Hamza TIĞLAY yazdı: Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın Hegel yazılarını çevirmek ve basılabilir hale getirmek için harcadığımız yıllardan sonra, uzun süre bir anlamda “iç içe” olduğumuz bu eser hakkında görüş ve değerlendirme yapmak bir görev haline gelmiş bulunuyor. Kıvılcımlı’nın bu eserini bu sefer “çevirmen” şapkasıyla değil, bir “yorumcu” yaklaşımıyla ele alacağız.
Bu yazımızda, Hegel’i bizler için çok daha somut ve anlaşılır kılan Kıvılcımlı’nın eserinde şu olguları ön plana çıkarmaya çalışacağız:
- Hegel’in düşüncesini bu denli değerli kılan unsurların tespiti ve analizi,
- Marksist düşüncedeki kimi köşe taşlarının Hegel’deki kökleri, ve Marksist teorinin çağdaş sorunları açısından bunları yeniden düşünmek
- Hegel’in düşüncesindeki tutucu yön ve bunun kökenleri
- Son olarak Hegel’i analiz eden Kıvılcımlı’nın günümüz açısından da önem taşıyan özgül tespitleri
Yorumumuza başlamadan önce, Kıvılcımlı’nın eserinde önemli olan, ancak çoğu zaman onun iyi anlaşılmamasına, ya da ona mesafeli durulmasına yol açan bir olguyu ortaya koyup aşmak durumundayız: O da Kıvılcımlı’nın kullandığı kendine özgü “özel” kelime dağarcığıdır. Yazar birçok eserinde olduğu gibi bu eserinde de esas olarak kendine has bir dizi kelime (tarihcil, bilimcil, dayanı, fikircil….) kullanmıştır ve bunlar için kendince argümanları mevcuttur: -sel, -sal ekinin Fransızca’dan alınmış olması, -cil ekinin Türkçeye daha uygun olması gibi. Farklı ve özgül düşüncelere zaten çok sıcak bakmayan sol hareketimizde, Kıvılcımlı’nın bu üslubu ondan uzak durmak, kimileri açısından da onu ötekileştirmek açısından etkili olan bir gerekçe, bir argüman haline gelmiştir. Ben bu kelimeler yerine genel geçer olan “tarihsel”, “toplumsal”, (askercil ya da askersel yerine) “askeri” gibi deyimlerin kullanılmasını daha doğru buluyorum ve oldukça derinleşebilecek bu dil tartışmasını konumuzun dışında tutmak açısından sadece tavrımı belirtmekle yetiniyorum. Ancak net olan şudur ki, bu terminoloji yüzünden Kıvılcımlı’nın son derece değerli teorik çalışmalarına dudak bükülmesi, biçimsel olgular dolayısıyla içeriğe uzak durulması bizleri bir zenginliğe ulaşmaktan alıkoymuştur. Bu negatif tavra geçit vermeden, kullanılan kelimelerin “uygun”luğuna aldırmadan onu eserinin içeriğine ulaşmak ve yorumlamak, tutulması gereken tek doğru yoldur.
Felsefenin tanımı
Kıvılcımlı bu çalışmasında Hegel’in felsefeye yaklaşımını irdelerken, onunla da uyum içinde, felsefeyi bir “bilim” olarak tanımlar. Her bilimin özgül bir konusu, nesnesi vardır; felsefenin de nesnesi “düşünce”dir. Felsefenin bir bilim olarak tanımlanması, sadece genel olarak felsefeciler camiasında değil, özel olarak Marksist felsefeciler arasında da eski bir tartışma konusudur. Geçmişte belli bir ağırlığı olan Sovyet literatüründe, (ve bugün Sovyet sonrası dönemin Rusya’sında belli bir şöhrete sahip olan Theodor Oizerman gibi felsefeciler açısından “felsefe bir bilim olabilir ve olmalıdır” (“Felsefe Tarihinin Sorunları”, s.74). Buna karşılık teoriye önemli katkıları olan bir diğer Marksist felsefeci, Louis Althusser, felsefenin bilimden ayrılması konusunda hassas ve ısrarcıdır. Ona göre felsefenin objektif bilimselliğe indirgenemeyecek partizan bir yönü vardır ve “felsefe ilke olarak bir bilim değildir” demektedir (bkz. “Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş” s.149). Günümüzde kendini “komünist” olarak nitelendiren Marksist kökenli filozof Alain Badiou daha da ileri giderek günümüzde felsefenin bilimin dışında kendi özgün gündemi olması gerektiğini ve geçmiş metafizik mirasın zenginliğini yeni kategorileşmeler (siyaset, bilim, sanat ve aşk gibi) üzerinden yeniden üretmesi gerektiğini savunmaktadır (“Seconde Manifeste de la Philosophie”, s.23). Felsefenin bir bilim olarak tanımlanmasının özellikle pozitivizme kapı açacağı kaygısı, bu eleştirilerin temel çıkış noktasıdır.
Biz burada bu tartışmada derinleşmek ve onu sonuçlandırmak yerine, Kıvılcımlı’nın Hegel üzerinden felsefeyi bir bilim olarak tanımlamasının mantığını ve bu yaklaşımdaki pozitif yöne dikkat çekmek istiyoruz. Felsefeyi bir bilim olarak tanımlamaktaki amaç, felsefi çalışmanın bir bilimsel çalışmanın titizliğine ve tutarlılığına sahip olması gerektiğine yapılan vurgudur. Başka bir deyişle felsefi çalışma hayattan kopuk ve havada “fikirler” etrafında (Kıvılcımlı’nın “uydurukçuluk” diye tanımladığı şekilde) değil, olgularla uyumlu, sağlam rasyonelliği ve mantıksal tutarlılığı ve bütünlüğü olan bir şekilde gerçekleşmelidir. Felsefeye “bilim” demenin ardındaki ısrar ve vurgu budur ve bu vurgu, özellikle Hegel’in ortaya çıktığı dönemin soyut, metafizik felsefesi göz önüne alındığında ciddi bir ileri adım teşkil etmektedir.
Bu yaklaşım, Hegel’in kişisel profiliyle birlikte ele alındığında onun eserindeki pozitif yönü daha da ortaya çıkaran bir nitelik kazanmaktadır. Hegel, felsefeyi besleyen 2 alan olan bilim dünyası ve sınıf mücadeleleri açısından ciddi ve ileri bir birikime sahiptir. Bir taraftan (tıpkı Marx ve Engels gibi) çağının bilimsel birikimine aşinadır. Kendi köşesinde “fikir” üreten münzevi bir filozof değil, gezegenlere ilişkin araştırma yapıp teori geliştirmeye çalışacak kadar bilgi sahibidir; öte yandan da (özellikle gençliğinde) Fransız Devriminden köklü biçimde etkilenmiş, arkadaşlarıyla birlikte “hürriyet ağacı” diken, devrimin sembolü saydığı Napolyon’a büyük hayranlık besleyen radikal bir gencin düşünsel sürecini yaşamıştır. Hegel’in çifte zenginlik içeren bu birikimi üzerinden yarattığı düşüncenin, Marx ve Engels tarafında devralınarak daha devrimci bilimsel keşifler (Darwin teorisi, hücrenin keşfi..vs) ve daha köklü sınıfsal sarsıntılar (1848 ve işçi hareketleri) çağında yeni bir teoriye, Marksizm’e yol açması bir tesadüf değildir.
“Elleri üzerinde yürüme”nin kökleri:
Hegel’in “farklı” idealizmi
Hegel’in idealist olduğu bilinir, ve onun eserini oluşturan (başta Tin (Geist) olmak üzere) “birbirinden zengin kavramlar ve fikirler senfonisi” bu algıyı pekiştirir. Ancak bu eserin içine nüfuz edilmedikçe bu idealizmin nasıl bir idealizm olduğu anlaşılamaz. Kıvılcımlı’nın bu çalışmasının en çarpıcı ve öğretici yönlerinden biri de tam buradadır: Kıvılcımlı Hegel’in eserinin içine girme ve nüfuz etme cesaretini ve becerisini göstererek bu “idealizm”in klasik idealizmden ne kadar farklı ve özgül olduğunu, belli kabulleriyle geleneksel idealizmden ne denli uzaklaştığını, ve temel yaklaşımlarıyla ne kadar çok noktada yeni bir materyalizme, hayatın olgularını temel alan bilimsel ve devrimci bir dünya görüşüne açık kapı bıraktığını bize göstermektedir. Onun en büyük felsefi katkısı olan diyalektiğe daha varmadan, onun “Fikir-Kavram-Gerçek” arasında kurduğu ilişki, en baştan onun idealizmini geleneksel (Berkeley ya da Fichte misali) “kurşun geçirmez” idealizmlere nazaran daha “iğreti” (mal placé), kolayca “tepetaklak olabilecek” farklı bir idealizme dönüştürmektedir. Bu noktaların ne olduğunu, Kıvılcımlı çalışmasında değişik fırsatlarla vurgulamaktadır.
Kıvılcımlı’nın bu yöndeki tespitlerine girmeden önce biz 2 noktayı vurgulayalım. Birincisi, yukarda bahsettiğimiz Hegel’in “felsefeyi bilim ciddiyetiyle ele alma” titizliğidir. Felsefi fikirleri gerçeklikle sürekli ilişki içinde tutmak ve bu fikirlerin iç tutarlılığını sürekli gözetmek, tanım itibariyle filozofu spekülatif, salt kurgusal bir idealizmden uzak tutmaktadır. İkincisi ise Hegel’in düşüncesinin köşe taşlarından biri olan şu tespitidir: “Rasyonel olan her şey reeldir”. Bu tespit, hareket noktası olarak aklı almakla beraber, Hegel araştırmacısı Jean François Kervégan’ın da belirttiği gibi, bu cümledeki “..dir” fiili çift yönlüdür. Yani “Reel olan her şey rasyoneldir”i de kapsamaktadır. (“Hegel ve Hegelçilik”, s.24) Yani kategori olarak idealist olarak nitelendirilecek olmakla birlikte, realite ile bütünleşmiş bir rasyonaliteyi başa koyan her felsefe, materyalizme açık kapı bırakmaktadır. Nasıl ki aklı ve düşünceyi (meşhur “Cogito”suyla) başa koyduğu için idealist olarak nitelendirilen Descartes, her düşünceyi sorgulayan keskin rasyonalizmiyle ve bilimselliğiyle (özellikle doğaya ilişkin konularda) materyalist sonuçlara varmış ve Fransız materyalizmine kapı açmışsa, Hegel de bu realiteyle bütünleşmiş rasyonalizmi ile (ve daha sonra gelecek diyalektiğiyle) yeni, daha gelişkin bir materyalizmin kapılarını açmıştır.
Kıvılcımlı, Hegel,’in Fikir, Kavram ve Gerçeklik arasında Hegel’in kurduğu ilişkiyi şöyle tanımlıyor:
Hegel’in felsefe anlayışı bütün idealist kılığına rağmen olağanüstü ciddi, bilimcil ve yerindedir. Şöyle yazar:
“Felsefe, fikirlerle uğraşır. Yoksa dar anlamda kavramlarla uğraşmaz; tersine felsefe, yalnız hakiki kavramın (yoksa pek çok defa öyle anılan ve anlayışın soyutça belirlenişinden başka bir şey olmayan kavramın değil, hakiki kavramın) gerçekliğe sahip olduğunu, ve sırf gerçekliği kendisine verdiği için gerçekliğe sahip olduğunu ispatlar.” (Hegel, HFT Giriş, 1/47)
Kıvılcımlı Hegel’in bu yaklaşımı karşısında şöyle nida etmekten kendini alamaz: “Böyle idealistin eli öpülmez mi?”. Devam eder:
Önüne gelen “kavram” kavram değildir. Daha doğrusu Hegel iki türlü kavram ayırt eder:
- Dar anlamda kavram: soyut anlayıştır. Kavram adıyla anılsa bile sahte kavram olabilir.
