A. Haluk Ünal yazdı: “Konferans ve Kongre Yolunda HDP…” için
Çok kritik bir eşikte, çok yaşamsal sorunlarla yüzyüzeyiz.
Eğer gezi zekalı çözümler üretmezsek, HDP başlığı çerçevesinde elde ettiğimiz tüm kazanımları, büyük ölçüde kaybetmek de mümkün.
Neden?
Filmi biraz geriye saralım.
HDK/HDP ‘ye ve onun vaatlerinin simgeleştiği Demirtaş’a yönelen ilgi ve sunulan teveccühün iki nedeni vardı.
Birincisi; Kürt Özgürlük hareketi’nin “Kürdistani” politikayı terkedip; Bütün Anadolu ve mezopotamyanın ezilen ve dışlanan kesimlerinin ortak mücadele zeminini birlikte kurma teklifi.
İkincisi; bu zeminin üzerinde yükseldiği “yeni paradigma”teklifi.
Bu iki katmanlı teklifin vücut bulacağı organizasyon modeli ise DTK’dan mülhem Halkların Demokratik Kongresi olacak, HDP ise bu zeminde, ortak bir program çerçevesinde (Yeni Yaşam Belgesi)birleşmiş kümelerin, sosyal, siyasal formasyonların (STK, Sendika, Parti vb.) seçim ve parlemento cephesindeki işbirliği aracı olacaktı.
Başarılı örneklerini Kuzey ve Batı Kürdistan’ın yanısıra Dünya’da da gördüğümüz (Güney Afrika vb.) “Kongre Siyaseti” tarzı, dağınıklığımızı aşacağımız yeni bir model olarak denenecekti.
Söz konusu programın ve örgütlenme modelinin tarihen getirdiği sayısız yeniliğin ve açılımın yanısıra altını çizmemiz gereken çok önemli iki yararı söz konusu idi.
İlk olarak bizi, merkeziyetçi, eril, geleneksel siyaset üretim modellerinden kurtaracak, slogancı, maksimalist, şabloncu siyaset (aslında siyasetsizlik) yerine; pozitif, alternatif, somut, yerelin belirleyici olduğu, yani tarihen ilk kez, gerçek anlamda kitlesel demokratik siyaset üretme imkanıyla buluşturacaktı.
İkinci ve en az ilki kadar yaşamsal olarak söz konusu model, Anadolu coğrafyasının sosyolojik, dini, cinsel, etnik, kültürel çeşitliliği ile, farklı ihtiyaç, talep ve siyasallaşma düzeylerini (birleşik ve eşitsiz gelişen kümelerini) birlikte kucaklayabilme yeteneğinde olacaktı.
Örneğin BDP, SYKP, ESP, KESK, KAOSGL ile Giresun HES direnişi, Kuzey Ormanları Savunması, Mezopotamya Sinema Meclisi, Demokratik İslam Kongresi vb. aynı zeminin sinerjisini arkasına alabilecek, ama farklardan ve çelişkilerden en az etkilenerek bir arada durabilecekti.
Böylece merkeziyetçi, totalci, bütünselci siyasetin kırılganlığını, farklı kesimlerin ihtiyaçlarını karşılamanın yolu olarak merkezi güç ve etkinlik zorunluluğunu ortadan kaldıracak; çok daha güçlü bir dayanışma, ortak akıl ve irade zemini sunacaktı.
(Modeller bence çok belirleyicidir. Çünkü insan faliyetinin içeriği, bilincini ve algısını da belirler.)
HDK ve HDP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra HDK “ kayboldu.”
BDP kendisini feshedip, bir kadro partisi olarak DBP’yi kurup, belediyeleri DBP’ye emanet edip, kitlesel olarak HDP’ye katıldı.
Sonraki bütün yolculuk, dışarıdan bakıldığında, sol gelenek bakımından önemli yenilikler barındıran, tüm toplumda “Türkiye Partisi” olmayı vaadeden HDP’nin serüvenine dönüştü.
Bireysel üyeliğin bile olmadığı, gidip bir ilçesinde komitacılık yapmadan parçası olamayacağın bir parti…
Elbette parti onyıllardır soldan beklenen yenilenmeye dair o kadar önemli, güçlü bir program ve vaatler manzumesi, dil ve uslup sunuyordu ki, 7 Haziran’da toplum partiyi %13 e, simgesel temsilcisi Demirtaş’ı da % 29 a taşıyıverdi.
