Türkiye Sosyalist Hareketi ve demokrasi güçleri, AKP-MHP-Ergenekon Faşist İktidar Bloku’nun karşısında henüz sahici bir siyasal alternatif olarak ortaya çıkamadı. Sosyalist hareketimiz, özellikle son 7-8 yıllık ağırlaşarak devam eden koşullar ve karşımızdaki tehditlere yönelik yaklaşım farklarını geniş bir zeminde tartışamadı, kendisini bir mücadele programıyla demokrasi güçlerinin öncülüğünü yapacak düzeye sıçratamadı. Sosyalist hareketin “çocukluk hastalıkları” olan rekabetçilik ve sekterizm; faşist kurumsallaşmanın engellenmesi ve faşizmin püskürtülmesi noktasında yine en zaaflı yanını oluşturdu.
31 Mart Seçimlerinin önemine dair bir vurguya artık gerek yok. İstanbul’un, Amed’in, Urfa’nın, Hakkari’nin, Şırnak’ın seçimi olarak 31 Mart Seçimlerinde Faşist Blok, kritik kentleri ele geçirerek faşizmin kurumsallaşması için gereken sıçramaya bir adım daha yaklaşmak istiyor. Buna karşın sosyalist hareket henüz kararlı bir ortak davranış ve ortak mücadele düzeyine girişmedi; militan, meşru, fiili, demokratik, kitlesel mücadele alternatifini kitleler karşısında görünür ve elle tutulur biçimde ortaya çıkaramadı.
Peki sosyalist hareket, bu çarpışmada, iktidarın yeni bir darbe yoluyla faşizmin kurumsallaşması tamamlama girişimine karşı hangi direniş hattını çekecek? Bunun cevabı için geç kalınmış olsa da bulunduğumuz yerden ileri gitme niyetimiz varsa, oturup sızlanmaya ya da birbirimize etiketler fırlatmaya değil, problemin nedenlerini kavrayıp bir yanıt üretmeye çabalamalıyız.
Faşizm ve faşist kurumsallaşma
Hem Türkiye hem dünya sosyalistlerinin yoğun tartışma konularından biri de faşizmin niteliği sorunu olageldi.
Lenin, “Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder” derken devlet tartışmasında anahtar bir yaklaşım ortaya koyar. Emperyalizm çağında demokrasi barutu ve yeteneği tamamen tükenen burjuvazi evrensel olarak siyasi gericilik yönelimine sahiptir ve sermaye sınıfı iki temel eğilime sahip olur. Genel olarak demokrasinin yerine oligarşinin geçtiği tekeller çağında, işçi sınıfının siyasal hakları ya biçimsel olarak hayale dönüştürülür ya da askeri diktatörlük, faşizm gibi açık diktatörlükler yoluyla büsbütün ortadan kaldırılır.
Tabii ki, dünyanın her yerinde bu dönüşüm aynı biçimde gerçekleşemez. Her ülkenin burjuvazisi, kendi içsel dinamikleri ve farklı düzeylerdeki koşulları nedeniyle farklı güzergahlar izler.
Türkiye özelinde ise faşizm üzerine tartışmalar hala kısır bir düzlemde devam ediyor. Tartışmanın esası faşizmin nesnel niteliklerini ortaya koyup bu koşullara uygun araç ve yöntemlerin yaratılması ekseninden ziyade herkesin aklındaki kavramı bir diğerine ötesini berisini izah etme ihtiyacı dahi bulmadan fırlatmak biçiminde gerçekleşiyor.
Genel olarak faşizmin, sosyalizm saflarında hala büyük oranda vahşet, gaddarlık, kan dökme gibi eylemlerin boyutuyla ele alınması alışkanlığı sürüyor. Dolayısıyla sopayı her gördüğünde sopayı tutana faşist nitelemesi yapmak çok basitleşiyor. Faşizme karşı mücadele, bu çarpık ve sığ yaklaşımlar ve “esmese de gürleyen” sloganlar etrafında hedefsizleşiyor. Bu yaklaşım sahipleri faşizmin bir devlet biçimine tekabül ettiği, bütün burjuvazinin değil bu yönelimdeki burjuvaların faşist olarak nitelenebileceği yönündeki görüşleri “Sisteme faşizm diyememek” gibi, çocukça hezeyanlarla savuşturuluyor. Sosyalist hareketimizin bu kümelerinde faşizm, bir devlet biçimini, bir olguyu ifade etmekten ziyade “ne kadar devrimci olduğunun” turnusolü haline getiriliyor. Bu yaklaşımlar, yaşadığımız koşulların ve var olan devlet biçiminin nesnel niteliğinin ortaya konulması gibi bir dert taşımıyor. Başta bahsettiğimiz çocukluk hastalıkları, faşizm sorununu kitle konsolidasyonunun aracı haline getiriyor. Devlet biçimi ve ona karşı mücadele yöntemleri sorunu es geçilerek “100 yıllık” faşizm gibi absürt izahlar getirilebiliyor.
