MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Her biri birbirini tetikleyen, sarmalanan iktisadi, siyasi, toplumsal ve uluslararası krizler öyle görünüyor ki muayyen bir evrede temayüz etmesi kaçınılmaz olan bir devlet krizini besliyorlar.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Mor ve Ötesi grubunun onlarca müthiş şarkısından belki de en güzellerinden olan “Kış geliyor” şarkısı şöyle başlar: “Kış geliyor bağıra çağıra…” memleket ahvalinde de her ne kadar baharın gelebileceği, her şeyin güzel olacağı umulan bir eşikte durulduğuna dair bir beklenti söz konusu olsa da bizleri gittikçe yaklaşan sert bir kışın beklediği de görülebiliyor. Bu metin tekrarlanan İstanbul seçimleri için oy kullanma işlemi devam ederken yazılıyor. İmamoğlu’nun zaferiyle sonuçlanacak olan seçimlerin yaratmış olduğu nikbinlik atmosferinden ötürü, söz konusu seçimin Saray rejimin geriletilmesinin ve hızlanarak adım adım devam edecek çözülmesinin dönüm noktalarından biri olabileceğinden ötürü, oluşan büyük ilgiden ve beklentiden ötürü, yükselerek gelen kriz dalgaları şimdilik göz ardı ediliyor/edilebiliyor. Elbette sözlerimize başlamadan evvel Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarının hülasasını veren İstanbul’daki halklarımızın saray rejimine karşı elde etmiş oldukları zafer şan olsun demek gerekir. Yüreği adalet, eşitlik, barış, halkların kardeşliği ve özgürlük için çarpan herkesin, tüm emekçi halklarımızın zaferi kutlu olsun. Umarız ki -öyle de olacaktır- bu daha başlangıç olsun! Yan yana gelerek, birleşerek, örgütlenerek yürüyeceğimiz nihai zaferimizin kilometre taşlarından biri olabilsin.
Ne var ki Saray rejiminin çözülüşü ve çöküşü pek de öyle umulduğu gibi yumuşak bir geçişle, suhulet içerisinde olacak gibi görünmüyor. Öyle olabilmesi de esasen eşyanın tabiatına, tarih, siyaset ve toplum bilimlerinin deneyimlerle ortaya konan olgularına aykırı olurdu. Zira Saray rejimi üst üste binen, iç içe geçerek gittikçe büyüyerek ilerleyen bir krizler dalgasıyla birlikte çözülüyor. Çözülüşün endişesi ve hesap verme/hesaplaşma günlerinin yaklaşıyor olmasının verdiği korkuyla Saray rejimin giriştiği hamleler, hiddette sarıldığı politikalar bu krizleri ivmelendiriyor; belki de daha da içinden çıkılmaz, çetrefil biçimlere eviriyor. Öyle ki her biri birbirini tetikleyen, sarmalanan iktisadi, siyasi, toplumsal ve uluslararası krizler öyle görünüyor ki muayyen bir evrede temayüz etmesi kaçınılmaz olan bir devlet krizini besliyorlar.
Tekrarlanan seçim vesilesiyle dikkatler iç siyasete ve yerel krizlere odaklanmış olduğundan ötürü aslında yerel krizlerin nedeni ve esas tetikleyicisi olan bölgemizde yoğunlaşan ve artık her an daha büyük bölgesel bir yangını alevlendirebilecek kıvılcımlar saçmaya başladığı teşhis edilebilen emperyalizmin küresel krizi hak ettiği ilgili göremiyor diyebiliriz. Oysa ki hususiyetle bölgemiz herhangi bir hegemonik gücün ortada olmadığı, statükonun belirsiz bir anda bulunduğu, bunlara bağlı olarak da pek çok odağın ve dinamiğin aynı anda hareket halinde olduğu, kendince inisiyatifler geliştirmeye çalıştığı, kendileri açısından çıkışlar aradığı, bu vesileyle de birbiriyle sürtüştüğü, çarpıştığı kaotik bir durumda bulunuyor. Şüphesiz ki bu düzensiz görünen hareketliliğin ortaya çıkardığı yahut sıkıştırdığı enerji her an şu an içinde bulunduğumuz durumdan daha sarsıcı bir patlamayı meydana getirebilir.