- Geniş anlamda kavram: somut gerçekliktir. Gerçekliği kendi kendisine veren, hakiki kavram olabilir.
Hegel felsefenin konusunu Fikir’de buldu. Bütün gerçek varlığın kaynağını da Fikir’de bulur. Ama Fikir’i daha ele alırken onun sahte bir “dar kavram” olmamasını, “hakiki kavram” olmasını şart koşar.
“Hakiki kavram” nedir? Her şeyden önce soyut olmayan, yani “gerçeklikten” kopuk olmayan kavramdır.
“Hakiki kavram” : “Gerçekliği veren, gerçekliğe sahip olan” kavramdır.
Gerçeklikle sıkı bağ kurma ısrarının materyalizme nasıl kapı açtığını şöyle vurgular Kıvılcımlı:
Buraya dek anlatılanlara yakından bakalım. Görünüşte Hegel, her şeyi “akıl”dan, “fikir”den, “ruh”tan fışkırtır. Ancak görünen Hegel’de fikir: (Kavram + gerçekleşme) dir. Kavramı ciddiye alabilmek için, mutlaka gerçekleşmiş durumda bulmak ister. Böylece Hegel gerçeklikten kıl kadar ayrılmadığı için, ruhla maddeyi bir tek varlık durumuna sokmuş olur. Çünkü Hegel’in gerçekleşme dediği şey, bilimin anladığı gerçekleşmedir. Hegel’in gerçeği, bütün olarak maddeci gerçekten ayırt edilemez.
Hegel’in mantığını kendi içinde izleyen Kıvılcımlı, orada idealizmin inkarına varan çelişkiyi şöyle yakalar:
(Hegel’e göre) “Felsefenin nesnesi, kavramdan yola çıkarak İde’yi, Fikir’i geliştirmektir. Çünkü, Fikir, nesnenin sebebidir. Yahut maddeye has olan asli (immanent) gelişimi gözetlemektir; ki bu da aynı şey demektir.” (Hegel, keza)
Hegel burada biraz daha kendisini ciddiye alsa, artık kendi kendisini inkâr etmiş olur. Hegel’in kendisi: “Fikir nesnenin sebebidir” diyor. Ama Madde ile fikir arasında bir fark mı bırakıyor ki? Hegel’e göre madde de gelişir, Fikir de gelişir. Her ikisinde de değişmez olan şey gelişmektir. Gelişme dışında ne kavram kalır, ne madde. Yani maddenin de, kavramın da özü gelişmedir.
Devam eder:
Mademki: “Fikri geliştirmek = Maddenin gelişimini gözetlemektir.”, fikir ister istemez maddenin ardından yürüyecek, yani maddeyi izleyecek, maddeye tabi olacaktır. Çünkü maddeyi izlemediği ve dolayısıyla maddeye tabi olmadığı, maddenin gelişimini gözetleyip kavramlaştırmadığı anda, fikir sahici bir fikir olmakta yaya kalır. Bu yüzden fikir maddenin sebebi olmaktan çıkar. Tam tersine: “madde fikrin sebebi” olur.
“Maddenin gelişimini gözetleme” ve pratiğe yaptığı vurgunun, Hegel’de yol açtığı diğer çelişkiyi şöyle yakalar Kıvılcımlı:
İşte akıl veya ruh hem bu hakikati, hem de Ben’i muhakkak saymıştır.
Böylece bir muhakkaklığa (tayin – Certitude) e varmak teori ile pratiği birleştirmekle olur. Teori “içerilleşme: (interiorisation)” dir; pratik “dışa yaklaşma (exteriorisation)dur. Öyleyse Ben’i, ruhu sübjektiflikten, (kimesnecilliğin mahpusluğundan) kurtaracak olan şey pratiktir. Ama bunu daha söyler söylemez nereye gelmiş oluyoruz? Marks’la Engels’in: Hakiki pratik, olayların mihenk taşına vurmak metoduna. Böylece Hegel’in kendi mantığı, kendi kendisini inkâra götürür. Gerçeklik öylesine ihtilalcidir ki, Hegel ondan kopmamaya çalıştıkça, ikide bir, bütün alanlarda ister istemez kendi kendini inkâr etme kapıları açacaktır.. Ve bütün o kapılardan yola çıkan Marks’ı, Engels’i, tarihcil maddeciliği bulacaklardır.
Kaba materyalizmin maddenin önceliğini vurgulama adına fikri ve aklı kabaca maddeye indirgeme yanlışına karşı, Marx ve Engels’de (onları Feuerbach’dan uzaklaştıran) temel yaklaşımı, madde-fikir ve (praxis kavramı temelinde) “özne-nesne” bütünlüğünün köklerini Hegel’de şöyle teşhis eder Kıvılcımlı:
Hegel’i kaba materyalizmle kapıştıran her şey, hep insancıl olayların, sosyal ilişkilerinde değerlendirilmesinde toplanır. Hegel, sosyal olayları tümüyle tarih gerçekliği içinde ele alırken, kendisi de farkına varmaksızın, Evrensel’i, Ruh’u, iradeyi, hürriyeti hep birden tarihcil bir prose durumuna sokar. Böylece, haberi olmadan, bir çeşit tarihcil maddecilik müjdecisi olur. “Hukuk Felsefesinin Temel Çizileri” eserinin “Giriş”inde “biçimcil evrensellik”i eleştirirken sırf “formel:biçimcil” kalmanın yersizliğini şöyle belirtir:
“Ama bu biçimcil evrensellik hakikati kendisi için belirlendirilmemiş bulunur. Ve kendine has belirlendirilişini (spesifik determinasyonunu) ancak maddenin içinde bulur: Kendi kendini belirlendiren evrensel, irade, hürriyet olur. (H. A.y. , s.71)
Biraz laf ebeliğine dönen felsefe terminolojisinin kalabalığı içinde Hegel: Her şey: “evrensel hakikat”; anlamında Fikir’e çeviriyorum satadursun evrenselin “biçimcil: formel” kalmayıp “ancak maddenin içinde” belirlendiğini açıklar açıklamaz, iradeyi de hürriyeti de maddenin çekimine ve hareketine bağlar. Maddesiz kavram, kavramsız madde kalmaz. Kaba deyimle bu: “Ha Arap hacı, ha hacı Arap” demeye benzer. Maddesiz olamayan idealizm, bir anda topu atar. Marksist felsefenin de söylediği bundan başka bir şey olmayacaktır.
Yeni, devrimci bir materyalizme açtığı bütün bu kapılar, ilerde Marx ve Engels tarafından değerlendirilecek olmakla birlikte, bu yaklaşım Hegel’i bizzat kendi çağında bile devrimci sonuçlara varmaktan alıkoymaz. Bun en somut örneği Hristiyanlığa ilişkin analizleridir. Hegel “Tanrı” kavramını mümin bir Hristiyan’ın katı inancı ve naifliğiyle değil, kendi ilgi alanındaki nesneyi inceleyen bir bilim adamı (örneğin ağacı inceleyen bir botanikçinin) ciddiyeti ve soğukkanlılığı ile ele alır:
(Hegel’e göre)“Tanrı ancak kendi kendisini tanıdığı ölçüde Tanrıdır. Oysa tanrının kendi kendisini tanıması, ayrıca insanda kendi bilincine varması demektir. Ve insanın tanrı üzerine edindiği bilgi, tanrıda kendi kendisi üzerine edindiği bilgi içinde devam eder.” (H. 564, B.781)
Gerçek diyalektiğin yaman, hatta korkunç yanı bu: Her şey Fikir-Ruh-Tanrıdır, derken: bütün bu şeylerin insan dışında var olamayacağı sonucunu çıkarır. Tanrı insandır = insan tanrıdır dengesi ortaya çıkmıştır.
Buradan maddeciliğe ansızın atlamaya ne kaldı? Hemen hemen hiçbir şey. Daha doğrusu diyalektiği gerçekten kavramak yeter ! O zaman en materyalist tarihcil düşüncenin determinizmi karşımıza çıkıverir.
Kıvılcımlı’nın bütün bu analizleri, “elleri üzerinde yürüme”nin mantığını net biçimde açıklamaktadır: Hegel’in kendi dehası ile geliştirdiği bu muazzam düşünce sistemi içindeki çelişkiler ve devrimci-materyalist bir dünya görüşüne açtığı kapılar, Marx ve Engels tarafından cesaret ve basiretle sonuna kadar götürülmüş, Hegel’e ve düşüncesine ket vuran (ve aşağıda ele alınacak olan) sınıfsal, siyasal ve felsefi zincirler cesurca kırılarak yepyeni bir dünya görüşünün temellerine ulaşılmıştır. Bu noktada Kıvılcımlı, Marx ve Engels’in Hegel’in eserine olan bağlılıklarının sebebini ortaya koyarak, onlarla birlikte bu büyük Alman filozofuna bir saygı duruşunda bulunur:
Hegel’in en güzel yanı, yani saf çocuk yanı: Böyle kendi kendisini çürütmesidir. Ve daha güzel yanı ise: kendi kendini çürütmekten hiçbir zaman geri almaması, sonuna dek götürebilmekten yılmamasıdır. O zaman düşünce namusu olan bir insanla karşı karşıya gelmiş olmanın rahatlığıyla, Hegel’i hem ayağı ile izlememek, hem saygı değer bulmamak elden gelemez. Marks ve Engels’in, bütün ömürlerince Hegel’e toz kondurmamakta ne denli haklı oldukları burada gizlidir.
Diyalektiğin tarihsel kökleri ve Hegel
Kıvılcımlı bu çalışmasında Hegel’in tarihsel olarak alamet-i farika”sı olan diyalektiğin izlerini geçmiş çağlara kadar sürer. Aristo başta olmak üzere geleneksel felsefede olumsuz bir düşünsel olgu, bir “yanlış” ve “tutarsızlık” olarak algılanan çelişkinin nasıl bir “gerçeği ortaya çıkarma ve algılama aracı”na dönüştüğünü tarih içinde takip eder. Bu çerçevede Heraklit, Giordano Bruno, Descartes, Spinoza’da hem “çelişki”nin pozitif bir düşünsel kategori olarak algılandığını tarif ederek, hem de Hegel üçlüsünün (tez-antitez-sentez) köklerini bularak diyalektiğin tarihsel serüvenini aktarır. Bu süreçte, Hegel’e zaman olarak en yakın olan Kant’ın tanımı, muhtemelen en güçlü olandır:
Kant: Hemen hemen Hegel’in başlıca terimlerini hazırladı. Yaptığı kritikte “zıtların koinsidans’ı (bir arada bulunması, bir araya gelmesi) hakikatin anası olur” kanısına vardı, Hegel bu kanıyı işledi.
Hegel çelişkiyi ve zıtların çatışması üzerinden değişimi ve gelişimi kurgulamaya başlar. Değişimin “uğrak”ları olan 3 momenti, tez-antitez ve sentezi kavram olarak inşa eder. Daha sonra bunları temel alarak bir dizi (elbette gerçeklikle bağı olan) soyut kavram geliştirir: Nitelik-nicelik, kendinde, kendisi için ve kendinde-kendisi için, ..vs, ve Kıvılcımlı’nın da bizlere aktardığı “tablo”larda somutlaşan ayrıntılı bir düşünce sistemi kurar.
