süredir negatifte. Çünkü toplanan vergilerin tamamına yakın kısmı iktisadi olarak verimsiz (başta askeri ve iç güvenlik harcamaları ya da tüketime dönük cari harcamalar gibi) harcamalar için kullanılıyor.
Tablonun en çarpıcı yanı hane halkı tasarruflarının özel kesim tasarrufları toplamının çok gerisinde olması. Öyle ki hane halkı tasarruflarının toplam iç tasarruf içindeki payı % 50’inin altında. Aslında bu durum gelir dağılımı adaletsizliğinin bir sonucu. TÜİK verilerine göre 2013 yılında Türkiye’de en tepedeki % 20 hane halkı gelirin % 47’sini, kalan % 80 ise ancak % 53’ünün alabiliyor[20]. Bu nedenle de böyle bir sonuç son derece normal. Yani düşük gelirliler tasarruf yapamıyor. Nitekim Türkiye ekonomisi için hazırlanan bazı çalışmalar hane halkı tasarrufları ile onların daimi gelirleri arasında doğrudan ve anlamlı bir ilişki olduğu sonucunu ortaya koyuyor[21].
Kaldı ki on milyon hane halkının yoksulluk yardımlarıyla geçinmesi ve AB ölçütlerine göre yoksulluk oranının % 70’i bulması karşısında iç tasarruf oranının bu denli düşük olması kaçınılmaz. İşçilerin % 65’inin asgari ücretli olması ve asgari ücretin de net 1000 lirayı dahi bulmaması gerçeği karşısında tasarrufu kimlerin nasıl yapacağı sorusu da yanıtsız kalıyor. Bu noktada sayıları kırkı aşmış olan dolar milyarderleri ve 79.000’i bulan dolar milyonerlerinin[22] ya da şirketlerin-kurumların tasarruflarına bakılabilir. Bu da ancak % 13’leri oluşturabilmektedir.
Özel sektör tasarruflarının düşüklüğünün temel nedeni, bu kesimde yer alıp da tasarruf yapabilecek olan zenginlerin servetlerini büyük ölçüde yurt dışında tutmaları. Yasal ya da yasal olmayan biçimlerde yurt dışına çıkartılan ve oradaki vergi cennetlerinde tutulan servetin tutarının 200 milyar doları aştığını resmi ağızlar ifşa etmiş ve bu yönde iki kez “Varlık Barışı” adı altında bu tasarrufları ülkeye getirmeyi hedefleyen yasalar çıkartılmıştı. Ama bu konuda beklenen olmamış, az miktarda bir servet sağlanan vergi teşviki ve diğer güvencelere rağmen ülkeye gelebilmişti.
Tablo 3: Tasarruf Oranları (2003- 2010)
Ayrıca her yıl verileri güncellenen bir rapora göre, 2002–2012 döneminde sahte faturalama, hayali ihracat vb yollarıyla Türkiye’den ülke dışına ve vergi cenneti konumundaki ülkelere çıkan para miktarı 35,6 milyar doları aştı. Özellikle de 2006 tarihinden itibaren çıkan miktar giderek arttı ve sadece 2012 yılında 10 milyar doların üzerine çıktı. Dönemin yıllık ortalama değeri ise 3 milyar 560 milyon dolar. Bu haliyle Türkiye 2012 yılında incelenen 145 ülke içinde bu yollarla dışarıya en fazla para kaçıran 26. ülke konumunda.[23]
Özcesi, Türkiye’deki gelir dağılımı eşitsizliği, yüksek borçluluk ve yoksulluk düzeyi geniş kitlelerin tasarruf yapmasını mümkün kılmıyor, tam tersine büyük çoğunluk kredi kartı harcamaları ile eksi tasarrufta bulunuyor. Tasarruf yapabilecek kesim ise tasarruflarını büyük ölçüde yurt dışında tutuyor.