Kitle konsolidasyonu ve propaganda malzemesi yapılması dışındaki yaygın bir ikinci durum ise devrimci politikanın sterilliğe kurban edilmesidir. Devlet biçiminin nesnel tahlili ve bu tahlile uygun araç ve yöntemler sorunu böylece ötelenmiş olmaktadır. Sonuçta eğer sürekli faşizm varsa ve bu hiç değişmiyorsa bu tartışmayı yapmaya ne gerek var! Koşullar, düzey, nitelik; hiçbiri önemli değildir. Karşımızdaki devlet aygıtına karşı doğru yöntemle doğru araçla mücadele etmek gibi bir dert yoktur. Daima faşizm vardır, arada gizlenir arada açığa çıkar ama hiç değişmez! O yüzden önceden ne yapıyorsak aynen devam etmekte de bir mahsur yoktur, en fazla başımıza gelecek olan birkaç arkadaşımızın daha tutsak alınması olur!
Eğer mücadelenin yönünü kendi keyfimize göre değil olgulara göre tayin edeceksek; iktidarda oligarşi mi, faşizm mi, askeri diktatörlük mü ya da hangi örtülü\açık diktatörlüğün olduğunun tespiti; mücadeleye başlamak için zorunlu koşuldur. Ancak olguları kulak arkası edip, neyin ne durumda olduğunun tespitine girişmeyecek ve devlet biçimini “şiddetin düzeyinden” ibaret tanımlayacaksak, güncel mücadele vermemiz ya da verdiğimiz mücadeleyi başarıya ulaştırmamız imkansızdır.
Faşizmle ilgili Dimitrov’un “finans kapitalin, en gerici, en şoven, en emperyalist kesiminin açık terörist diktatörlüğü” şeklindeki izahı büyük oranda kabul edilse de, içindeki kavramlar bir süsmüş gibi bu kavramların ne anlama geldiği hiç umursanmaz. “En” gerici, “En” şoven, “En” emperyalist kimdir sorusu cevapsız bırakılır.
Bu tanımdan anlıyoruz ki burjuvalar arasında da siyasal farklılaşmalar olur ve faşizm bunların hepsinin değil “bir kısmının” diktatörlüğüdür. Öte yandan Dimitrov’un tanımı genel olarak faşizmin tipik niteliklerini ifade eder. Ancak faşizm hakkında tam anlamıyla bir tanımlama vermez. “Oligarşi egemen sınıflar ittifakı ve devlet biçimidir” dediğimizde oligarşinin niteliğini ne kadar ortaya koymuş olursak, bu tanımda da o kadar koymuş oluruz. Dolayısıyla bu tanımla yetinemez ancak bir çerçeve çizmiş ve analizimizin kapsamını belirlemiş oluruz. Ancak faşizme karşı mücadelenin taktiklerini sahici biçimde ortaya koymak istiyorsak onu daha detaylı bir incelemeye almak zorundayız.
Sınıflı toplumlar boyunca çeşitli diktatörlük biçimleri karşımıza çıkar. Ancak bunlar sopayla ve şiddetin derecesiyle tanımlanamaz. Çünkü devlet zor tekelidir ve zorun uygulanmadığı hiçbir devlet biçimi yoktur. Hepsi de yeri geldiğinde ezilenlere karşı sopasını ortaya çıkarır. Eğer her sopa gördüğümüzde faşizmden bahsedeceksek, burjuva devlet biçimlerinden faşizm dışındakilerin “sahici bir demokrasiye” sahip olabileceğinden bahsetmiş oluruz ki bu emperyalizmin temel karakteristiklerinin inkarı anlamına gelir. Bunun sonucunun da reformizm olması kaçınılmazdır. Sonuçta eğer burjuvazinin sahiden, gerçek anlamıyla demokrasiyi icra edebilecek yeteneği varsa, tarihte sayısız sapma gibi neden bu yolu seçmeyelim ki!
