Eser SANDIKÇI yazdı: Kıvılcımlı’nın “toplumsal trajedimiz” olarak tariflediği patriarkal yapı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği tüm yakıcılığıyla devam ediyor. “Kadının tarih ve toplum dışına bırakılmasından doğan dilsiz trajediyi kavramadıkça hiçbir sosyal meselemizi çözemiyoruz.”
Bu yazı 2013 yılı Ocak ayında düzenlenen Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’na sunulan Kıvılcımlı’nın Kadın Sosyal Sınıfımız adlı makalesinin feminist okuması isimli bildiriye tekrardan ön söz olması niyetiyle yazılmıştır.
Bu sempozyumda yolu Hikmet Kıvılcımlı ile karşılaşmış iki kadınla, Latife Fegan ve Hikmet Sarıoğlu ile birlikte aynı oturumda yer almıştım. Siyasi Haber sitesinin Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümünde yayınlanmak üzere bu konuda yazmamı istemeleri sebebiyle Kadın Sosyal Sınıfımız adlı çalışmayı çok uzun yıllar sonra yeniden okuma fırsatı yakaladım. Kıvılcımlı’nın 1968 yılında kaleme aldığı, ancak on yıl sonra 1978’ de yayınlanan bu yazısını 2020 yılında yeniden okumanın beni yeniden etkilediğini paylaşmak isterim.
Kadın Sosyal Sınıfımız adlı çalışmanın Kıvılcımlı tarafından yazıldığı yıllar dünyada ikinci dalga feminist hareketin yaşam bulduğu yıllara denk düşmekteydi. Ancak ikinci dalga feminist hareket ülkemizde yansımalarını o yıllarda henüz bulmamıştı. Osmanlı’da yirminci yüzyılın başında oluşmaya başlayan kadın hareketi ise cumhuriyet tarihinde kesintiye uğramış durumdaydı. 1960’lardan itibaren kitleselleşen gençlik ve işçi hareketlerinin ve de sosyalist mücadelenin içinde kadınlar oldukça yoğun olarak yer alsalar da bağımsız bir feminist hareketin oluşması 1980’li yılları bulmuştu.
Hikmet Kıvılcımlı’nın da mensubu olduğu sosyalist hareketin içinde; feminist mücadele, toplumsal cinsiyet, patriarka/ataerki/ erkek egemenliği, kadına yönelik şiddet tartışmaları henüz bu kavramlarla ve bu teorik düzlemde yapılmamaktaydı. Sosyalist hareketin o yıllarda feminizme yönelik sert eleştirileri bulunmaktaydı.
Böyle bir siyasal iklim içinde Kıvılcımlı tarafından yazılan bu makalede; kadınlar ayrı bir sınıf olarak tanımlanmakta ve patriarkal yapı çok açık ve ayrıntılı biçimde tariflenmekteydi. Özellikle coğrafyamıza özgü patriarkal yapılanma tüm çıplaklığıyla ortaya konmakta; sınıflar üstü erkek dayanışmasına işaret edilmekteydi. Kıvılcımlı, toplumdaki kadınların erkekler tarafından ezilmesini ve sömürülmesini; bütün toplumsal sorunların temeli ve “bütün insani ilişkileri son derece yozlaştıran birinci sakatlığımız” olarak tanımlamaktaydı. Kadın düşmanlığı ve kadına yönelik erkek şiddeti son derece açık ve tüm toplumsal sorunların kaynağı olarak siyasal bir metinde yer bulmuştu.
Dönemini aşan bu cesur tezlerin kaynağı neydi? Kıvılcımlı; cumhuriyet öncesi Osmanlı’nın son döneminde doğan bir kuşağın üyesiydi. Çocukluk yıllarına denk gelen gümbür gümbür kadın hareketinin etkisini hissetmiş olmalıydı. Bu dalganın izlerinin onun gençlik yıllarına kadar sürüyor olması muhtemeldi. Bütün yaşamı mücadeleyle geçen Kıvılcımlı’nın kadın yoldaşlarının ona öğrettiği şeyler vardı kuşkusuz. Aynı zamanda yaşadığı toplumun eşitlikçi temelde dönüşümünü yürekten bir şekilde arzulamanın getirdiği kendi yerelliğini anlama çabasının ürünü olmalıydı. Kadına yönelik şiddet ve sömürü o yıllarda da açıkça ortadaydı, ancak siyasal bir gündem olarak tarifleyebilmek başka bir tarihsel deneyim ve cesaretin ürünü olmalıydı.
2013 yılı Ocak ayında Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsünde gerçekleşen Kıvılcımlı sempozyumunda sunduğum bu bildiride “Kıvılcımlı, makalenin ağırlıklı bir bölümünü, her türü özgürlük mücadelesi karşısında finans- kapitalin İslam dinini, kadın bedeni ve cinselliğini tahakküm altına alma suretiyle, bir gericilik mekanizması olarak nasıl kullandığını örnekler üzerinden tartışmaya ayırmıştır.” diyerek makaleye atıfta bulunmuştum.
Kıvılcımlı ise şu sözlerle ifade ediyordu:
“Gerici demagoji, Abdülhamit istibdadı zamanı Meşrutiyet için, Meşrutiyet zamanı Hürriyet için, Cumhuriyet zamanı Demokrasi için, en sonra Sosyalizm için bıkmadan, usanmadan yalnız bu temayı işlemiştir. Geniş hak yığınları içine hep o ‘Avrat elden gidiyor!’ fobisini umacılaştırmıştır.”
“Nereden kalksak, düz veya ters yanıyla “dişi”elemandan daha yararlı gericilik silahı bulunmuyor. Kara yığınları her zaman kolayca kışkırtıp, körü körüne coşturan en sosyal patlayıcı madde kadın oluyor.”
Sempozyumdan beş ay, Kıvılcımlı’nın makaleyi yazmasının üzerinden 45 yıl sonra ülke tarihinin en büyük çaplı ve en kitlesel toplumsal hareketlerinden olan Gezi Direnişi’ni yaşadık. Direnişin ilk günlerinde; sempozyumun yapıldığı mekanının çok yakınında Kabataş’ta, direnişin toplumsal etkisini azaltmak özelikle muhafazakar kesimin direnişle bütünleşmesinin önüne geçmek için, yine kadın bedeni ve cinselliği üzerinden bir komplo hayata geçirilmeye çalışıldı. Tıpkı Kıvılcımlı’nın aktardığ tarihsel örneklerde olduğu gibi. Tarihe Kabataş yalanı olarak geçen bu olayda bir kez daha kadın bedeni üzerinden toplumsal mücadelenin karşısında toplumun bir kesimi “kışkırtılmaya” çalışıldı.
Kıvılcımlı’nın “toplumsal trajedimiz” olarak tariflediği patriarkal yapı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği tüm yakıcılığıyla yaşamaya devam ediyor. Kıvılcımlı’nın da vurguladığı gibi: “Kadının tarih ve toplum dışına bırakılmasından doğan dilsiz trajediyi kavramadıkça hiçbir sosyal meselemizi çözemiyoruz.” Makalenin yazıldığı yıllardan farklı olarak, o yıllardaki mücadeleler üzerinden gelişen; patriarka ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine açıkça konuşan ve siyaset üreten bir kadın hareketimiz var. Dünyadaki kendinden önceki ve mevcut tüm dalgaları yakalayan hatta yarattığı kitlesellik ve hareketlilikle kendi coğrafyasında dalga yaratan feminist hareketimiz bu dilsiz trajediyi artık söze ve eyleme döküyor.