Esasen dış politika, iç politikanın bir devamı olsa da, bu daha çok, bağımsız ülkeler için geçerli bir tespittir. Türkiye gibi sömürge ülkenin, bağımlı bir ülkenin dış politikası ancak belirli noktalara kadar iç politikayla bağlantılı olabiliyor. Türkiye siyasi olarak ABD’ye ve NATO’ya, ekonomik olarak AB’ye bağımlı ortaklaşa bir sömürge olduğundan çoğu kez dış gelişmeler iç siyasete daha kuvvetli bir biçimde yansıyor, hatta belirleyici olabiliyor. Her ne kadar içeride yağma, talan ve savaş ekonomisine yaslanan bir ekonomi politikası izleyen Saray rejimi, bu savaş, rant, yağma politikalarını dış politikaya da yansıtmak istiyorsa da bu çabaların doğası gereği bir limiti söz konusu oluyor. ABD’nin dış politikasının, özelde ise Ortadoğu politikalarının gereklerine göre ayarlanmış Türkiye’de bu politikalara bağlı gelişmeler, sarsıntılar, şekil alışlar iç siyasette misliyle karşılık buluyor, iç siyasette belirleyici bir etki yaratıyor.
İşte bu minvalde içerde her geçen gün sıkışan ve gerileyen Saray rejimi, aynı zamanda daha belirleyici ve şüphesiz sarsıcı biçimde dış politikada da sıkışıyor, geriliyor. ABD’nin izlemiş olduğu politikalarla, atıldığı sonucu belirsiz maceralarla yeni krizlere ve sıkışmalara doğru sürükleniyor. Her ne kadar Rusya ve ABD arasındaki çelişkilerden yol alan “kurnaz” bir politika yürüterek kendine alan açmaya çalışsa da bu şark kurnazı politikaların limitlerine dayandığı, yakın bir vadede büyük bir gürültüyle duvara toslayacağı ve içerde memleketi daha büyük belirsizliklere sürükleyeceği aşikâr görünüyor.
Bir diğer yandan ise İhvan hareketi için bir sıçrama tahtası olacağı umulan Suriye kundağının bozguna uğrayarak İdlip’e sıkışmasının ve İhvan’ın iktidarı ele aldığı ülkelerdeki halk düşmanı, neo-liberal politikalarının tetiklediği yeni bir Arap ayaklanmaları dalgasının Cezayir’den, Tunus’tan Sudan’a uzanan coğrafyalarda domino etkisiyle İhvancı iktidarları alaşağı ediyor olması. Böylelikle İhvan’ın bölgesel tasfiyesinin hızlanıyor olması, hatta Mursi’nin şüpheli ölümüyle fiziki tasfiye aşamasına gelmiş olması, Saray rejimini kendi sonunun da yaklaştığı konusunda güçlü bir endişe ve tedirginliğe sevk ediyor olmalı. Ağırlıklı olarak halklar cephesinden gelen bu yıkıcı endişe sebebinin yanında yukarıda bahsini ettiğimiz şark kurnazı politikalar ile ABD güdümlü siyasetlerin neden olduğu S-400 krizi, İdlip açmazının yan sıra, Doğu Akdeniz’deki gerilimi birlikte düşündüğümüzde Saray rejimi açısından zorlu bir sürecin kendilerini beklediği, imkânların azaldığı, daralmanın sıkışma boyutlarına ulaştığı bir aşamaya gelindiği görünüyor.