Ne zaman Yeni İktidar Bloku çatışmasızlık ve müzakere sürecini bitirip, Türkiye ve Ortadoğu çapında Kürt Özgürlük Hareketini ve onunla bağlantılı her oluşum ve kişiyi tasfiye etme kararı aldı, 8 Haziran’ın tozpembe ortamı bitti (Batı’daki HDP lilerin kahir ekseriyeti eşekten düşmüşe döndü) ve HDP her geçen gün “silahlı güçler” arasında sıkışıp, neredeyse siyaset üretemez hale geldi.
Bence görünür olmasa da asıl önemli sıkışıklık (devletin bildiğini kuldan saklamamak evladır) “merkezin” HDP’ye oy veren farklı coğrafyalar, kitleler arasında kalışla ilgilidir.
Merkezde ortaya çıkmış olan, KÖH ile devlet arasında steril, tarafsız bir alan arandığını düşündürebilecek söylem, nihayet – sanırım dün- Demirtaş’ın şahsında HDP’nin hendeğin arkasından konuşmaya başlamasıyla aslına rücu etmiş oldu.
Çok kabaca özetlediğim bu durum ne partinin kollektif aklının benden daha zayıf olduğunu sanmamla, ne ahlaklarıyla ne de inançlarıyla ilgili.
Bu tam da karargahta yapılan hataların “cephede” yarattığı fiili sonuçlarla ilgili.
Bir başka ifadeyle HDK’sızlıkla ilgili.
60 larda Fransa ile Cezayir’i düşünün.
Cezayir halkının direnişe geçtiği noktada Fransız halkının bilinç seviyesi, örgütlenme düzeyi aynı değildi. Bu da Fransız sosyalistlerinin taktikleriyle, dil ve usluplarıyla, Cezayir direnişçilerinin taktik ve dillerini farklı kıldı.
Yanlış bilmiyorsam, Abdullah Öcalan’ın HDK teklifinin içeriğinde İki parlemento grubuna varıncaya kadar incelikli düşünülmüş bir model söz konusuydu.
Bu da çok doğal, şu anda İzmir ya da Giresun’da HDP’ye oyvermiş olan çok önemli sayıda insan, hendeklerin arkasından konuşamaz ve konuşmak istemeyebilir.
Cizre veya Silopi halkı da hendeklerin önünden konuşmaz, konuşmak da istemez.
Cizre halkı özyönetim talebini özsavunma taktiği ile müzakere etmeyi sürdürmeyi seçmiş olabilir.
Bu, ben ve benim gibi milyonlarca “Demirtaş hayranı” (%29) için tartışılabilecek bir gerçek değildir. Bir şeyi tartışabilmek için önce anlayabilmek, hissedebilmek gerekir.
Bir kısmımız meşru sayarız, bir kısmımız anlamaya çalışırız, bir kısmımız “sırtımızı dayarız” bir kısmımız, öz savunma hazırlığı yaparız, bir kısmımız kuşku duyarız.
Peki benim gibi yüzbinlerce HDP yandaşı bu meselenin yanısıra, Batı’daki hakikatlerin, sorunların tartışmasını, bu sorunun çözümüne kadar erteleyecek miyiz?
Bu meseleyi Kürt halkının meşru iradesi kabul etmeyenlerle siyaset zeminimiz bitmiş mi olacak?
İşte HDK modeli, bütünü tüm bu krizlerden kurtarabilecek bir birlik biçimi olduğunu için çok değerlidir.
Aksi halde bunca eziyete ne hacet, BDP’yi Batı’ya doğru büyütürsün olur biter.
Bütün toplumun geleneksel parti biçimlerinden başkasını tanımadığı ortamda bir partinin başkanı hendeğin arkasından konuşmaya başlarsa, bütün üyeleri de hendeğin arkasında diye algılanır. Teamüller de bunu dayatır.
Aynı programa destek veren, vermeye aday olan milyonlarca Türk, bu süreci meşru kabul etse de doğru bulmayabilir.
Toplum böyle bir gerçekliktir. Ve zenginliktir.
Çünkü doğru, tanrı gibi tek değildir. (Kaldı ki o bile tek değil. Müslümanın tanrısıyla Hıristiyanınki aynı mı?)
Geleneksel parti modelleri, böyle doğal, toplumsal diyalektiğin sürprizleri karşısında aşırı kırılgan ve sorunlu yapılardır.