İlk bakışta bu “tablo”larda somutlaşan muazzam gelişkinlikte ve ayrıntıdaki düşünce sistemi, geleneksel idealist felsefenin bir üretimi, sıkça rastlanan idealist filozof şablonlarına benzemektedir. Ancak Hegel, Kıvılcımlı’nı deyimiyle bir “uydurukçu” değildir ve onun “Kavram ancak gerçeklikten geçerek Fikir haline gelir” düsturunu hatırladığımızda fark ederiz ki bu fikirlerin hepsinin gerçeklikte bir karşılığı vardır. Dolayısıyla bu gelişkin düşünce sistemindeki her kategoriye, Hegel gibi içeriden, “mükemmel bir fikir sistemi” üzerinden değil, dışardan, yani maddi ve objektif gerçekliğin dünyasından bakıldığında, bu diyalektik kategorilerin her birinin maddi dünyada da anlam taşıdığı, bir karşılığı olduğu, buradaki süreçleri kavramada son derece etkili birer araç olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunu fark etmenin ve bu tespiti sonuna kadar götürmenin onuru Marx ve Engels’e aittir. “Elleri üzerinde yürüyen diyalektiği ayakları üzerine oturtma” aslında Hegel tarafından devasa bir düşünsel üretimle geliştirilen, doğayı ve toplumu kavrama ve dönüştürmede muhteşem araçlar sunan diyalektiğin, bir idealist düşünce sistemi içinde hapsolması mantıksızlığına son vermek, onu son kalan “idealist” zincirlerinden kurtarıp taşıdığı büyük dönüştürücü enerjiyi açığa çıkarmaktır.
Diyalektiğin Hegel’ci diyalektikten Marksist diyalektiğe dönüşmesi de, kendi içinde “diyalektik”, yani zıtlıkları ve nitelik değişimini içeren bir süreçtir. Başka bir deyişle, kabaca Hegel’in sisteminde “Tin” kelimesinin yerine “Madde”yi koymak bize Marksist diyalektiği vermez. Marksist, maddeci diyalektiğin oluşması ve gelişmesi de, doğal olarak sosyalist mücadelenin teoride ve pratikteki evrimi ve güçlenmesiyle paralel olarak gelişecektir. Kimi Marksist düşünürler Hegel’deki kimi kategorilerin (örneğin “olumsuzlamanın olumsuzlaması”nın) materyalist değil idealist bir öz taşıdığını ve maddeci diyalektiğe ait olmadığını savunmaktadır. Bizi konumuzdan uzaklaştıracak bu tartışmaları zikretmekle yetinelim. Ancak bir mantık ve metot olarak maddeci diyalektik, daha sonra da yeni araç ve yaklaşımlarla zenginleşmiş, örneğin 20.yüzyılda “eşitsiz gelişme” kategorisi, birbirini etkileyen , hatta belirleyen farklı maddi süreçlerin değişim temposundaki farklılıkların yol açtığı kriz ve deformasyonlara dikkat çeken yönüyle diyalektik metoda ciddi bir katkı sağlamıştır. Ömrünü sonuna doğru yazdığı kitapta Marksist filozof Althusser, doğayı ve toplumu dönüştürme mücadelesi, yani bilimler ve sınıf mücadelesi sürdükçe diyalektiğin yeni araç ve yaklaşımlarla, yeni “kurallarla” sonsuza dek zenginleşeceğini belirtmiştir.
Marksist sosyal düşüncenin
Hegel sistemindeki tomurcukları
Kıvılcımlı, bu çalışmasında bizim de şu gerçeği net görmemizi sağlamaktadır: Marx ve Engels, Hegel’den sadece diyalektiği alıp, onu sosyal gelişmeye uygulamakla kalmadılar; bizzat Hegel’in tarih ve toplum hakkındaki tespitlerinden de direkt olarak etkilendiler ve eserlerine yansıttılar. Bunları inceleyelim:
Tarihte altyapı-üstyapı ve sosyal determinizm:
Marx ve Engels’in sosyal düşüncesinde temel önem taşıyan altyapı-üstyapı kavramı, toplumsal gelişmeyi belirleyen ana ve temel unsurları, ve bunların belirlediği, yer yer bunların yansıması olan 2 seviyeyi, 2 farklı “toplumsal olgular kümesi”ni ayırt eder, ve tarihsel olayları açıklamada bu ayrım ve kategorizasyon onların düşüncesinde belirleyici bir öneme sahiptir. İlginç olan şudur ki, Hegel’de de bu tarzda bir “belirleyici toplumsal olgular” ve “belirlenen toplumsal olgular” ayrımı vardır:
Toplum içinde bulunan insanların sosyal ilişkileriyle bu sosyal ilişkilerin bir alt (temel), bir üst (üstyapı) diye iki tipe ayrıldıklarını Hegel görüyor: 1- Alt, temel sosyal ilişkiler: (Hukuk + Görenekler + Ahlak)dır; 2-Üstyapı sosyal ilişkiler: (Güzel sanat + Din + felsefe)dir.
Gördüğümüz gibi, Hegel’de de ilkel ve basit bir “altyapı-üstyapı” anlayışı vardır; ancak burada tüm kategoriler (hem alttakiler, hem üsttekiler) düşünceye ve fikre aittir, ve yaklaşım bütünüyle idealisttir. Şöyle diyor Kıvılcımlı:
Hegel en üst, en alt sosyal ilişkileri ve onlarla kişi bilincinin ve psikolojisinin diyalektik ilişkisini pek güzel seziyor. Ama bütün o ilişkilerin topu birden toplumun üst yapısında olan bitenlerdir. Oysa toplumun bir de üzerine yaslandığı büyük, derin, geniş, ekonomi temeli vardır. Her kişinin ve bütünüyle toplumun alın yazısını çizen, herkesi her an can evinden vuran ve belirlendiren ekonomi ilişkileri bilinmedikçe: Hiçbir üst yapı ilişkisi ve olayı yeterince anlaşılamaz.
Bu “fikir tomurcuğu”nun niçin gelişemeyip idealist bir çerçevede hapsolduğunu da Kıvılcımlı tarihsel çerçeve (contexte) içerisinde şöyle açıklamaktadır:
Hegel, değil ekonomi temelini, onun doğrudan doğruya belirlendirdiği üst yapı ilişkilerinin en güçlüsünü, yani sosyal sınıf ilişkilerini bile göz önünde tutamamaktadır. Derebeyi artığı geri Almanya’da Hegel zamanı sosyal sınıf ilişkileri netleşmek, keskinleşmek şöyle dursun, henüz milletleşme prosesi bile gelişmemiştir. Ortada hayvan içgüdüsüyle zor kullanmaktan başka hiçbir şeye inanmayan bir sürü Alman derebeyi, Almanya’yı arttıranın üstünde bırakılmaya hazır bir dağınık topraklar mozaiğine çevirmişlerdir. Hegel, bütün o acıklı durumu yorumlayacak ne ekonomik, ne sosyal sınıfcıl bir anahtarı elinde tutamamaktadır. Her şeyi kafasıyla çözecektir. Onun için, kafa işleyişinden, düşünce kurallarından, diyalektik mantıktan başka hak edebileceği izah yoktur.
İşçi sınıfının çıkışıyla birlikte tüm Avrupa’yı saran ve Almanya’nın köhne yapısını da sarsmaktan geri kalmayan sınıf mücadeleleri çağında, Marx ve Engels bu tümüyle idealist “altyapı-üstyapı” ilişkisini maddi ve bilimsel bir çerçevede yeniden formüle etmek için gerekli tüm malzemeyi ve netliği bulacaklardır.
Buna karşılık, Hegel’in tarihsel ve toplumsal düşünceleri gerçeklikle bütünleştirme, açıklama, sebep sonuç ilişkisini bulma ısrarı, onda Marx ve Engels’e devredeceği değerli bir fikir mirası olan “sosyal determinizm” yaklaşımını geliştirdi:
(Hegel) Bütün sübjektif düşünceleri, ancak toplum tarihinin gerçekleri ile karşılaştırıp ayarlar; toplumdaki her kuralı ve her kurumu düşünce açısından tarihte sigaya çeker. Bu Hegel’in artı yanı olur.
Hegel keyfî gibi gelen ve artan sübjektif düşünceyi tarihcil ve sosyal gerçekliğin objektifliği altına sokar. Düşünce gelişi güzel olmaktan çıkar. Yalnız kuru mantığın mekanizmasına uyacak yerde gerçekliğin disiplini altına girer. Bu düşünce gelişiminde, tersine de konulmuş bulunsa; ileriye doğru atılmış büyük bir adım olur.
Düşünce alanında sosyal determinizm bulunduğunu Marksizm çürütülemez, geri alınamaz ve kaçınılamaz keskinlikte ispatladı. Ancak sosyal determinizmi hazırlamakta Hegel’in çabaları az olmadı.
Hegel’in Ruh fenomenolojisinde Mutlak Ruh dediği şey, hukuk diyalektiğinde: Objektif Ruh dediği şey, yakından bakılacak olursa marksizmin sosyal determinizminden başka bir şey değildir. Yalnız Hegel’in sosyal determinizmi tersine (kafası üstünde: Ruh temeline dayatılarak) durdurulmuştur. O bakımdan Hegel’ciliğe “tersine tarihcil maddecilik” adı da verilebilir, yahut “tersine sosyal determinizm” dahi denilebilir.
Bu noktada, Hegel’in Marx’a devrettiği değerleri tespit etme açısından bu çalışmada yer almayan bir olguyu zikrederek Kıvılcımlı’nın bu değerli çalışmasına, mütevazi bir katkı yapmaya çalışalım:
“Aklın hilesi”
Hegel, tekniği “doğaya karşı aklın hilesi” olarak tanımlar. Bu ilginç tanımın mantığı şudur: İnsan teknik bir araç kurarken, örneğin bir dere üzerinde su değirmeni inşa ederken, bir tür “doğaya hile yapmaktadır”. Su kendi halinde akarken, biz değirmen sayesinde (yani “aklın hilesiyle”) suyu kendi amaçlarımız için kullanıyoruz ve suyun doğal olarak bundan haberi yoktur. Su kendi halinde akarken aslında bize, bizim amaçlarımıza hizmet etmektedir.
Ancak doğaya hile yapan insan başka bir açıdan da tarihin “intikamı” ile karşı karşıyadır. Tarihin aklı da, insana “hile yapmaktadır”. İnsanlar tarihte bir dizi düşünsel gerekçeyle sayısız eyleme girişirler: “Kilisenin zaferi için, İslam’ın egemenliği için, hain kıralı devirmek için, A toplumuna karşı B toplumunun gücünü göstermek için, Cumhuriyet için, dindeki sapkınları ezmek için, anarşiye son vermek için…vs” Hegel’e göre bütün bunlar da tarihteki Aklın insana kurduğu hilelerdir. “İnsan eylemlerinin tarihsel içeriği, ne denli büyük olursa olsun, bunlara girişenlerin öznel motivasyonlarına indirgenemez” (J.F.Kervégan, “Hegel ve Hegelcilik”, s.29) Aslında bu eylemleri yapan insanlar, bambaşka, (tıpkı akan su gibi) bilmedikleri, zerre kadar haberi olmadıkları temel bir güce ve onu hedeflerine hizmet etmektedir. Bu güç, Hegel’ göre tarihin Aklı, ya da Tin’dir.