Ancak esasen sarsıcı olan dalganın Körfez üzerinden geliyor olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin İran’a karşı saldırı planı içerisinde olduğu, hiç değilse İran’ın kuşatılması konusunda sert güç kullanımının ağırlık kazanacağı, artık iki devlet arası restleşmeler yer yer savaş naraları atma safhasına erişmiş durumda diyebiliriz. ABD, İsrail’le birlikte bir yandan başta Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerini İran’a karşı bir cephede toplamaya çalışıyor, bu ülkeleri savaşın zorunluluğuna ikna etmek için yoğun bir çaba sarf ediyor; bir yandan da İran rejimine karşı bir uluslararası medya kampanyası yürütüyor. Diğer yandan ise geçen ay içerisinde onaylanan bölgeye yeni 120 bin asker sevk etme kararıyla hızlanan, onu takip eden yeni bir grup uçak gemisini Basra Körfezine konuşlandırmasıyla artan bir biçimde bölgeye askeri tahkimatını artıyor. Söz konusu askeri hareketlilik kaçınılmaz olarak sıcak temasları tetikliyor. Öyle ki bir hafta önce Umman körfezinde iki petrol tankeri tartışmalı bir şekilde saldırıya uğradı. Bu saldırının yaratmış olduğu gerginliğin yükselttiği tansiyon düşmemişti ki bu defa da İran Devrim Muhafızları Ordusu ülkenin güneyindeki Hürmüzgan eyaletinde ABD Hava Kuvvetleri'ne ait 'casus' insansız hava aracını (İHA) düşürdüğünü duyurdu. Artarak süreceğini tahmin ettiğimiz bu sürtmüşlerin ve karşılıklı tacizlerin hangisinin 30 yıl önce yaşanan tanker savaşları gibi bu defa daha kapsamlı bir sıcak çatışmalara yol açacağını kestirmek güç olsa da kaçınılmaz olduğunu söyleyebilmek mümkün görünüyor.
Şüphesiz ki böyle bir çatışma durumunda ABD’nin saldırısı bölge genelinde daha fazla kaos yaratacak, daha fazla insanı yerinden edecek, daha fazla mülteciye neden olacak, geride çok daha fazla ölü sivil bırakacak, harap olmuş şehirler ile örgütlenecek radikal direniş gruplarına katılmaya hazır çok daha öfkeli ruhları ortaya çıkaracaktır. Bir yandan ABD, Afganistan ve Irak’ta içine düştüğü gibi bugün artık “bitmeyen savaş” olarak adlandırılan yeni bir kazanamayacağı savaşa girerken bölgemizi yukarıda sıraladığımız büyük insani krizlere ve belirsizliğe sürükleyecektir. Bölgemiz hâlihazırda devam eden savaşların yanı sıra yeni bir sonsuza kadar süren savaşlar arenasına dönüşecektir. Sıraladığımız insani felaketlerin yanında elbette ABD, İran’a karşı kampanyasında Türkiye’yi yanında isteyecektir. Her ne kadar S-400 krizi ve İdlip’teki oyalama rolü nedeniyle Rusya’yla yakınlaşma söz konusu görünse de bir NATO ileri karakolu olarak örgütlenegelmiş Türkiye ve ABD tetikçiliğiyle temayüz etmiş Saray rejimi ve idari kadrosu bu kampanyada rollerini alacaktır. İçeride hızla zemin kaybeden ve bir gerileyiş sürecine giren Saray rejimi iktidarını korumanın bir yolu olarak elinde meşaleyle bölgemizde savaşı yaygınlaştırmaya teşne olabilecektir. Unutulmamalıdır ki her savaş aynı zamanda bir iç savaştır. Muhalefetin yükselişe geçtiği, sözünü ettiğimiz krizlerin aynı anda ivmelendiği ve idaresi zor biçimler kazandığı Saray rejiminin ise zemin kaybettiği bir düzlemde Saray rejimi toplumda yükselen rahatsızlık ve itirazları bastırmanın mundar ömrünü bir süre daha tek adam sultası altında sürdürebilmenin bulunmaz bir fırsatı olarak bu seçeneği değerlendirmek isteyebilecektir. Böylesi bir senaryonun halklarımız için, emekçiler için nasıl bir tabloyu ortaya çıkaracağı da açıktır.
Elbette bizim açımızdan, halklar açısından, emekçiler açısından tablo karanlık görünse de bu karanlıktan çıkmak mümkündür. İstanbul seçimlerinin yaratmış olduğu atmosfer ve vermiş olduğu dersler, misaller bu çıkış için bir nebze olsun bir başlangıç imkânı vermektedir. Bu tablodan çıkış, egemenlerin ve muktedirlerin oyununu bozmak ancak halkların ortak mücadelesiyle, yan yana gelmeleri çoğaltmakla, örgütlenmekle mümkündür. Bitirirken Mor ve Ötesi’nin başlangıçta bahsettiğimiz leziz şarkısı şöyle devam etmektedir: “Yeni adamla yeni kadın doğmadan zordur.”