Faşizm, kriz içindeki tekelci burjuvazinin en gerici, en şoven, en emperyalist kesimlerinin kendisini açık terörcü diktatörlük dolayımıyla kurtarma hamlesidir. Tehdit gördüğü tüm muarızlarına karşı iktidarını mümkün olduğunca uzun süre daha devam ettirebilmek amacıyla etrafındaki bütün güçleri muarızlarının karşısına dikme reaksiyonudur. Ancak bu, ha deyince gerçekleştirilemez. Faşizm ancak eski devlet biçiminde var olandan farklı bir yaklaşımı, örgütlenme tarzını ve kitlesel bir karşılık yaratabilirse bu saldırıyı başlatacak olanaklara sahip olur.
Sınıflı toplumlarda zor, devlet tarafından içerilmiş ve kurumsallaşmıştır. Devlet zoru iki şekilde karşımıza çıkarır: İlki, örtülü (gizli) diktatörlük biçimleri yoluyla ikincisi de açık diktatörlükler yoluyla. Devletin üzerindeki örtü, burjuvazinin demokrasi aldatmacasını sürdürmesinin aracıdır. Belli aralıklarla gerçekleşen seçimler, referandumlar gibi illüzyonlarla bu örtü korunur. Örtünün, burjuvaziye ayak bağı olduğu dönemler de yaşanır. Bu ayak bağından kurtulmak için burjuvazi, tarihte askeri diktatörlükler, Bonapartizm, faşist diktatörlük gibi açık terörist diktatörlüklere geçiş güzergahına girebilir.
Faşizm, açık diktatörlükler içinde diğerlerine nazaran en özgün konuma sahip devlet biçimidir. Faşizm, kitleler içinde örgütlenme, propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürüterek ezilenlerin saflarında kendisine karşılık yaratır. En önemli farkı kitlesel gücüdür. Hali hazırdaki devlet güçlerinin ve sivil-askeri bürokrasinin, finans-kapitalin ihtiyaçlarını karşılama yeteneğinin zayıflamasıyla yaşanan kriz, kitle desteğiyle aşılmaya çalışılır. Faşist hareketler bürokrasi içinde konumlanır, mafya bu organlar içinde daha fazla hareket kabiliyeti kazanır. Özellikle bizim gibi demokratik devrimin gerçekleşmediği, dolayısıyla siyasi gericiliğin hızla yaygınlaşabildiği yarı-sömürgelerde faşizmin gelişimi daha hızlıdır.
Faşizmin iktidar katına yerleşmesi için faşistleşme döneminin yaşanması zorunludur. Bu dönem “faşizmin kurumsallaşması” dönemine tekabül eder. Faşistler bu süreçte hem kitle güçlerini artırıp konsolide etmeye hem de bürokrasi, ordu, polis ve geniş örgütlenmeler aracılığıyla güç biriktirmeye çalışır. Sivil-askeri bürokrasi içindeki örgütlenme, eski devlet aygıtının faşist diktatörlük olarak yeniden dizaynı için önemlidir. Hitler’in sözleri faşistler için bunun önemini ortaya koyar:
“Eski devleti yıkmanın yeterli olmadığını, yeni devletin önceden kurulmuş olması ve hazır bir halde bulunması gerektiğini anladık… 1933’te devletin şiddet hareketiyle devrilmesi artık söz konusu değildi. Bu arada yeni devlet kurulmuştu. Bundan sonra yapılacak iş eski devletin son kalıntılarını yok etmekti ki, bu iş sadece birkaç saatimizi aldı.”
Faşistler özellikle iktisadi krizler içinde boğuşan yoksulları ve “imtiyazları” elinden alınmış, ücret bakımından nispeten rahat içinde yaşarken krizler sarmalında giderek yoksullaşan kesimleri hedef alır. Kitle gücünü buralardan devşirir. Sınıf örgütlerinin içine sızar ya da sınıf örgütleri inşa ederek işçi sınıfının saflarını allak bullak etmeye çalışır. Kendisini vatanın ve milletin çıkarlarının savunucusu olarak göstermeye çalışan faşist hareketin propagandası “yeni bir düzen” üzerine kuruludur.