“Tin” kavramının getirdiği idealist çerçeveyi bir tarafa bırakırsak, bu yaklaşımın çağına göre taşıdığı muazzam devrimci bakışı ve düşünsel sıçramayı net görürüz: İnsanları toplumda harekete geçiren belirleyici öğeler, onların kendi eylemleri hakkında söyledikleri gerekçelerden ve motiflerden tümüyle farklıdır ve bu eylemlerin temelleri başka bir yerde aranmalıdır. Marx ve Engels’in toplumu ve tarihi yorumlarında en temel öğe budur ve bu yaklaşımı geliştirmenin onuru, vardığı idealist sonuca rağmen Hegel’e aittir. Hegel tarihteki ”Akıl”ı, tüm tarihi teleolojik bir son (bir “telos” ) olan ve Prusya devletinde somutlaşan “Modern Devlet”e yönelten bir unsur olarak yorumlar. Ancak “tarihin hilesi”ni keşfetme, yani insanları yönlendiren (ve farkında olmadıkları) belirleyici unsurları tespit etme arayışı ve ısrarı, Marx ve Engels’i toplumun maddi temeline, yani üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesi olgusuna ulaştırdığında, tüm tarihsel olaylar yepyeni bir anlam kazanacaktır. Böylece Fransız devrimi, Avrupa din savaşları, iç savaşlar, istilalar insanların söyledikleri motiflerin ötesinde yeni bir anlam kazanacak ve bunların ardındaki “Akıl”, yani üretim ilişkileri ve sınıf mücadelelerinin iç mekanizması birçok olayı anlaşılabilir kılacaktır.
Bu noktada son söyleyeceğimiz şey, bu “tarihin hilesi” olgusunu çağdaş toplumsal mücadeleler açısından da göz önüne almaktır. Sosyalistler, Marksizm’in tarih için getirdiği yaklaşım ve çözümleri kapitalist toplumda durdurup kendi pratiklerini bu analizlerin dışında tutma ve kendilerini de bu yaklaşımların ışığında inceleme görevinden kaçma lüksüne sahip değildir. Şunu söylemek istiyoruz: Sosyalizmin fikrinin ortaya çıktığı 19 yy. ortasından bu günlere kadar, dünyanın dört bir yanında “sosyalizm” adına yüzlerce siyasi hareket ve örgütlenme oluştu ve gelişti. Bunların bir kısmı iktidara dahi gelemeden burjuvazinin elinde birer enstrüman haline geldi; bir kısmı iktidara geçer geçmez kimlik değiştirdi, bir diğer kısmı uzun süre sosyalizm fikrinde ısrar ettikten sonra çözülerek modern burjuva ulus-devletlere dönüştüler, diğerleri ise ısrarla ve zor koşullarda bu soylu ideali kurmak ve sürdürmek için çabalarına devam ediyorlar. Dünya Sosyalist Hareketinin teorik ve politik sorunlarını tartışmak bu yazının kapsamı dışındadır. Ancak Hegel’in Marks’a devrettiği bu “tarihin hilesi” olgusu, en azından bu konudaki çabaya farklı bir ışık tutacak ve bir anlamda onun gündemini “hafifletecek” bir olanak sunabilir. Soru şudur: “Sosyalizm” adına yola çıktığı iddia eden bu yüzlerce hareketten hangileri gerçekten sosyalizm, yani Marx’ın deyimiyle “özgür üreticilerin el ele vererek üretimi ve toplumsal yaşamı birlikte organize ettikleri bir toplum” için mücadele etti ve ediyor, öte yandan hangileri “sosyalizm” adına mücadele etme iddiasındayken aslında temelde bambaşka hedeflerin ve saiklerin (bağımsız bir ulus-devlet?, yaşam koşullarının iyileşmesi?, gelişmiş kapitalist toplumlardaki moderniteyi yakalama?..) hedefine hizmet ettiler ve ediyorlar? Başka bir deyişle “Tarihin Hilesi”nin 150 yıllık sosyalist harekette izdüşümleri var mıdır ve bunlar nelerdir? Bu sorular kışkırtıcı sorulardır ve bir yandan sosyalist hareketi değersizleştirme tehlikesini içinde barındırmaktadır. Ancak Marksist düşüncenin Hegel’deki köklerini araştırmak, bu olguyu kaçınılmaz biçimde gündemimize getirmekte, ve inkarcı savrulmalara düşmeden bu soru üzerine düşünmek gerekli hale gelmektedir.
Devlet
Kıvılcımlı, Hegel’in devlet konusundaki yaklaşımını analiz etmeden önce onun “Sivil Toplum” konusuna getirdiği açılımı inceler. Hegel’de “sivil toplum”, bugünkü çağdaş içeriğinden daha farklı ve sınırlı bir içeriğe sahiptir. Bu deyimin Almanca karşılığı olan “Bürgerlische Gesellschaft” köyü dışlayan ve şehirli yaşamı temel alan bir deyimdir ve proletaryanın bağımsız bir olgu olarak ortaya çıkmadığı tarihsel koşullarda bu sivil toplum, aslında “şehirli burjuva toplumu” ifade etmektedir. Hegel bu “sivil toplum” a karşı eleştirel ve mesafelidir, zira kapitalizmin yol açtığı toplumsal kargaşa ve çöküntüyü kesinlikle reddetmektedir:
Modern bir düşünür iken, burjuva toplumunun bütün rezilliklerini açıkça görüp tedirgin olmasından kaynak almış görülür. 1806-7 yılı İena üniversitesine verdiği dersler: Serbest rekabetçi kapitalist düzeninin toplumu kör kanunlarla mahşere çevirdiğini belirtir. Ona göre modern toplumun en büyük faciası: “Bırak geçsin, bırak yapsın!” parolasıdır. Koca bir toplumu alın yazısı özel teşebbüs diye süslenen tek kişinin çıkarcılığına teslim etmek, dünyayı iç yırtınmalarla çürütmek olur. Kişi böyle bir toplumda fırtınaya tutulmuş dümensiz kayığa döner…
Kapitalizm demek olan bu toplumda burjuva ekonomisinin kör pazar kanunları işledikçe: Kimileri ister istemez her gün daha daha çok zenginlikleri elinde toplar. Kimileri “bütün bir sınıf fukaralık” içine gömülmeye mahkûm olur.
“Kimin elinde daha önceden varlık varsa, işte ona verilir… Böyle zenginlikle fukaralığın eşitsizliği sosyal iradenin en büyük bir yırtılışı olur, içeride ayaklanma ve kin olur” (kz. S.233)
Kıvılcımlı, Hegel’deki bu kapitalizm tiksintisinin öğrencileri olan Marks ve Engels’i de kaçınılmaz olarak etkilediğini not eder. Sivil toplumda doğması kaçınılmaz olan bu kargaşa ve istikrarsızlığa Hegel’in bulduğu çözüm “Devlet”tir.
“Burjuva toplumu”na karşı filozofça da olsa ilk büyük ve köklü ağır eleştiriyi Hegel yapmıştır. İşte Hegel böyle bir burjuva toplum düzenine karşı; daha insancıl bir yol aramaktadır. O yolu Marks ve Engels gibi işçi toplantılarına katılıp aşağıdan bulmaya imkan yoktur. Aşağıda bulamadığını, yukarıdan sağlamayı düşünmektedir. Yukarıda ne olabilir? Devlet… O yüzden Hegel’in devlete o denli büyük önem vermesi, insanı “burjuva toplumu”nun haydutluğundan kurtarmak içindir.
Hegel, devletin sivil toplumun dışında ve üstünde olması konusunda ısrarcıdır:
Onun için sakın “burjuva toplumu”nu Devlet ile karıştırmamalıdır.
“Eğer devlet burjuva toplumu ile karıştırılırsa ve eğer devlet şahıs mülkiyetinin ve hürriyetinin korunması ve emniyeti uğruna adanırsa, kişilerin çıkarı, kişi çıkarı olarak en yüce gaye olursa, bu gaye uğruna kişiler toplaşırlar, ve bundan bir Devletin üyesi olmak herkesin keyfine kalmış (fakültatif, takdirine kalmış) olması neticesi çıkarılır.
Burada gene Marksist devlet anlayışına açılan bir diğer “kapı” ile karşı karşıyayız. Hegel’deki bu “kapıyı” Kıvılcımlı şöyle teşhis eder:
Burada da, gene tarihcil maddeciliğin devlette belirteceği iki başlıca karakteri buluyoruz:
1 – Devlet: Toplum içindeki tuzbuz edici ihtilafları baskı altında tutup dindirme aygıtıdır.
2 – Devlet: Tabii bir ilişki değil, “objektif sosyal yaratık” olarak doğar doğmaz topluma üste çıkan sorumsuz, sınırsız ve bağımsız bir zor örgütüdür.
Hegel’deki bu yaklaşımı sonuna kadar götürerek sağlıklı, bilimsel bir çözüme varmak gene Marx ve Engels ile mümkün oldu. Öncelikle Hegel’in “sivil toplumdaki kargaşa” ve “toplumu tuz-buz edici ihtilaflar”, kısaca bir “arıza” olarak algıladığı şeyin doğru adı kondu: Sınıf Mücadelesi! Buradan Engels’in “Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni kitabındaki o tarihsel tanıma varıldı:
““Hasımların, karşıt iktisadi çıkarları olan sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşta tüketmemesi için, görünürde toplumun üzerinde konumlanan, çatışmayı hafifletmesi, düzenin sınırları içinde tutması gereken bir iktidar gerekliliği kendini gösterir; toplumdan doğan, fakat onu üzerinde konumlanıp gitgide ona yabancılaşan bu iktidar devlettir.” “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, F.Engels, Sol Yayınları, 1976, s.217
Marksist öğretide “devlet” adına yapılan ilk anlamlı analizin Hegel’deki köklerini böylece kavramış oluyoruz. Ancak bu köklerin tespiti, Marksist düşünce adına yeni soruları ve olanakları karşımıza çıkarıyor. Marksist öğretide Engels’in bu ilk formülasyonundan sonra devlet konusunda yapılan katkı ve açılımların devlet teorisini zenginleştirmiş midir, yoksa daraltmış ve fakirleştirmiş midir?
Lenin “Devlet ve İhtilal” adlı vizyoner ve zihin açıcı çalışmasında, devletin sınıfsal yönünü vurguladı, sınıfsız topluma gidişte devletin sönümlenmesi olgusunu ele aldı ve sönümlenecek bir devletin, bir sosyalist iktidarın nasıl olması gerektiği hakkında son derece anlamlı tespitler geliştirdi. Ancak bu eserde devlet “egemen sınıfın iktidarını sürdürmek için kullandığı bir baskı ve tahakküm aracı” olarak tanımlandı. Bu vurgu, özellikle 2.Enternasyonal içinde “devletin tarafsızlığı, devleti içerden dönüştürme” yönündeki reformist yaklaşımların yol açtığı siyasi çarpıklıklara ve ihanetlere karşı, devrimci saflığın bir garantisi olarak algılandı ve bu sebeple teorik bir ısrar konusu oldu. Devletin bir “araç” (enstrüman) olarak tanımlanması Engels’in eserinde de (“Devlet ilerde kara saban ve çıkrıkla birlikte zamanı geçmiş aletler müzesine atılacaktır” görüşü) mevcuttur. Ancak devletin bu “araçsal” (enstrümantal) tanımı oldukça arızalıdır, ciddi boşlukları barındırmaktadır ve Engels’in Hegel’den esinlenen ilk tanımına nazaran daha dar ve sığ bir kapsayıcılığa sahiptir.