“Yeni Paradigma” nın toplumsal gerçekliği, çokluğu algılama biçiminin sağladığı kazanımların sayısız kanıtı KÖH mücadelesinde mevcut.
Özellikle de Rojava’dan başlayan ve bu gün Ortadoğu’da “üçüncü yol” haline gelen demokratik ulus pratiği ortada.
Bütün bunları niye yazıyorum, anlaşılabilmesi için sorayım, sizce HDP “barış döneminin projesi” midir?
Eğer öyleyse işimize bakalım, çünkü barış süreci epeyce uzun bir zaman için Devlet, Nato ve ABD tarafından bitirildi.
Amaçları, KÖH’ü “Türk Yurdu ve rızacı kitlesinden” tecrit ve tasfiye etmek.
BOP’a karşı en önemli alternatifi teslim almak.
Barış zamanının projesi değilse, dün itibariyle BDP’ye dönüşmüş durumda.
Peki, Türk solunun, demokratik kadın hareketinin, LGBTİ hareketinin, sendikaların vb. demokratların tek siyaset önceliği KÖH le TC nin nihai hesaplaşma anına mı endekslenmeli?
Örneğin ağzıyla kuş tutsa, hendeğin arkasından konuşana sağırlaşmış Batılılara bu gidişin hepsini hangi sefalete, açlığa sürükleyeceğini anlatmak mümkün ve gerekli değil mi?
İşte HDK bütün bu esnekliklere, iletişim için gerekli gri alanlara imkan veren bir örgütlenme ve dayanışma modeli iken HDP bunlara elvermez.
Teklifin orjinal halinde HDK bileşenleri olarak barikatın arkasına geçen bileşenlerden birisi ile diğer bileşenler arasındaki ilişki de, temsiliyet de, dayanışma da farklı olabilir.
Türkiye gerçeğinin bunu gerektirdiğini görmüş olmadık mı?
Örneğin farklı HDP sözcüleri birbirini tamamlayan farklı teşhisler yaptılar geçtiğimiz günlerde.
Kimi yaşadığımızın “sivil bir darbe” olduğunu, kimi “AKP’nin Türkiye’nin IŞİD’i olduğunu” söyledi.
Geleneksel parti bütünlüğü içinde bu tespit yapıldığında olması gerekeni biliyoruz.
“İslami Faşist Devletle” mücadelenin gereklerini yapmak farz olur.
HDP merkezinin “kitle çizgisi” mevhumu, Kürdistan’da silahlı özsavunma taktiğiyle uyum içinde olabilecek hangi taktikleri Batı’ya öneriyor?
KÖH yönetimi Batı’daki müttefiklerine, özellikle de benim gibi milyonlarca tekil, HDP’ye oy vermiş ama aslında örgütsüz demokrata ne öneriyor?
Mahallede özsavunma geliştirebilecek komşular aramaya mı başlayalım?
Söylem alanımızı nasıl kuralım?
Şu anda özsavunma geliştiremeyecek, aslında örgütsüz olduğu için susmaktan başka yapabileceği olmayan insanlar, hendekleri savunamıyorsa, ahlaken bir sıfat biçip, vicdanlarıyla başbaşa mı bırakacağız?
Peki, Kobane destanını, IŞİD saldırdığında süratle kuzeye geçen 100 bin Kobaneli mi; sayısı binleri bulmayan, çok başka bir bilinç ve örgütlenme seviyesinde olan Arin Mirkanlar mı yazdı?
Çadır kentlerde yaşayanlara ahlaki sıfatlar biçilmediğini iyi biliyorum.
Biz Türklerin Kürt halkıyla empati kurması elzem olduğu kadar, Kürt halkının öncülerinin de Batı’nın vicdanlı ama çaresiz, (HDP’ye oy verenleri bile) örgütsüz, işinden atıldığında Kürdistan’dakinin yüzde biri dayanışmayı bulamayacak insanları ile empati kurması, aynı ölçüde elzem.
Sonuç olarak önümüzde bir konferans/kongre süreci var.
Eğer Öcalan’ın “yeni paradigmasına” uygun, teklif ettiği modelin inşa edilemeyişiyle başlayan sorunları aşmak istiyorsak, revizyonun ve reorganizasyonun tam zamanı.
Fırsat kaçmış değil.
Aksi halde teklif edilen ve tarihi bir fırsat olan projenin tükenişine tanık olacağımız bir sürecin başında duruyoruz.