“Faşizmin kurumsallaşması” faşizmin kitle içinde propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyetini tam gaz sürdürerek faşistleştirmeyi tırmandırdığı dönemi ifade eder. Faşizmi bu nesnelliğiyle değil de “öcü”lüğüyle kavramaya çalıştığınızda ise faşizmin kurumsallaşma süreci ve faşizmin kurumsallaşmış iktidarı arasındaki fark bulanıklaşır. Faşizmin kendisini tahkim ettiği bu süreç anlaşılamaz hale gelir ve “Bu nasıl faşizm daha şunu bile yapamıyor” gibi sığ spekülasyonlar karşımıza çıkar.
Faşist diktatörlüğün kurumsallaşma süreci aynı zamanda tekelci burjuvazinin kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarıymış gibi kitleleri ikna etme sürecidir. Amaç bellidir: Hitler’in “Devlet partidir, parti devlettir” dediği kurumsallaşma gerçekleştirilir. Faşizmin ünlü propagandisti Goebbels iki süreç arasındaki farkı şöyle tanımlıyor:
“Devleti ele geçirdiğimizde, bu devlet kendi devletimiz olacaktır (…) Eğer bugün, çürümüş bir sisteme karşı verdiğimiz mücadelede bir ‘parti’ olmak zorunda kalmışsak(…), bu sistemin yıkılıp gittiği andan itibaren, bizzat kendimiz devlet haline geleceğiz.”
Faşist hareket, kurumsallaşmasını tamamladığı andan itibaren toplumsal muhalefete hem kitle gücüyle hem de devlet gücüyle geniş bir saldırı başlatır. Artık yasaların bağlayıcılığı ya da kuvvetler ayrılığından söz edilmez. Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplanması faşist iktidara ve temsil ettiği tekelci burjuvalara büyük bir hareket serbestliği yaratır, bütün hesap verme mekanizmaları dağıtılır. Demokrasinin zerresi bırakılmamakla birlikte bütün karar süreçleri faşist liderin iki dudağının arasındadır. Yine Hitler bundan şöyle bahseder:
“Çoğunlukla alınan kararlar diye bir şey olmamalıdır. Yalnızca sorumlu insanlar olmalıdır(…) Kararı, yalnız bir tek adam alacaktır (…) Yalnız onun otoritesi ve emir verme hakkı olabilir … Parlamentosuz yapamayacaktır. Danışılan üyelerin, mutlaka fikirlerini alacaktır. Ama hiçbir toplantıda, oylamaya geçilmeyecektir.”
Faşizmin kurumsallaşması dediğimiz süreçte ise henüz güç dengeleri kurumsallaşma düzeyine gelmediği için faşistler iktidarda olsalar bile; faşist diktatörlüğün kurulmuş olduğundan söz edilemez. Faşistleşme ve kitleselleşme döneminin devam ettiği bu süreç; faşizmin kendisini tahkim etme, güç biriktirme, cephane toplama ve gerçekleştirmek zorunda olduğu geri dönülemez darbenin zeminini döşeme dönemidir. Bu dönemde tüm muhalefet, burjuvazinin faşist diktatörlükten yana olmayan kanatlarının dahi toptan ezilmesi için hazırlık dönemidir. Kuvvetler ayrılığının henüz görüntüde bile olsa tek elde toplanamadığı, muhalif basının tüm saldırılara rağmen varlığının sürdüğü, kitle örgütlerinin tüm engellemelere rağmen varlığını sürdürdüğü, gösteri ve yürüyüş hakkının tamamen ortadan kalkmadığı bir devlete faşist diktatörlük denilemez. Çünkü burjuvazi hala bazı örtülere ihtiyaç duymaktadır ve açık bir diktatörlük haline dönüşememiştir. Faşizm ise açık diktatörlük dışında var olamaz. Gizlenemez. Gizlenirse, kendi politikalarını icra edecek alan bulamaz.
Faşizm karşısında Üçüncü Enternasyonal
Böyle bir süreç ve tehditle yüz yüze gelen sosyalistlerin karşısına doğrudan antifaşist mücadele ve faşizme karşı birleşik cephe sorununu ortaya çıkar. Bu sorunun tartışılmasında temel mesele ise daima “ittifak güçleri” olmuştur.
Proletaryanın devrimci mücadelesinin önemli engellerinden biri olarak karşımıza dikilen sosyal demokrasinin ve çıkarları faşizmde olmayan burjuva kanatlarının konumu, faşizmin tarih sahnesine çıktığı anlardan itibaren sosyalistler arasında tartışma konusu ve önemli bir kafa karışıklığı olmuştur.