Öncelikle devlet “akıllı bir öznenin kullandığı pasif bir araç” mıdır? Örneğin kalem bir araçtır, kendi aklı yoktur, kendisi hiçbir şey “yazmaz”, onu kullanan el ne isterse onu yazar. Araba bir araçtır, kendisi hiçbir yere “gitmez”, sürücü nereye isterse oraya gider. Devlet öncelikle böyle bir araç değildir. Devletin “Sanayi Odası” ya da “İşverenler Derneği” tarafından verilen emirlerle yönetildiği imajı, sadece ajitatif olarak anlam taşıyan, ancak sınıf mücadeleleri pratiği incelendiğinde gerçeklerle asla bütünüyle örtüşmeyen kaba bir önermedir. Burjuva devlet ayaklanan işçi sınıfını ezer, ancak kritik noktalarda düzenin sürebilmesi için bizzat burjuvalara da “ayar verir”, onları taviz vermeye zorlar, “kellerinin uçmasını istemiyorlarsa daha akıllı davranmaya” davet eder, bazen de onların kısa vadeli çıkarlarına gene onların hilafına zarar verir. Marx ve Engels, gerek Kapital’de, gerekse yazışmalarında İngiliz burjuva devletinin işverenleri (işçi sınıfında “bardağın taşmaması” için) belirli düzenlemelere ve iyileştirmelere burjuvaların homurdanmasına rağmen zorlamasının sayısız örneklerini verir (iş güvenliği, çalışma saatleri, iş sağlığı vs konusunda) Bu olgular devletin “sınıflar üstü” olmasını değil, tek tek burjuvalardaki “ekonomik akıl”ın ötesinde burjuva devletteki “siyasi akıl”ın göstergesi ve doğal sonuçlarıdır. Aynı şekilde 1929 krizinde Roosvelt’in Amerikan işverenlerini, toplumu çökme noktasına getiren işsizliğe çare bulmak için “üretken olmayan işler için ücret ödeme” (“duvar yaptır, duvar yıktır”) konusunda zorladığı, işverenlerin gönlünde yatan aslanın Mc Arthur gibi bir askeri diktatörlük olmasına rağmen bunu başararak kapitalizmi kurtardığı bilinir. Burjuva devlet, tek tek işverenlerdeki kısa vadeli “ekonomik akıl”ın ötesinde bir bütün olarak kapitalist düzeni ayakta tutmayı hedefleyen (Hegel ve Engels’in deyimiyle “toplumun sınıf mücadeleleri içinde dağılıp çökmesini engellemek için” gerekli) “siyasi akıl”ın sahibi, üreticisi ve taşıyıcısıdır.
Araçsal yaklaşımla çelişen bu olgular karşısında geleneksel sosyalistler olarak sık sık verdiğimiz cevap “evet araçtır, ama göreceli bağımsızlığa sahiptir” oldu. Bu “göreceli bağımsızlık” argümanı “ne kadar bağımsız?, niçin bağımsız?, “hangi konularda ve hangi koşullarda bağımsız?” sorularının tümünü cevapsız bırakmaktadır. “Göreceli bağımsızlık” argümanı, bizim formülasyonlarımızın hayatla çeliştiği noktalarda imdadımıza yetişen bir yara bandı, ya da bir ağrı kesici olarak kullanılmamalıdır. Cesurca görülmesi gerek odur ki “göreceli bağımsızlık” sözünü telaffuz ettiğimiz her moment, aslında bizim henüz göremediğimiz ve tespit edemediğimiz bağımlılıkların varlığına işaret etmektedir; üzerinde yoğunlaşılması gereken de budur.
Bugün Marksist camiada devleti (gene ve elbette egemen sınıfa hizmet eden) ama bir “araç” değil, kendi aklı, gelenekleri ve refleksleri olan bir ”özne”, sınıf mücadelesinin bir öznesi olarak tanımlayan yeni yaklaşımlar gelişmektedir (bkz. Paul Thomas “Yabancı Politik”). Bu yaklaşımlar devleti:
- Sınıf mücadelesinin ürünü
- Sınıf mücadelesinin bir öznesi
- Sınıf mücadelesinin bir alanı
Olarak ele almaktadır. Engels’in Hegel’den devraldığı geniş ve zengin tanımla daha uyumlu olan bu yaklaşımların geliştirilmesi ve bunların derinleştirilmesi, güncel sosyalist mücadelenin önünün açılması açısından da büyük önem taşımaktadır.
Hukuk
Hegel akademik dünyada sadece Marksizm’in doğuşuna yaptığı katkı ile değil, esas olarak çağdaş toplum düzeninde hukukun yeri ve mahiyeti konusunda yaptığı çalışmalarla da büyük bir önem ve ağırlığa sahiptir (Marx’ın doktora tezinin Hegel’in hukuk sistemi” üzerine olması bu açıdan bir tesadüf değildir) Kıvılcımlı bu değerli çalışmasında gene hukuk kavramını analiz etmekte ve bunun Marksist dünya görüşüne ve Marksizm’in hukuk anlayışına yol açan öğelerini tespit etmektedir. Bu tespitleri izlemek, gene yukardaki başlıklarda olduğu gibi Marksist teorinin günümüzde gündeminde olan yeni açılımlar hakkında da bize ip uçları sunmaktadır.
Hegel hukuk yaklaşımını geliştirirken 3 aşamalı bir moment dizisini ele alır: 1) Soyut hukuk “özneden, kişiden bağımsız haklar (mülkiyet hakkı gibi) Burada “özne” yoktur. 2) sübjektif moralite (kişinin öznel ahlaklılığı) burada da hukuk (zorlayıcı normatif kurallar) yoktur ve kişinin ahlaklılığı bir hukuk sistemi için güvenilir bir temel olamaz. 3) diyalektik bir tez-antitez-sentez mantığının son momenti olarak objektif moralite, ilk iki momenti içerir, onları aşar, ve hukukun temeli haline gelir.
Kıvılcımlı, Hegel’in hukuk teorisinde bir köşe taşı olan “Objektif Moralite” kavramını ele alır. Yıllar sonra Bolşevik hukuk teorisyeni Paşukanis’in (“sol” yanılgılar içeren, ama kapitalist hukuk hakkında değerli tespitlere ulaşan) “Marksizm ve Genel Hukuk Teorisi” adlı eserinde belirttiği üzere, burjuva hukukun temel fiili olan mukavele (anlaşma-kontrat) işlemini inceler:
Gerek soyut hukuk, gerek kimesnecil moralite uyarak mukavele yapan kişileri göz önüne getirelim. Bunların içyüzünde neyi seçeriz?
- Soyut hukuk (mülkiyet hakkı) bakımından “başkalarınca tanınmayan tasarruf hiçtir.” Demek burada: “insancıl şahsın sosyal vokasyonu (çağırısı) vardır” (H. Hukuk Fels. s.115) Başkaları tanımadıkça benim mülkiyet hakkım yok, demek mülkiyet hakkı, soyut hukuk: aslında kişi ötesinde başkalarının, toplumun yakıştırdığı bir olaydır. Kimesneler, aynı toplumun kişileri olmasalar, birbirlerine karşı “mülkiyet” ve “hukuk” iddiaları da olamaz. Kapitalizmin en kanuncul çağında: aynı toplum düzenini yaşayan iki millet bile savaşa girdiler mi, birbirlerinin ne toprak mülkiyetine, ve ne de “hukuk” kişiliğine metelik vermezler. Ancak iki millet, aynı devletin bayrağı altına girdi mi, oradaki kişilerin karşılıklı “soyut hukuk”ları tanınmaya başlar.
Tek sözle, toplumun bütünüyle kurulu ilişkileri dışında kimesne hukuku, kişi mülkiyeti bulunamaz.
- Mukavele de yalnız fert iradelerinin aracı değildir: “Daha yüksek, daha somut bir bilincin ön duygusu (presantimanı) dır. Bir başka iradenin aracılığıyla, mülkiyeti kuran ve dolayısıyla ortak bir irade içinde mülkiyete sahip kılan bu dolaylılık (mediyasyon): mukavele ortamını (sferini: küresini) teşkil eder.” (H.Hukuk Fels. 115 )
İster Rousseau’nun “kontrat”ından, ister Kant’ın “aile”sinden yola çıkalım, varılan köy: Tek kimesnenin, kişinin (endividü’nün), Ben’in ötesinde var olan bir gerçekliktir: “Bir Biz olan bir Ben, ve bir Ben olan bir Biz vardır” (H.Phénomenologie, I, 154) Ben ile Biz’in diyalektik sentezi, objektif moralite olur.
Başka bir deyişle hukuksal ilişki, Hegel öncesinde varsayıldığı gibi bağımsız tekil bireyler arası bir ilişki değil, bilinci “Biz” ile, toplum ile bütünleşmiş bireylerin onlardan bağımsızlaşmış ve “objektif” hale gelmiş moralitesi, yani toplumsal kural ve ilkeleri üzerine yükselir. Bir “mukaveleyi mümkün kılan mülkiyet hakkının tanınması” da toplumsal ilişkilerin ürünü olan bu objektif moralite’nin parçasıdır.
Marx’ın bu noktada yaptığı Hegel’in akıl yürütme zincirini tersine çevirmek, objektif moralite’yi bir varış noktası değil, bir başlangıç noktası olarak ele almak olmuştur. Başka bir deyişle hukukun gerçek çıkış noktası, Hegel’in “objektif moralite” adını verdiği toplumsal ilişki ve kurallardır. Böylece Marx, Hegel’in “obhektif moralite” adı altında geliştirdiği ve olgunlaştırdığı kavramın içeriğini aynen kullanarak hukuku ve beraberinde bir dizi üstyapısal olguyu (ahlak, siyaset..vs) mevcut toplumsal ilişkiler üzerinden açıklama ve yorumlama yönündeki tarihsel çıkışını gerçekleştirmiştir.
Marksizmin hukuku mevcut toplumsal ilişkilerin, yani üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesinin bir ürünü ve bir yansıması olarak oraya koyan yaklaşımı, hukuk kavramı etrafındaki tüm mistifikasyonları, “hukukun üstünlüğü, insan hakları, xxxx hakkı” gibi kavramların büyüsünü bozmuş, onları soyut bir amaç ve hareket noktası olarak alan sübjektif yaklaşımları altüst ederek bunların ardındaki temel sosyal gerçekliği açığa çıkarmıştır.
Bu parlak çıkışa rağmen, 150 yıllık sosyalist mücadele tarihinde Marksizm’in hukukla ilişkisi teorik planda belirsizlik ve bulanıklığa, pratikte ise ciddi çarpıklıklara sahne olmuştur. Öncelikle yükselen işçi sınıfına karşı burjuvazinin bir yandan gitgide artan vahşilikte politikalar uygulaması, öte yandan da “hukuku”, bireyin özgürlüğü”nü, “kanun düzeni”ni vurgulaması sosyalist harekette hukukun bir maske ve aldatmaca olduğu algısını pekiştirmiş, hukukun sadece bir yansıma, gerçek güçler dengesinin bir özeti olduğu görüşüyle birlikte hukuk “her sınıfın kendi çıkarı için dilediği (ve gücü yettiği!) kadar kullandığı bir araç” olarak telakki edilmiş, sertleşen sınıf mücadeleleri de bu görüşü gitgide güçlendirmiştir.
Bu yaklaşımın özellikle iktidara geçen sosyalist hareketlerin pratiğine yaptığı etki ise tam anlamıyla trajik olmuştur. 1936’da, insanlık tarihinin gördüğü en insancıl, en emekten yana, en demokratik Anayasasının SSCB’de referandumla kabul edilmesinden topu topu 1 yıl sonra, ülke şiddetli bir siyasal kapışmanın ve tasfiye zincirinin girdabına girmiş, dünya kamuoyuna açık Moskova Mahkemeleri ile belli bir yasallık korunmaya çalışılmışsa da bunların arka planında binlerce keyfi tutuklama, hukuk dışı, ve yer yer yargısız infaz, toplu idam, “kaybolma”, hatta “faili meçhul” ile, aslında hiç de masum olmayan yıkıcı ve komplocu unsurların yanı sıra çok sayıda dürüst komünist ve masum vatandaş da hayatını kaybetmiştir. Gerek SSCB, gerekse sonradan kurulan doğu Avrupa Halk Demokrasileri, yıkıldıkları 1992’ye kadar , hayata geçirdikleri tüm pozitif değerlere rağmen asla gerçek anlamda hukukun, sosyalist bir hukukun tam anlamıyla egemen olduğu, bir Parti yöneticisi ile sıradan bir emekçinin eşit olarak yargılanabildikleri bir ülke olamamış, bu ülkelerin yazılı yasalarındaki tüm demokratik vurgulara rağmen, pratikte her zaman “hukukun üstünde” güçler, (üstelik bizim Marksist teorimizden alınan teorik gerekçelerle (“Partinin önder rolü” gibi) varlığını sürdürmüştür.