Keza bir çalışmaya göre[24], nüfusun artmasına ve üniversite mezuniyet ve işgücüne katılım oranlarının artacağı beklentilerine bağlı olarak, hane halkı tasarruf oranı 2010 yılından 2025 yılına kadar en fazla 3,60 puan ve 2050 yılına kadar olan dönemde 7,61 puan artabilecektir. Ayrıca, kentleşme ihtiyati tasarruf güdüsünün azalmasına yol açarak tasarruf oranını düşüren bir etken olabilmektedir. Bu durum, iç göç nedeni ile daha belirsiz olan tarımsal gelirlerin öneminin azalmasından kaynaklanabilir. Bir başka anlatımla azgelişmiş ülkelerde kentleşme oranının artması ile yurtiçi tasarruf oranı arasında ters yönlü ve anlamlı bir ilişki mevcut. Ayrıca, sağlık ve eğitim harcamalarının kentlerde daha yüksek düzeyde olması bireysel tasarrufları olumsuz etkiliyor. Türkiye’de izlenmekte olan inşaata dayalı birikim modeli ise tarımsızlaştırmayı, iç göçü ve kentleşmeyi hızlandırıyor. Dolayısıyla iç tasarruf hacminin artırılmasının önündeki engellerden biri bizatihi izlenmekte olan birikim stratejisidir.
Emekçiler tasarruf yapmaya zorlanıyor
Hem izlenmekte olan birikim stratejisinin kendi açmazlarına, hem de son derece bozuk bir gelir ve servet dağılımı ve buna paralel artan yoksulluk oranına rağmen, siyasal iktidar hazırladığı yasa tasarısı ile emekçileri tasarrufa zorluyor.
Hem BES teşviki hem de % 15’lik konut desteği ile ilgili olarak ayrıca şu soruların da yanıtlanması gerekiyor.
İlk olarak, % 15’lik destekten yararlanabilmek için yapılan tasarrufların en az beş yıllığına bir bankada birikmesi gerekiyor. Giderek artan hayat pahalılığı, buna karşılık yerinde sayan ücret ve maaş gelirleri ve önümüzdeki yılların ciddi ekonomik durgunluk ve işsizlik yılları olacağı göz önüne alındığında, ücretlilerin beş yıl sistemde kalıp kalamayacakları tartışmalıdır. Hayat sigortaları ile ilgili hem dünya hem de Türkiye örnekleri bu koşullar altında sistemde kalışın iki ya da üç yılı geçmediğini ortaya koyuyor. Yani bir kaç yılın sonunda insanlar sistemden çıkmak zorunda kalacaklar, üstelik de o ana kadar ki birikimleri de reel olarak erimiş olacaktır. Kaldı ki bu tür sigorta şirketlerinin belli bir emeklilik geliri taahhüt etmek gibi bir zorunlulukları da söz konusu değil. Toplanan fonların finans piyasalarında değerlendirildikten sonra yüksek yönetici ücretleri ve masraflar düşülerek kalan kısmı sigortalının hesabına nema olarak yatırılmakta ve bu şekilde elde edilen fonlar, emeklilik sırasında maaş bağlanırken, kullanılmaktadır. Bu nedenle de özellikle kriz dönemlerinde, tıpkı ABD’de olduğu gibi, milyonlarca sigortalının primlerinin yatırıldığı finans piyasalarının çökmesi ile yıllarca biriktirmiş oldukları tasarrufları eriyebilir. Bu bağlamda devletin, vatandaşlarının gelecekte iyi bir emeklilik yaşamak umudunu spekülatif finans piyasalarının performansına bağlaması ciddi bir yanlıştır.
Diğer taraftan BES’teki veriler devlet katkısı eliyle sektörde bir tekelleşmenin teşvik edildiğini de ortaya koymaktadır. Emeklilik Gözetim Merkezi’nin Ocak 2015 verilerine göre[25], BES sektöründe 5.136.353 katılımcı var ve bunlardan sağlanan prim tutarı 36 milyar TL. Bunun % 10’u kadar da ( 3 milyar TL) devlet katkıda bulunmuş durumda. Sektörde faaliyet gösteren toplam 19 şirketin, aralarında 2 tanesi yabancı şirket olan, 5’i bu fonların % 76’sını kontrol ediyor. Beklendiği gibi bu sektörde de bir oligopolleşme söz konusudur ve devlet halktan topladığı vergilerle bunu teşvik etmektedir.