Tekelci burjuvazinin, proletaryanın sınıf savaşımını bir devrimle zafere götürmesinin önüne diktiği sosyal demokrasi; faşizmle olan çelişkilerinden kaynaklı olarak anti-faşist mücadelenin doğrudan ittifakı haline gelir.
Devrimin ittifakları sorunu ve antifaşist mücadelenin ittifakları sorunu, birbirinden bağımsız olmasalar da ittifak güçlerinde farklılıklar ortaya çıkar. Sosyal demokrasi, devrimci yükseliş karşısında tekelci burjuvazinin çıkarlarını korumak adına proletaryanın karşısına dikilecekken, faşizmle olan çıkar çatışmaları sonucu faşizme karşı konum almak zorunda kalır. Ancak sosyal demokrasinin kararlı bir antifaşist çizgi izlemesi, kendiliğinden kararlı antifaşist ittifaklar inşa etmesi karakteri gereği olanaksızdır. Dolayısıyla antifaşist cephe ancak kararlı antifaşistlerin öncülüğünde inşa edilebilir. Sosyal demokrasi, yaslandığı kitle tabanı itibariyle bu kararlı çizgiye “boyun eğmek” zorunda kalmalıdır. Bu da kararlı antifaşistlerin taktik yetenekleriyle orantılıdır. İşçi sınıfının faşizme karşı kararlı birliği, ittifakların da anahtarıdır. Kendisine karşı konumlanan tüm güçleri şiddetle ezmek, faşizmin siyasal kurumsallaşmasını tamamlamasının zorunlu konağıdır. Sosyal demokrasi de ancak bu hakikatin, faşistler dışındaki herkesin bu saldırıların hedefi olduğu gerçeğinin kavratılmasıyla antifaşist cepheye çekilebilir, kararlı tutum sergileyemese dahi faşizmden yana tutum alışlar engellenebilir.
Üçüncü Enternasyonal’deki faşizm tartışmalarından çıkaracağımız dersler, faşizm konusunda önemli veriler barındırıyor.
1915 sonrasında İtalya, Mussolini önderliğinde irili ufaklı faşist birliklerin kurulmaya başladığı ve bu birliklerin İtalya’nın kayıtsız şartsız savaşa dahil olması yönünde propaganda yürüttükleri bir dönemdi. Komünistler ise ağır bir bölünmeden çıkmış, sosyal-şovenizm ihanetinin yarattığı tahribatı yeni bir devrimci atılımla püskürtme gayretindeydi. Bir yandan savaş şiddetlenirken, burjuvazi vatan\millet sloganlarıyla, savaşın sonuçlarıyla karşı karşıya kalan kitleleri cezbetmeye çalışıyor diğer yandan faşistler başta gençler ve askeri bürokrasi içinde örgütlenmesini tırmandırmaya uğraşıyordu.
Faşizme yönelik tespitler ve antifaşist mücadelenin stratejisi, bir günde ortaya konulmadı. Clara Zetkin, Gramsci gibi isimler faşizme yönelik ilksel tespitleri yaparak antifaşist stratejiler geliştirmeye çalıştılar. Ancak Üçüncü Enternasyonal’in 7. Kongresi’ne kadar uluslararası komünist hareket faşizmin niteliği ve antifaşist mücadelenin stratejisi bahsinde uzun dönem ortak tavır alamadı, yalpalamaktan kurtulamadı ve bu yalpalama İtalya ve Almanya başta olmak üzere faşizmin iktidara gelmesi ve Avrupa çapında yayılmasında faşistler adına avantaja dönüştü.