Konumuza dönmek gerekirse, Kıvılcımlı’nı tespit ettiği ve Marks’ın hukuk teorisini geliştirirken Hegel’den devraldığı önermeler, bize bugün için ne gibi bir olanak ve açılım sunmaktadır? 20. yüzyılda ve günümüzde, çağdaş bir Marksist hukuk teorisi geliştirmeye çalışan tüm araştırmacılar (Paşukanis, Althusser, Hugh Collins, Weyl) farklı açılardan dahi olsa, Hegel’in “objektif moralite”sini yeniden keşfetmekte, onu farklı biçimde ifade ederek çalışmalarının içine yerleştirmektedir. Paşukanis, kanunların (özellikle burjuva hukukunun) sadece bir otoritenin dışardan empoze ettiği kurallar olmadığını, bu kanunların burjuvalar tarafından da (kendi sübjektif özlemlerinin ötesinde) “içselleştiğini” özellikle not ederken, bahsettiği bu “içselleşme” Kıvılcımlı’nın “Ben ile Biz’in sentezi” diye açıkladığı, Hegel’in (sübjektif moraliteyi aşan) “objektif moralite”sinden başka bir şey değildir. Gene bu “objektif moralite”, yani bireyin sübjektif değerlerin aşan, onun toplumla bütünleşmesi sonucu ondan bağımsızlaşan ve onu etkileyen moral çizgiler, Althusser’de “ideolojik hegemonya ve ideolojik aygıtlar” olarak ifadesini bulmakta, onun meşhur “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” eserinde hukuk, düzeni ayakta tutan en etkili ideolojik aygıtlardan biri olarak tanımlanmaktadır.
Son olarak hukuk, Hegel’in yukarda değindiğimiz idealist “altyapı-üstyapı” şemasında bir “altyapı” unsuru olarak tanımlanırken, geleneksel Marksizm’de hukuk bir üstyapı kurumu olarak tanımlanagelmiştir. Ancak Marksist düşüncede son yapılan çalışmalarda ibre Hegel’e doğru kaymış, hukukun salt bir “yansıma” olmayıp bizzat somut, fiziksel bir güce sahip olduğu, öte yandan sıradan bir üstyapı kurumu dahi olmadığı, altyapı için bir ”çimento” vazifesi gördüğü, bu yönüyle hukukun hem üstyapıya, hem de altyapıya ait özel bir olgu olduğu artan bir netlikle vurgulanmaktadır (bkz. Hugh Collins, “Marxism and Law”) . Hegel, 200 yıl öncesinden düşüncesinin gücünü bize hissettirmeye devam etmektedir.
Bilinç ve irade
Kıvılcımlı “Hegel ve İrade” başlığı altında geleneksel felsefenin hürriyet, özgür seçim (libre arbitre), irade, düşünce gibi kategorilerini Hegel’in karmaşık, ama bir o kadar da zengin mantık zinciri içinde takip etmiş ve onu “felsefi laf kalabalığının” ardındaki temel düşünceleri gene o dönemin tarihsel bağlamı içerisinde özetlemiş ve analiz etmiştir. Biz burada Kıvılcımlı’nın Hegel ile birlikte daldığı bu derinlikten kendimizi bu sefer sıyırıp, daha yüzeysel ve güncel bir meseleye, Kıvılcımlı’nın yaptığı bir formülasyondan hareketle odaklanmak istiyoruz: Bilinç sorunu.
Hegel’den hareketle şöyle bir formülasyon yapıyor Kıvılcımlı: Bilinç, düşünce ve iradenin sentezidir. Burada Hegel (ve Kıvılcımlı) “irade”yi çok soyut ve felsefi bağlamda, tekil insanın bir şey yapma ve tabiata müdahale etme isteği çerçevesinde ele almaktalar. Ancak bu önemli formülasyon bugünün daha somut ve pratik dünyasında, özellikle siyasi dünyasında ele alındığında gene bize ciddi bir açılım sunmaktadır.
Emekçi yığınları düzene karşı harekete geçirmek için onları “bilinçlendirmek”, sosyalist pratiğin temel bir unsuru, sosyalist örgütlenmelerin ana faaliyet alanıdır, hatta varoluş sebeplerinden biridir. Ancak Kıvılcımlı’nın Hegel’den hareketle yaptığı bu formülasyon, güncel sosyalist pratikte sık sık gözden kaçırılan bir olguya, bir illüzyona işaret etmekte, ve bizleri uyarmaktadır. O da şudur: “Bilinçlendirme”yi “düşünceleri yayma”ya, pratikte de ajitasyon-propaganda-eğitim üçlüsüne indirgemek!
“İşçi sınıfına dışardan bilinç verme” (oldukça arızalı bir ifade olmakla birlikte kastedilen işçilere Marksist teoriyi aktarma), “halka bilinç vermek için gerçekleri açıklama kampanyası yapma” gibi pratikler, yararlı, gerekli ve zorunlu olmakla birlikte, tek başına bunların istenilen “bilinçlendirme”yi yaratmadığı sık sık, biraz da hayal kırıklığı içerisinde gözlenmekte, tespit edilmektedir. “Ayan beyan gerçekler ortada, gerçekleri anlatıyoruz, millet hala kımıldamıyor” isyanı sosyalistlere tüm dünyada (hele hele son yılların Türkiye’sinde) hiç de yabancı olmayan bir sorunu, bir derdidir. Bu etkisizliğe bulunan gerekçeler ise (din çok güçlü, emperyalizm her şeye egemen, SSCB’nin çökmesi büyük gerileme yarattı…vs ) ne yazık ki moral yükseltmeye yarayan mazeretler olmaktan öteye gitmez. Gerçek çözüm, yukardaki formülde yatmaktadır: Bir siyasal irade oluşturmadan, aktarılan düşüncelerin bilinç yaratma açısında hiçbir sonuç alıcı etkisi yoktur.
Sosyalist bir örgütlenmenin kitlelere karşı temel görevi sadece “düzene karşı mücadelenin gerekli olduğunu” anlatmak değil, “düzene karşı mücadelenin mümkün olduğunu” göstermek, bu mücadelenin etkin ve anlamlı araçlarını geliştirmek, bu araçları önce bizzat kendisi kullanarak yol göstermek ve bu araçları kitlelere sunmaktır. “Siyasal iradeyi inşa etmek” budur. Bu “iradeyi inşa etme” pozitif bir boyut içerebileceği gibi (bu düzen içinde olumlu, insanların yaşamını kolaylaştıran ve iyileştiren adımları örgütlemek gibi), negatif bir boyutta (direniş hareketlerinde olduğu gibi zorbalık yapan iktidara darbe vurmak, ona zarar verilebileceğini göstermek yönünde) de, veya birlikte gelişebilir. Açık olan şudur ki, “bilinçlendirme” “fikirleri yayma” türünde bir söylem meselesi değil, hayata somut müdahaleleri örgütleme anlamında bir eylem meselesidir de aynı zamanda. Sosyalist siyasi öznenin bütün mahareti, bu “irade”yi duygusallıktan uzak gerçekçi ve akıllıca tespitlerle, ne yıkıma, ne de pasifleşmeye yol açmadan, kitlesellik ve radikallik boyutlarında helezoni bir gelişmeyi mümkün kılacak şekilde örgütleyebilmektir.
Hegel’deki tutucu yönün tarihsel kökleri ve Almanya gerçeği
Kıvılcımlı’nın çok sayıda örnekle de gösterdiği gibi, Hegel, felsefindeki tüm bu devrimci potansiyele ve çıkışlara rağmen, sonuçta Prusya monarşisini olumlayan, onu (kafasındaki yakıştırmalarla birlikte) ideal devlet ve aklın gelişmesinin nihai uğrağı olarak gösteren tutucu bir yöne sahiptir. Öyle ki, 1950’lerde Bolşevik Parti yöneticisi ve ideoloğu A.Jdanov, Hegel’deki devrimci yönü öven Sovyet yazarlarına karşı hücuma geçmiş, onu “Slav düşmanı” ve Prusya gericiliğinin sözcüsü” olarak tanımlayan yazılar yazmıştır. Bu hasmane tavır, elbette ki 2.Dünya Savaşından sonra SSCB’de gelişen Rus milliyetçiliği ve “ideolojik saflık” adına kültürel yaşama empoze edilmeye çalışılan Jdanov dogmatizmi ile yakından bağlantılıdır. Ancak gene de inkar edilemeyecek olgu, Hegel’deki bu tutucu, düzene biat eden yöndür.
Kıvılcımlı, Hegel’deki bu tutucu yönün köklerini iki boyutta ele alır. Birincisi geçmişten devraldığı idealist felsefe geleneği, ikincisi ise içinde geliştiği tarihsel bağlam olan Almanya gerçeğidir.
Kıvılcımlı, eserinin “Hegel’in Çıkmazları” başlıklı bölümünde önce idealizmin tarihsel köklerini Grek medeniyeitnden, Avrupa ortaçağından geçerek inceler. Ona göre medeniyetlerin gerileme ve çöküş çağında, geçmişten devralınan muazzam bilgi ve fikir birikimi, o zenginliğe denk düşmeyen duraklamış ve gerileyen bir maddi temel üzerinde gündeme geldiği zaman “Fikir”in öne çıkması, tüm olaylara (maddi karşılığı olmayan) bu “Fikir”ler üzerinden bakılması, fikirlerin maddi temelden bağımsız ve belirleyici bir olgu olarak ele alınması, idealizmin sosyo-ekonomik temeli olmuştur. 19.yüzyıla gelindiğinde ise Almanya’nın diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha geri olan toplumsal yapısı, Hegel’in de parçası olduğu Alman idealizmini yaratmıştır. Şöyle açıklar Kıvılcımlı:
Kapitalizm, Batı Avrupa’nın Büyük Britanya adalarında iyice gelişmiş, kara Avrupa’sına da kollarını atmıştı. Fransa’da bir “Büyük İhtilal” yapan kapitalist sınıfı iktidara gelmişti. Bu bakımdan kapitalizm, gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerden daha yaman bir geniş yeniden üretim yordamı kurmuştu. Bu geniş ekonomik madde temeli üzerinde, o temelle orantılı ölçülerde geniş bir düşünce zenginliği yaratmıştı. Teorik zenginlik, pratik (ekonomik) zenginliklerle at başı birlikte ilerleyerek, felsefenin çözülmedik problemini bırakmıyordu.
Ne var ki Almanya “Köylüler Savaşı”ndan beri, kapitalizmde ilerleyeceğine, o zamana dek yarı güçlü olan büyük derebeylerin, kilise mülklerini talan ederek tüm güçlü duruma girmelerine uğramıştı. Yani bütün Batı dünyası dörtnala kapitalizm momentine giderken, Almanya, derebeyliğin tersine gitmişti. Bu tarihcil şartlar ortasında klasik Alman felsefesi için: modern kapitalist kültürü önündeki durum, Ortaçağ barbarının kadim Akdeniz medeniyetleri kültürü önündeki durumuna benzemişti. Alman düşüncesinin önüne dağlar gibi yeni kapitalizm fikirleri yığılmıştı. Ama, Alman toplumunun temelinde o Fikirlere dayanak olacak ölçüde gelişkin bir ekonomi maddesi gelişmemişti.