İkinci olarak, her iki destek de bütçenin vergi gelirlerinden ya da devlet borçlanması ile karşılanacaktır. Yani iç tasarrufları yükseltmek için finans kapital ve inşaat sektörü desteklenirken, ya halktan daha fazla vergi alınacak ya da iç borçlanmaya gidilerek finans kapitalden borç alınacaktır. Sonra da bu borçlar faizleriyle birlikte aynı kesime ödenecektir. Nihayetinde bu borçlar için halktan daha fazla vergi alınacaktır.
Görüldüğü gibi muhteşem bir proje ile karşı karşıyayız! Ev sahibi olabilme hayalini kuran insanların bu hayalleri, tipik bir neo liberal bakışla manipüle edilerek, finans ve inşaat sektörünün içinde bulunduğu kriz aşılacaktır. Sektör büyütülecek, sektör zenginleri daha da zenginleştirilecektir. Aynı zamanda da siyasal iktidar insanları ev sahibi yapmış olacaktır. Ev sahibi olma hayalini kuran insanların, bu desteklerin nasıl kendilerinden vergi olarak çıkacağının bilincinde olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu.
Durgunluktan çıkmak, konut satışlarını artırmak, banka ve sigortacılık sektörünü geliştirmek için insanların ev sahibi olma hayallerini manipüle etmenin yerine, onları bir insanlık hakkı olarak ücretsiz, borçsuz, güvenceli kamusal sosyal konutlarda yaşatabilmek mümkündür. Ancak bunun için gerçek bir işçi sınıfı iktidarına ihtiyaç var.
[1] http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx.
[2] Evren Ceritoğlu ve Okan Eren, “Türkiye’nin Nüfus ve Sosyal Yapısındaki Değişimlerin Hane halkı Tasarrufları Üzerindeki Etkileri”, TCMB Ekonomi Notları, Sayı: 2013-24 / 10 Ekim 2013.
[3] TÜİK, İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Sabit Fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (Değer, Pay, Büyüme Hızı) (1998 Fiyatlarıyla), http://www.tuik.gov.tr., verilerinden derlenmiştir.
[4]TÜİK, Yapı İstatistikleri ve Değişim Oranları (2003-2014), http://www.tuik.gov.tr, verilerinden derlenmiştir.
[5]www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurtdisindan+Sagladigi+Kredi+Borcu.
[6]www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/parasal+ve+finansal+istatistikler/haftalik+para+ve+banka+istatistikleri
[7] agb.
[8]agb.
[9]BirGün Gazetesi, 22 Kasım 2014.
[10]Ömer Faruk Çolak, “Hanehalkı borçlanması sınıra yaklaşıyor”, [email protected], (14.02.2014).
[11]David Harvey, A Short History of Neo liberalism, 2007, s. 7-16; 159-164.
[12]A War Waged by the Wealthy, Interview by Joseph Choonara, February 2006, http://www.socialistreview.org.uk).
[13]Naomi Klein, The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism, 2008.
[14]TÜİK, İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Sabit Fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, agr.
[15]TÜİK, Yapı İstatistikleri ve Değişim Oranları (2003-2014), agr.
[16] TÜİK, Haber Bülteni 16194 (10 Aralık 2014), http://www.tuik.gov.tr.
[17] International Labour Organisation (ILO), Global Wage Report 2014/15– Wages and income inequality, December 2014, s. [18] TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mayıs 2014, Sayı: 16010, (15 Ağustos 2014), http://www.tuik.gov.tr.
[19] Ceritoğlu ve Eren, agr.
[20] TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2013, 22 Eylül 2014 Tarihli Haber Bülteni, http://www.tuik.gov.tr.
[21] Ceritoğlu ve Eren, agr.
[22] Credit Swiss Research Institute, Global Wealth Report 2013, (October 2014), s. 24, 27, 43.
[23] Global Financial Integrity, 2014, Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2003-2012, s. 31-32.
[24] Ceritoğlu ve Eren, agr.
[25] http://web2.egm.org.tr/webegm2/chart/besgosterge/wg_sirketview_tablolu.asp?raportip=10.