Faşizm üzerine esaslı tartışma, Üçüncü Enternasyonal’in 1928’deki 6. Kongresi’nde gerçekleşti. Ekim Devrimi’nin etkisi ve kapitalizmin dünya ölçeğinde büyük resesyonunun yaklaştığı öngörülen Kongre’de “Sınıfa Karşı Sınıf” tezi temel strateji olarak kabul etti. Bu tezin arka planında; yaklaşan resesyonun işçi kitlelerinde büyük bir bunalım ve yoksulluk yaratacağı ve dolayısıyla ortaya çıkan huzursuzluğun yeni ayaklanmalara yol açacağı beklentisi vardı. Bu ortamda işçi kitlelerinin komünist partiler etrafında örgütlenmesi ve komünist öncünün kurmaylığında art arda devrimler gerçekleşebileceği öngörüldü. Faşizm bu dönemde Üçüncü Enternasyonal’in gündeminin diğerlerine nazaran daha ufak bir kısmını oluşturuyordu. Bu ortamda Üçüncü Enternasyonal, sınıf uzlaşmacısı Sosyal Demokrasi’yi esas mücadele edilmesi gereken güç ilan etti. Çünkü uzlaşmacı da olsa Sosyal Demokrasi de aynı işçi kitleleri içinde örgütlenmeyi en başa koyuyordu ve sahadaki en büyük siyasi rakipti. Faşizmin gelip geçici, bir çırpıda ezilebilecek, dönemsel bir hareket olduğu; Sosyal Demokrasi’nin faşizmden daha tehlikeli ve hatta faşizmin bir kanadı olduğu gibi tespitler yapıldı. Daha da ileri gidilerek Sosyal Demokrasi, sosyal-faşizm olarak adlandırıldı.
Tüm bu tespitler esas olarak hem faşizmi küçümsemenin hem de sekterizmin bir sonucuydu. Sosyal Demokrasi ancak açık siyasi faaliyetin gerçekleşme olanaklarının bulunduğu koşullarda örgütlenebilirdi ve faşizm bu yüzden Sosyal Demokrasi’yi de komünistlerle birlikte muarızlardan biri olarak görmekteydi. Komünistlerin bu gerçeği kavraması ve Antifaşist Cephe taktiğine dönüşü ancak 7. Kongre’yle gerçekleşti. Ancak aradaki kısa süreçte Naziler iktidara gelmiş, Alman Komünist Partisi kapatılmış, komünistlerin tüm örgütlenmeleri yasaklanmıştı. Sosyal Demokrasi bir süre daha varlığını korusa da o da Hitler’in gazabından nihayetinde kurtulamamıştı. Öte yandan büyük resesyonun işçileri devrimcileştireceği yönündeki kaba eğilim de hayatta karşılığını bulmadı. Sosyal demokrasi zaten uzlaşmacı çizgisiyle çoktan gözden düşmeye başlamıştı. Giderek yoksullaşan kitleler ya elindekilerden de olmamak adına geriye çekiliyor ya da daha küme küme faşist saflara geçiyordu.
Özellikle Alman KP’sinin kapatılması, işçi önderlerinin tutuklanması ve faşistlerin komünist harekete karşı yoğun bir saldırıya geçmesiyle Üçüncü Enternasyonal faşizm konusunda daha titiz, tutarlı ve döneme uygun bir hamle geliştirmeye girişti. Dimitrov’un bahsettiğimiz formülasyonu etrafında faşizmle çelişkiler yaşayan Sosyal Demokrasi ve liberallerin de yer alabileceği, işçi sınıfı ve komünistlerin temel gücü olacağı Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Üçüncü Enternasyonal tarafından hızlı bir geçişle kabul edildi ve bu cepheler faşizmin ezilmesinde oynadıkları rolle faşizm karşısındaki doğru strateji olduklarını kanıtladı.
Türkiye Sosyalist Hareketi’ndeki sekter ve rekabetçi eğilimlerin bir kısmı Faşizme Karşı Birleşik Cephe stratejisinin liberal bir strateji ve kendi sağından medet ummak olduğunu savunuyor. Ancak bu tespitlerin tarihte faşizmin ilerleyişinde nasıl bir zafiyet yarattığı, hangi stratejinin faşizm karşısında başarılı olduğu ortadadır. Dolayısıyla faşizme karşı mücadeleyi, onun ittifaklarını, burjuvazi arasındaki çelişkilerden nasıl yararlanılacağını, hangi araç ve yöntemlerin kullanılacağı gibi bir dizi problem bu tespitleri gerçekleştirenlerin gündemini oluşturmuyor. Bu yaklaşımın sahipleri, her gün hiçbir ittifaka girmeyip steril kaldıkları için dua ediyor. Ancak her gün çamaşır suyuyla abdest tazeleyerek faşizmi engellememiz mümkün değildir. Faşist Blokun yaşadığı krizlerin, yükselen ekonomik buhranın, devlet şiddetinin komünistleri büyüteceği zamanları veya ittifak yapılacaksa da ittifak güçlerinin komünistleri en baştan öncü kabul edeceği günleri beklerken, faşizm tahkimatını yapmayı sürdürüyor.