Bu isabetli analizini Kıvılcımlı şöyle tamamlar:
Almanya’da kapitalist ekonomi gerinin gerisi idi; dünyada kapitalizmin yarattığı ilerinin ilerisi fikirler akını furya etmişti. Klasik Alman düşünürüne, oturup felsefe yapmaktan başka iş kalmıyordu. Bu felsefe, ister istemez, madde temeli, ekonomi tabanı ile kıyaslanamayacak kadar bol ve zengin fikirlerle karşılaşmıştı. Kendi toprağında gerçekliği bulunmayan fikirler, Alman filozofuna, maddenin yaratıcısı, fizik ötesi, varlığa egemen bir güç gibi görünecekti. Hegel için her şey Fikirden çıkacaktı. Hegel’de varlık dışı ve üstü mutlak Fikir düşüncesinin şartları böyle gelişmiş olabilirdi.
Bu noktada, Kıvılcımlı idealizmin köklerini Marksist bir yaklaşımla son derece net ortaya koyduktan sonra Hegel’deki siyasi tutuculuğu inceler:
Hegel felsefesi bu denli çim çiy, dipdiri, olaycı ve gerçekçidir. Bu gerçek anlayışı izlenirken insan kendi kendine sormaktan kendini alamaz: Acep Hegel neden hala kendisini idealist sanıyor?
Geri Alman toplumunun derebeyi artığı Yunker eğilimini bir türlü içinden söküp atamadığı için…
Bu “yunker eğiliminin maddi temeli olan Alman derebeylik sistemi için Kıvılcımlı, hemen hemen kitabının her yerinde çok sert, neredeyse galiz ifadeler kullanır:
Derebeyi artıklarıyla yüklü ve paramparça duran Hegel çağı Almanya’sı…. Hegel Almanya’sı öyle bir geri ülke idi ve her derebeyi artığı geri ülke kültürlüleri gibi…Derebeyi artığı miras yedilik, vurguncu bezirgân külah kapıcılığı, babasını taşlamaya hazır küçük burjuva kapı kulluğu (Alman ayrdınarına egeme noldu – HT))…. Ortada hayvan içgüdüsüyle zor kullanmaktan başka hiçbir şeye inanmayan bir sürü Alman derebeyi, Almanya’yı arttıranın üstünde bırakılmaya hazır bir dağınık topraklar mozaiğine çevirmişlerdir….(burjuvaların – HT)) kapısında reformcuklar dilendikleri ciğeri beş para etmez derebeyleri halk düşmanlıklarında son kerteye dek şımartıp azdırdıkları ülkeler… Filozof “aklı”nın en yüce gelişimi, yeryüzüne inmiş tanrısal gerçekleşmesi 19. yüzyıl başında leş gibi lapçin kokan bu derebeyi artığının tabanının altı idi.
Fransa ve İngiltere’nin aksine hiçbir devrimciliği olmayan Alman burjuvazisinin korkaklığı ve feodaliteye yaltaklanmasına ise şöyle değinir:
Protestanlık, pısırık burjuva sınıfının sosyal devrim yapamayınca başvurduğu sosyal reformculuk oldu.
Bunların üstüne, o dönemde her Alman aydınının emeli ve rüyası olan ”Alman Birliği” çerçevesinde bu feodal yapının, ve onun en etkili ve gerici bileşeni olan Prusya monarşisinin yerini Kıvılcımlı şöyle tanımlar:
Hegel’den daha fazlasını bekleyemezdik. Alman burjuvazisi Bizim Osmanlı derebeyliği kadar katılaşmış Prusya Yunker’liğini tanrılaştırmak zorundadır. Yoksa değil Alman kapitalizmi, Alman varlığı bile çözülüp eriyebilir. Alman birliğini yalnız çizmeleri yalatırsa sadaka veren Prusya kralları kurabilir.
Sonuçta bir yandan devraldığı (ve maddi temelleri yukarda açıklanan) idealist felsefe mirası, öte yandan hiçbir devrimci enerjisi olmayan Alman burjuvazisinin pasifliği karşısında geri ve vahşi Alman derebeyliğinin egemen kültürü, ve bütün bunların üzerinde en etkin, öte yandan da en gerici unsur olan Prusya monarşisinin gücü, Hegel’deki idealizmin ve siyasal tutuculuğun köklerini oluşturmaktadır.
Bu noktada, Kıvılcımlı’nın yaptığı bu tespitlerde bir adım daha ileri giderek Almanya gerçeği”nde derinleşmeye çalışalım. Hegel gibi bir dehayı bu denli tutucu noktalara çekebilen olguların, Hegel sonrasında da 19 ve 20.yüzyılalr boyunca da etkisini sürdürdüğünü fark ettiğimizde Kıvılcımlı’nın yukarda kullandığı ifadelerdeki sertliğin ne denli yerinde olduğunu anlayacağız. Açalım:
Bugün “gelişkin kapitalist Avrupa ülkeleri” denildiğinde Almanya, aynen İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda ile birlikte ve aynı kümenin diğerlerine benzer bir üyesi olarak algılanmaktadır. Sonuçta gelişkin bir sanayi, güçlü bir teknik altyapı, net ve ayrıntılarıyla planlanmış modern bir toplumsal işleyiş hepsinin ortak yönüdür. Ancak Almanya’yı bütün bu ülkelerden ayırt eden çok temel bir fark vardır: Almanya tarihinde özgürlükçü bir isyan ruhu hemen hemen hiç yaygınlaşmamış, gerçek ve halk katılımlı bir burjuva devrimini yaşamamış, kapitalistleşme vahşi ve gerici Prusya aristokrasisinin siyasal ve ideolojik belirleyiciliği altında gerçekleşmiş, sonuçta ülke sanayi ve teknikte büyük aşamalar kaydetmesine rağmen Kıvılcımlı’nın yukarda ağır ifadelerle tanımladığı çürümüş feodal kültür bu ülkenin yaşamına damgasını vurmuştur.
Alman tarihçi Emil Ludwig, 1940’da yazdığı “Almanlar: Bir Ulusun Çifte Tarihi” adlı eserinde Almanya’nın bu karanlık yüzünü tarihsel süreçte incelemiş ve Kıvılcımlı ile örtüşen ilginç sonuçlara varmıştır. Tarihsel açıdan bakıldığında bu ülke “devrim” denilebilecek 3 olay yaşamıştır: Birincisi olan Din Savaşları sonucunda Protestanlık ileri bir adım olmakla birlikte bu savaştan (burjuvaları kendi hizmetçileri yapan) derebeyleri çok daha palazlanarak galip çıkmıştır. İkincisi olan 1848 devrimi ise, “bizim komutan” Engels’in “barikatlarda saçlarını tarayan kurşunlar” bir taraf bırakılırsa Fransa, Viyana ve Budapeşte’ye göre çok daha sönük geçmiş, birkaç mevzi çatışma hariç monarşinin burjuvaziye ayar vermesi ve burjuvazinin kuyruğunu kıstırmasıyla sona ermiştir. 1918’de Cumhuriyet’in kurulması ise cephedeki çöküşün kaçınılmaz sonucu olmakla beraber, sol güçler hariç asla halkın çoğunluğunun içine sindirdiği bir gelişme olmamış, geniş kesimler bu olayı “yüce devletimizin arkadan hançerlenmesi” olarak yorumlayarak krallık nostaljisini Weimar Cumhuriyetinde de uzun süre canlı tutmuştur. Emil Ludwig, şiddete düşkünlük, otoriteye tapma, kurallara kesin uyma, belirsizlikten korkma, değişim istense bile bunu mutlaka kurallara uyarak yapma refleksinin bu ülkenin “havasına ve suyuna” sindiğini belirtmektedir. Bu ülkenin insanlığa kazandırdığı (ve bu tespitimizle çelişir görünen) büyük özgürlükçü beyinler (Beethoven, Schiller, Goethe, Kant, Hegel, Heine, Marx-Engels….) için şu çarpıcı gözlem yapılmıştır: Bunların HİÇBİRİ Prusyalı değildir (Fransa ile etkileşim içinde olan Ren bölgesi, veya Westfalya, Würtenberg, Schwab bölgesi, hatta Avusturya gibi farklı bölge ve eyaletlerdendir ) ve Alman Aydınlanmasını oluşturan figürler arasında Prusya kökenli olanların sayısı son derece düşüktür. Buna karşılık, tarihsel feodal gericiliğin saf sembolü olan Prusya, 1871’de Alman birliğini kendi otoritesi altında kurarak kendi karanlığını bu ülkenin kalan bölgelerine egemen kılmıştır. Almanya bu noktadan sonra gerçekleştirdiği tüm endüstriyel ve teknik atılıma rağmen Prusya gericiliğinin bu karanlığını taşımaya devam etmiş, 19. Yüzyılın sonuna doğru oluşan tüm gerici akımların izini sürdüğümüzde karşımıza Almanya çıkmıştır: Irkçılık, anti-semitizm, emperyalist ideolojinin eurocentrist önermelerinin payandası olan Grekofili, ve faşist ideolojinin döl yatağı olan Alman romantizminin üretim ve yayılma noktası Almanya olmuştur.1930’larda tüm insanlığın yaşadığı büyük hayal kırıklığı, “Beethoven, Schiller ve Marx’ın ülkesi nasıl Hitler gibi bir sokak serserisine teslim oldu?” sorusu, aslında Almanya’nın bu karanlık, yani feodal geçmişten zedelenmeden devralınan otoriteye tapma ve bastırılmış şiddet düşkünlüğünü görememenin yarattığı naif bir soru olarak kalmıştır.
Bugün Almanya, Avrupa’nın en tutucu siyasetine, ve dünyanın en gerici, en uzlaşmacı, en kapitalizm yanlısı, en anti-komünist Sosyal Demokrat Partisine sahip ülkedir ve Demokratik Almanya’dan devralınan ilerici potansiyel dahi ne yazık ki bu resmi fazla değiştirememiştir. Bu gerçeği tarihsel kökleri üzerinden tüm netliği ile gördüğümüz zaman, Kıvılcımlı’nın yukarda sarf ettiği sert ifadelerin ne denli yerinde, hatta hafif kaldığını görmek mümkündür.