Yerel seçimler ve antifaşist taktik
AKP-MHP-Ergenekon Faşist İktidar Bloku’nun faşizmi kurumsallaştırmasına karşı direniş hattını günün koşullarına uygun bir Antifaşist Cephe formülü etrafında inşa ve organize etmek bugün devrimcilerin, demokrasi güçlerinin, çıkarları faşizmin ezilmesinden geçen herkesin acil politik hedefi olmalıdır.
Arkasındaki tekelci burjuvazinin iktidarı ve iktidar sayesinde kurduğu nüfuz alanını kaybetme korkusuyla adım adım faşizme yönelen faşist iktidar, aynı zamanda herhangi bir iktidar kaybı durumunda hem ülkede hem de ülke dışındaki uygulamalarıyla yargılanma ve hatta savaş suçlusu olarak cezalandırılma korkusuyla İslamcı-Türkçü esaslara dayanan Anti-Kürt iktidarı olarak içinde bulunduğu kriz ve kendisine yönelen tehditlerden kurtulmak için faşist diktatörlük istikametine girdi.
Hilesiz bir seçimde iktidarını kesinlikle kaybedeceğinin bilincinde olan faşist blok, tüm denetleme sistemini kendi tekeline aldığı yerel seçimlerde bir kere daha kitle gücünü göstermek ve faşizm yürüyüşüne ayağı takılmadan devam etmek istiyor.
AİHM tarafından verilen kararları türlü hilelerle uygulamayan ve Yasama ile Yürütme gibi Yargıyı da denetimi altına almak isteyen Faşist Blok, AYM-Yargıtay çatışmasında niyetinin bir Yargı krizi yaratarak mümkünse üç kuvveti de tamamen tekeline almak, mümkün olamazsa da Bahçeli’nin suflesindeki gibi AYM’yi kapatmanın peşinde. Yapamaz, beceremez denilebilir; belki türlü şekillerde bu süreç uzayabilir ancak Faşist Blokun başta söylediğimiz Rubikon’u geçmek zorunda olduğu bunu da ancak Anayasa’yı açık bir diktatörlüğe uygun biçimde değiştirmesiyle gerçekleştirebileceği aşikardır. Dolayısıyla faşist blok bir sıçramanın, darbenin olanaklarını hazırlama ve yerel seçimlerde bu darbenin zeminini ve kitle organizasyonunu yaratma amacındadır.
Tüm bunlara karşın, hedefine Faşist İktidarı, Yürütmeyi, AKP-MHP-Ergenekon ittifakını koymayan ve faşizm karşısında kendisinden olmayan herkesi eşitleyen bir akıl yürütme, yerel seçimlerde de bilinçli ya da bilinçsiz olarak antifaşist safları dağıtarak “eşit mesafe” teorilerini ortaya atmaya yeniden başladı. Sosyal-faşizm, sınıfa karşı sınıf gibi tezlerin faşizmin yükselişine olanak yarattığı maalesef bir gerçek. O günün komünistlerinin yeni karşılaştıkları, ilk kez yüz yüze gelinen ve öncekilerden farklı devlet biçimi olan faşizmi kavrama ve doğru stratejiyi üretme konusundaki zaafı bugün anlaşılabilir. Ancak bugünün komünistlerinin tarih ulu orta karşımızdayken yeniden aynı hatalara düşme eğilimi anlaşılamaz. Tarih bir kere daha tekerrür ediyor ancak bugün 1928’de değiliz ve o gün için trajik olanın bugün için sol adına komediye dönmesi kesindir!
12 Eylül Darbesi’nin yaklaştığı gün gibi ortadayken “Hele gelsinler, inlerine sokarız” diyerek herhangi bir ortak antifaşist cepheyi gereksiz ilan eden devrimcilerin neyle karşı karşıya kaldığı ve yaşanan tahribatın 2024 yılında hala aşılamadığı hakikati aklımızın bir kenarında durmalıdır.
Öte yandan; faşist ve faşist olmayanı ayıramaz isek, hepsini aynı torbaya doldurur ve “sonuçta burjuva değiller mi” diyerek güncel muarızımızın, aktüel hedefimizin, iktidar katında kimin olduğunun, yürütme yetkisini kimin kullandığının ve kimin faşizme ilerlemek istediğinin ayırdında olmazsak nasıl mücadele edeceğiz? Evet, CHP faşist bir parti değildir. Bir kısım arkadaşımız bu cümleyi duyduğunda CHP olumlaması yaptığımızı düşünerek, sanki bir tek hatırlayan kendileriymişçesine Erdoğan’ın yaptığı gibi “CHP şunu yapmadı mı bunu yapmadı” mı diyerek bağrışmaya başlıyor. Amacımız Faşist Bloka kaybettirmek değil de özel olarak, siyasi bir tercih olarak CHP’ye kazandırmakmış gibi bir antipropagandaya girişiyorlar. İşte bu, faşizm konusundaki çarpık bakış açısından kaynaklıdır. Faşizm bir kötüleme, nefret, karşımızdakine fırlatılacak bir hakaret kelimesi değildir. Bir ideolojiyi ve devlet biçimini ifade eder. Karşınızdaki tüm güçleri aynı torbaya atıp ha sarı ha kırmızı diyerek görürsek ancak ve ancak yenilgiye, hem de yaş tahtaya basacağımız belliyken bile bile kayba sürükleniriz. Burjuva saflarındaki çelişkilerden yararlanmayı düşünmeyenlerin faşizme karşı mücadele yürütmesi nasıl olanaklı olabilir?
Bugün, proletarya sosyalistleri başta olmak üzere Faşist İktidar Bloku’nun karşısındaki, onunla çelişki içindeki tüm güçleri için diğer tüm görevlerden daha acil görev, AKP-MHP-Ergenekon Faşist İktidar Bloku’nun faşizmi kurumsallaştırmasını engellemek, onu tüm ilişkileriyle tasfiye etmektir.
Tarih, proletarya sosyalistlerini işçi sınıfının siyasal ve toplumsal devrim mücadelesinin önünü açacak, faşist engeli ortadan kaldırarak kesintisiz biçimde sosyalizme ilerlemenin imkanlarını yapacak hamleleri yapmaya çağırıyor.
20 küsür yıldır işçi sınıfına, halkımıza, demokrasi güçlerine, Kürt ulusuna, gençliğe, kadınlara, LGBTİ+’lara, çocuklara kan kusturan bu sefalet düzeninden kurtulmamız, nesnellikten kopmaksızın doğru hamleleri yapabilmemizle mümkün.
Sosyalistlerin nicel sınırları, faşizm dalgasını tek başına göğüslemesini mümkün kılmıyor. Sosyalist bugün ancak kararlı antifaşist bir çizgi izlemek ve faşizm karşısında ikircik yaşayan, yalpalayan tüm güçleri kararlı bir çizgiye çekerek cesaretlendirmek ve tüm toplumsal muhalefeti faşizm karşısına dikecek adımları atmakla mükellef.
Dolayısıyla; önceki iki yazıda esaslı biçimde değindiğimiz, DEM Parti’nin güncel seçim taktiği olarak belirlediği “Kazan Kazan” taktiği, kitleleri faşistler ve restorasyoncular arasında “eşit mesafeye” davet etmekte, taktiğin bazı savunucuları daAKP-Erdoğan’ın Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yollarla çözme gibi bir kabiliyeti varmış illüzyonu yaratmaktadır. Birtakım eğilimler de bu beklentiyi pohpohlayarak farkında ya da farkında olmadan antifaşist saflarda rehavet, faşizme karşı kararlı bir mücadele örülmesine engel yaratmakta.
Faşist Blokun seçimin ardından Türkiye ve Kürdistan’daki saldırganlığını arttırması için nefes alacak zamanı kazanmasına engel olmak, günün aktüel taktiği olarak “AKP-MHP-Ergenekon Faşist Bloku’na kaybettirmek” ve bu yolla yerel ayaklarını ve ilişkilerini yeniden belediyeler üzerinden organize ederek militanlarını beslemenin önüne geçmek biçiminde olmalıdır. Faşist Blok’un kaybedişi, işçi sınıfının, Kürt halkının, ezilenlerin, demokrasi güçlerinin zaferi ve kurtuluşu için hedeftir. Demokrasiden, barıştan, özgürlükten yana olan herkes; Faşist Blokun hedeflerine ulaşmasında yardımcı olacak tüm tercih ve taktiklerden uzak durarak, faşizmin iktidar katından indirilmesi için bu hedefi yaygınlaştırmalıdır.
31 Mart’ta AKP-MHP’ye kaybettirelim!