Kıvılcımlı’dan akıl ve derinlik “kıvılcımları”
Kıvılcımlı bu çalışmasında Hegel’i en anlaşılabilir şekilde aktarmakla kalmamakta, onun karmaşık felsefi deyimlerle okuyucuyu anlaşılmazlığın labirentine soktuğu noktalarda ise mizahı kullanarak, bundaki bilinçli “laf kalabalığını” teşhir ederek aslında ne söylemek istediğini de zekice analiz etmiştir. Ancak Kıvılcımlı, Hegel yorumlarının yanı sıra bir dizi diğer konuda son derece yerinde, derinlikli ve kendi çağını zorlayan (özellikle 1960’lar Türkiye’sini oldukça aşan) parlak tespitler yapmaktan geri kalmamıştır. Bunların birkaçını burada aktaralım:
Grekofili:
Bu deyim, Antik Yunan medeniyetine duyulan (ve duyulması gereken) saygının çok ötesinde, bu medeniyeti neredeyse insanlığın başlangıç noktası olarak alan, onun oluşumunda diğer ve daha eski medeniyetlerin (Mısır, Fenike, Girit, ve diğer Orta Doğu medeniyetleri) rolünü göz ardı eden, Grek öncesi muazzam medeniyet birikimini yok sayan, insanlığın tüm gelişimini Grek’ler üzerinden Avrupa’ya mal etmeye çalışarak Avrupa sömürgeciliğine meşruiyet kazandırmayı amaçlayan Avrupamerkezci (Eurocentrist) ideolojinin payandasını tanımlamaktadır. Sadece eski Alman düşünürlerini ve Hegel’i değil, Marx ve Engels’i de belli ölçülerde etkileyen bu yaklaşım, yıllar sonra değerli İngiliz araştırmacı Martin Bernal tarafından 1987 yılında yayınlanan “Kara Athena: Grek Medeniyeti Uydurmacası Nasıl İmal Edildi?” adlı eserde oldukça ayrıntılı biçimde analiz edilmiş, özellikle Mısır ve Fenike medeniyetinin Grek medeniyetindeki somut izleri ortaya konulmuş, bu yaklaşımın sömürgeciliğe hizmet eden ideolojik özü, doğum yeri olan Almanya ile birlikte teşhir edilmiştir Ancak Bernal’den 20 yıl önce Kıvılcımlı, Hegel’de somut biçimde karşılaştığı bu Grekofili konusunda “geçerken” şu basiret dolu tespiti yapmıştır:
Marks – Engels “harika”sı, tıpkı, medeniyet tarihinde görülen Grek-Roma “harika”sına benzer. Grek medeniyetinden önceki beş bin yıllık medeniyetler evreninin gerçekliği bilinmezse, Grek medeniyeti ansızın patlak verince ortaya fışkıran madde ve anlam gerçekleşmeleri bir mucize sayılabilir. Batılı burjuva aydınlarında hala bir aşağılık kompleksi gibi yaşayan Grek hayranlığı bu olaydan kaynak alır. Ama, gene Batı medeniyetinin objektif araştırmalarıyla bulduğu Greklerden önceki Adalar denizi, Girit, Anadolu, Mısır, Finike, Mezopotamya medeniyetleri bir zincirin halkaları gibi yan yana konulunca, Grek medeniyetinin kendinden önce beş bin yıllık birikimin kaçınılmaz bir atlayışı olduğu anlaşılır.
Kıvılcımlı’nı bu satırları, Bernal’in övgüye değer ve yayınlandığı zaman çığır açan kapsamlı eserindeki ana fikrin, 20 yıl önce yapılmış çok kısa, ama net bir formülasyonudur.
Batı medeniyeti
Kökü 19.yüzyıla uzanan, ancak son 20 yılda emperyalist ideologlar (bkz. Huntington: “Medeniyetler Çatışması”) ile canlandırılan “Batı Medeniyeti” ve “diğer medeniyetler” ikilemi ya da zıtlığı, günlük kültürel yaşama bir şablon olarak yukardan dayatılmakta, ABD-Avrupa (kısaca “Batı”) emperyalizminin küstahlığı karşısında kimliğini ve değerlerin korumaya çalışan üçüncü dünya aydınları da kendi medeniyetlerini ön plana çıkararak bu sözde “karşıtlığın” kafalarda gücünü korumasına hizmet etmektedir. Sınıfsal bakış açısı kaybolduğunda, son 200 yıl boyunca Avrupa ve ABD’de oluşan muazzam bilimsel-teknik-siyasal şahlanış kendi içinde ve kapalı bir alanda anlaşılmaya çalışılmakta, ya bu “medeniyetin tek sahibi” olan Batı’ya karşı kompleks duyulmakta, ya da buradaki olumlu öğeler görmezden gelinip salt olumsuz unsurlara vurgu yapılarak “bizim” medeniyete fundamentalizme varan övgüler yapılmaktadır. Bizzat Avrupa emperyalizminin ideologları tarafından üretilen ve hala bu güce hizmet eden bu sahte ikilemi, Kıvılcımlı sağlıklı bir yaklaşımla şu şekilde aşmaktadır:
….. yer yüzünün Batı Avrupa medeniyeti de, Batı Avrupalı toprağın veya Avrupa insanının kendi başına bir yaratığı değildir. Bütünüyle insanlığın yeryüzünde gördüğü bin bir değişikliklerden geçerek ulaştığı bir basamaktır.
İngiliz araştırmacı John M. Hobson’un “Batı Medeniyetinin Doğulu Kökleri” adlı kapsamlı çalışması, Avrupa’da ortaya çıkan (ve salt buraya mal edilen) bir dizi teknik-bilimsel-tarımsal-toplumsal atılımın diğer medeniyetlerdeki (İslam, Hint, Çin..) köklerini somut delillerle göstererek Kıvılcımlı’nın bu tespitin tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ispat etti. Bugün sadece siyasal İslam’ın değil, “anti-emperyalizm” adına yerel aydınların da sık sık kapıldıkları, (ve değerli düşünür Edward Said’in önemli doğrular içermekle birlikte “Oryantalizm” eseriyle açık kapı bıraktığı) “Batı düşmanlığı”, bir ilericinin ya da sosyalistin tavrı değildir, olamaz. Nasıl bir zamanlar dünyadaki en ileri bilimsel-fikirsel gelişme noktasını teşkil eden 9-12. Yüzyıllar arası Ortadoğu İslam medeniyeti Eski Yunan’a ve Hint medeniyetine çok şey borçluysa, bugünün gelişkin Batı Medeniyeti de insanlığın ortak çabalarının ürünü ve ulaştığı üst nokta olarak görülmelidir. Evrensel planda gerekli, doğru bir tavır olan anti-emperyalizm ve anti-kapitalizmin suni ve temelsiz bir “Batı-Doğu” çatışması içinde bulandırılmasına izin verilmemelidir.
Hristiyanlığın ayırt edici yönü
Bugün siyasal İslam olgusu dolayısıyla din olgusu gene düşünsel yaşamın en önemli ilgi alanlarından biri haline gelmiştir. Hemen hepsi ortak yönleriyle (boş inançlar, taassup, ruhban sınıfı, siyaset tarafından kullanılması..vs) kavranmaya çalışılan dinlerdeki önemli yapısal farklılıklar üzerine pek fazla düşünceye rastlanmamaktadır. Kıvılcımlı bu çalışmasında Hegel’den hareketle Hristiyanlığın diğer iki tektanrıcı dinden, Musevilik ve İslamiyet’ten temel farkını doğru bir biçimde yakalamıştır: Teslis (trinité) inancında somutlaşan İnsan-Tanrı kavramı! İsa sadece bir “insan” değil, “Kutsal Ruh” üzerinden tanrısal özelliğe sahip olan, Tanrı le bütünleşen bir varlıktır. Şöyle der Kıvılcımlı:
Çünkü yalnız Hristiyanlıkta iki şey vardır:
1 – Verke (eylem) cisimleşir. “İnsan-Tanrı” yahut “Tanrı – İnsan”da insanın kişi bilinciyle evrensel bilinç arasındaki ayrılık ortadan kalkar.
2 –……
Richard E. Rubinstein 2000’lerin başında yayınlanan “İsa Nasıl Tanrı Oldu” adlı eserinde, İsa’nın bu tanrılaştırılma sürecini tarihsel bağlamda inceler. Hristiyanlığın ilk yıllarında İsa’yi (tıpkı geçmişteki Musa ve ilerdeki Muhammed gibi) sadece bir insan, Tanrının elçisi, bir peygamber olarak gören görüşün “Arius’culuk” (Arianism) olarak ne denli yaygın olduğunu, buna karşılık İsa’yı bir Tanrı yapmaya çalışan Kilise ve Roma Devleti’nin bu yaklaşımlarının ardındaki siyasi güdüleri anlatır. Özellikle, Avrupa’da kilisenin ve egemenlerin İsa’yı “Tanrı yapma” konusundaki temel güdüyü, Kıvılcımlı şöyle yakalamıştır:
Babahana tapan galip barbar yığınlarına: ancak, insanla tanrıyı aynılaştıran İsa tipinde bir tanrı uygun düşebilirdi.
Gerçekten de, kilisenin Avrupa’daki yeni (ve belki de yegâne) “müşteri kitlesi” olan, ve geleneksel olarak Thor, Odin, Freya gibi “İnsan-tanrı”lara tapan barbar Germen yığınlarına uygun düşen tek yaklaşım buydu ve bu çerçevede İsa “ortak cevherli” (consubstantiel), yani hem insani, hem de Tanrısal öze sahip bir varlık olarak betimlendi; onu sadece “insan”” olarak gören Arianism bir sapkınlık sayıldı ve bastırılarak süreç içinde yok edildi.
Çağdaş fizikte derinleşme
Gerek Hegel’le ilgili yorumlarında, gerekse kitabın son bölümlerindeki analizlerinde Kıvılcımlı’nın fizikteki Einstein devrimiyle yakından ilgilendiğini ve bu konuda ciddi bilgi sahibi olduğunu görüyoruz. Bu konuların Türkiye’de sol içinde popülerleşmesini sağlayan eserler (Einstein ve Leopold İnfeld’in “Fiziğin Evrimi” ve Bertrand Russel’ın “Rölativitenin Alfabesi”) 70’den sonra basılmasına rağmen, Kıvılcımlı daha o zamanda Einstein, Poincaré, Minkowski, Nordmann gibi bilginlerden alıntı yapmakta, bu devrimin matematikte ve fizikte getirdiği yeniliklere oldukça aşina olduğunu göstermektedir. Gauss’un dışbükey yüzeylerde üçgenin iç açılarının toplamının 180’i aştığını göstermesi, Öklid geometrisinin aşılması, son bölümlerde bahsedilen Lorentz-Fitzgerald dönüşümü (yüksek hızlarda cismin kütlesi ve boyutlarında oluşan değişimi belirten katsayı), zamanın dördüncü boyut olarak kavranması, Einstein’ın getirdiği uzayın “eğriliği” (geodesique çizgiler) yaklaşımı.. Kıvılcımlı Marksist bir düşünür olarak bütün bunlarla ilgilenmekle kalmamakta, bunların maddeci diyalektik açısından taşıdığı anlamı ve getirdiği yeni soluğu tanımlamaya çalışmaktadır. Aktif bir siyasi militan olarak çağının en ileri bilimsel ve felsefi birikimiyle yüzleşme ve onu kavramayı bir devrimci sorumluluk olarak gören bu hassasiyetiyle Kıvılcımlı, sadece bu kitabı yazdığı 60’larda değil, belki de hala sol hareketimizde aşılamamış bir figür olmaya devam etmektedir.
Sonuç:
Kitabın sunuş yazısında belirttiğimiz gibi, Kıvılcımlı bu çalışmasıyla ilk defa Hegel’i, en azından Türkiye’nin ilerici ve sola aşina okur kitlesi için anlaşılabilir ve kavranabilir kılmış, Hegel’in hem sahip olduğu muazzam devrimci özü, hem de onun tutucu yönünü tarihsel bağlam içinde analiz etmiş, Marx’a devrettiği mirası tüm zenginliği ile ortaya koymuştur. Bu mirası yeniden düşünmenin Marksist düşüncenin çağdaş sorunları konusunda yeni olanaklar sunabileceğini yazımızda göstermeye çalıştık. Öte yandan Kıvılcımlı’nın, esas konusu olmamasına rağmen “geçerken” yaptığı bir dizi zekice tespit, çağdaş düşünce dünyasındaki önemli çalışma ve yaklaşımların ip uçlarını içermektedir. Dileğimiz bu eserin ülkemizin okur kitlesi tarafından hakkı verilerek okunması ve bizim bu yazımızda aktarmadığımız, (belki farkına dahi varamadığımız) çok sayıda önemli aydınlatıcı düşüncenin bilince çıkarılmasıdır.
(yaziportali.org)